Cengiz Çandar’ın yeni çıkan “Turkey’s Mission Impossible: War and Peace with the Kurds” kitabından okur ilk kez açıklanan pek çok ayrıntı öğreniyor. Zamanında bilsek okuduğumuzda sandalyemizden bizi yere düşürecek, artık şöylece sayfayı çevirip geçtiğimiz. Anlatılan dönemin bir hatta belki kaydadeğer bölümünü kıyısından kenarından bu işlerin içinde geçirmiş biri olarak haliyle duraksattı bu durum beni. Çandar’ın satırları arasından sızan o belli belirsiz ve tümüyle paylaştığım yılgınlık duygusu yerine, “o zaman ve kaç kere olabildiyse, yine yeniden şimdi neden olmasın” umudu çıkmalıdır belki.
Garê’nin ardından o olanağı araştırmaya çalışmıştım. Edirne F Tipi Cezaevi’nde dört yılı aşkın süredir hepimiz adına çile dolduran Selahattin Demirtaş’ın MedyascopeTV’de yayımlanan barış çağrısıysa herhalde hepsinden daha önemli. Dolayısıyla bir ses vereyim istedim. Mantarını tıkadığımız şişeye bir mektup koyup, bir kere daha denize atalım.
“Bir kulağımın ardı kalmış…” diye başlayarak hariciyede öğüt verirdi meslek büyüklerimiz. Erbil gibi bir tayindeyseniz, yer yer “mayın eşşekliği” görevini yerine getirdiğinizi bilmez değilsinizdir. Üstelik, yer ve zaman göz önüne alındığında, çift taraflı olarak. Buna karşılık siz alanda çırpınır ve bürokrasinin çamur havuzunda debelenirken, eşanlı olarak arka planda nelerin nelerin yaşandığını ve asıl “işin” nerelerde, kimler tarafından yürütüldüğünü Çandar’ın kaleminden öğrenmek ayıltıcı. Şaşırtıcı değil, olmamalı: Siyaset bu.
Bir de daha iyisini bulamadığım için elli kere kullandığım “çalım çalım gidip sonunda bal yapmayan arı misali kendi kendine taca çıkan yerli ve milli burnu yerde topçu” benzetmesi boyutu var. “Kaşkariko oynamak” denir ya hani, “dur sana bir kaşkariko oynayayım da gör” gibi. “Kaşkariko”, İtalyanca “tuzak kurmak” demek olan “cascare” fiilinden geçmiş, “kaskare” okunmalı, neden “ş” almış bilemedim. İşte, “bayrağı dikip” zinhar bir milim yerinden kımıldamamayı da, durmadan kaşkariko oynamayı da diplomasi sanan, öyle öğreten de çok bulunur hariciye koridorlarında.
Haksızlık etmeyelim: İş hariciye veya askeriye yahut istihbarat koridorlarında değil, yukarıda da değindiğim üzere, siyasal irade katında ve oradan “siyasi talimat” çıkmasında biter. Öte yandan vizyonsuzluk nedeniyle kaçmıştır ve kaçar nice fırsatlar, söner nice hayatlar. Zaten “ay o günler şimdi yabancı gibiler” değil mi? Geçelim. Hep birlikte bir yola çıktık, hiç ummadığımız bir yerde indik. Ne aldığımız bilette ismi yazan bir yer, ne daha önce tanıdığımız, bildiğimiz. Cascavlak bekleşiyoruz bozkırın ortasında.
Hayat böyle, adapte olamayan tutunamaz, hayatta kalamaz. Adapte olmak, eğilip bükülmek değil. Kırılmayacak denli esnek olabilmek. Pek çok değişkenli bir ortamda, o değişkenler de birbirlerine değip ayrışıp, sürekli dönüşürken bu durumu gözardı edip, ilerlemek olası değil. Olanı biteni elekten geçirmek ve varsa sabitleri de ortaya çıkarmak gerek. Her şeyi birden aynı anda değiştirmeye de olanak yok. Ancak bir şeyleri değiştirmeden o istediğiniz yere varmak da olanaksız. Nereye varmak istediğinizi biliyorsanız eğer.
Demirtaş’ın yazdığı gibi: “Silâhı ve şiddeti çözüm yöntemi olarak görmek yerine demokratik siyaseti esas almamız gerekir. Demokratik siyasetten vazgeçilemez. Türkiye, barışı iç dinamikleriyle sağlayabilecek yeterliliktedir. Başarısız olmuş çözüm süreçlerinden yola çıkarak siyasi çözüm arayışlarından vazgeçmek doğru olmaz.” Öyleyse bizlere düşen herhalde sabır, uzgörü, soğukkanlılıkla barışın somut ve siyasal koşulları üzerine konuşmak ve barışın neden kenar süslemesi değil esasa, omurgaya dair yapısal bir gereklilik olduğunu sürekli vurgulamak. Başları o yöne çevirmek, baktırmak gerek sürekli. Ve görünenin bir serap olmadığına ikna etmeye çabalamak o yöne yüzünü dönenleri.
Buradan oraya nasıl varılacağını bulmak, strateji demek. İçeride düzayak seçim ortaklığı, seçim bölgelerini yeniden düzenleme, baraj, seçimden önce referandum konuşuluyor. Kürt oyuna karşılık, onun yerine. Demokrasi deyince kafamıza çay paketi gibi reform paketi atıldı. Yerimiz de belli oldu: Çiçekler sulanacak, dikeni sulamak zulüm. Yolunmaya, ayıklanmaya hazır olalım. Vizyon ve kimlik sorusunu geçtim, çok daha basit “vesayet” meselesinde dahi en başa döndük, en geriye düştük. HDP’yi kapatıp, anahtarı denize atacağız işte, daha ötesi var mı ileri demokrasinin? Açtırma paketi, söyletme kötüyü.
Dış politika adı altında Macron’la telefon görüşmesi, Yunanistan’la bilmemkaçıncı istikşafi görüşmeler, AB’den vize serbestisi koparmak için “dostlar alışverişte görsün” yollu reform niyeti açıklamak, Biden’den bir türlü gelmeyen telefon için atılan taklalar. Sonra ABD’nin Türkiye-Suriye-Irak kesişme noktasındaki Ain Dawer’e ileri karakol kurması, Türkiye-Irak ulaştırma bakanları toplantısından temcit pilavı gibi çıkan (tesadüfe bakınız) aynı yerdeki Ovaköy’e yeni sınır kapısı haberi, Fişhabur’un denetimini ele almak, Şengal’e sarkmak, Mahmur’u boşalttırmak, Kandil’e dayanmak. ABD, AB, İran, Rusya kim var, kim yok dizip karşımıza, hepsine “esas duruş” komutu verip, sırayla tokatlayacağız yani.
Hepsi, tüm bunlar, aman sakın barışı denememek ve mutlaka dönüşümü ilanihaye reddetmek ve ilelebet koltuğu kaybetmemek adına. Özcesi, yeni bir şey söylemediğimin, tekrara düştüğümün bilincindeyim. Neler yapılması gerektiğini, hangi somut adımların atılabileceğini düşündüğümü defalarca, işte yine Garê’den sonra da yazmıştım. Bu defaki alçakgönüllü bir gündemde tutmak çabasıydı, hepsi o. Bu vesileyle hem sevgili Selahattin Demirtaş’a, hem saygıdeğer Cengiz Çandar’a emekleri için yürekten teşekkürlerimi sunarım.