1.
Artık alışkanlık haline gelmiş bir rutinim var. Herkes gibi ben de, televizyon yayınlarıyla artık eskisi kadar haşırneşir olmadığımdan, dünya gündemini daha çok internetten ve podcast’lerden takip ediyorum. En çok da BBC’nin Global News podcast’ından… Son haftalarda da onu dinledim. İsrail, Filistin, Gazze… Sadece haber almak için değil; hangi konularda ne söylediklerine, meseleleri nasıl verdiklerine dikkatle kulak kabarttım.
Şunu söylemem lazım: BBC, dev denebilecek büyüklükte bir kurum; objektif habercilik adına hayal kırıklığı yaratan unsurları olduğu gibi, bunun tam aksine, her tarafı dinleyen, herkesle konuşan ve haberin her unsurunu işleyen ciddi gazetecileri ve editörleri de var. Kurum, bu ikilemi bizlere son günlerde de yaşatıyor. Haberi kimden ve nasıl alacağımızı çok iyi süzmek gerekiyor. Yani maalesef çok zor ama doğru haber için artık kurum takip etmek yetmiyor; bir de isim takip etmek gerekiyor. Neredeyse profesyonel bir uğraş bu ve herkesin de hakkıyla yapması beklenemez. Bugünün dünyasında geldiğimiz yer burası... Kaos, haberler ve tercihler…
Global News Podcast’e dönersek… Tüm bu haber yağmuru sırasında, ilginç bulduğum bir gelişme oldu. Bu haber podcast’i, dinleyicilerden yoğun sorular geldiğini söyleyerek, sıfırdan yeni bir program üretti. Dünyanın en basit en sade haberciliği: Dinleyiciler sordu, BBC’nin uzmanları ve bölgedeki muhabirleri cevapladı. Dünyanın dört tarafından insanlar, teknoloji de elverdiği için kendi sesleriyle sorularını gönderdi ve sorular bu şekliyle yayına alındı. ABD’den, İsveç’ten, Hindistan’dan, Türkiye’den ve İsrail’den sorular… Konunun özüyle ilgili sorular:
Filistin ne demek? Filistin taraftarı olanlar otomatikman Hamas taraftarı mı oluyor? İsrailli kimdir? Siyonizm ne demek?
Filistinliler, Hamas hakkında ne düşünüyor? Onu gerçekten destekliyorlar mı? Böyle daha birçok soru… Siz bakmayın, birçok insanın bin yıldır bölgeyi izliyormuş gibi konuşmasına, yazmasına çizmesine. En basit soruların cevaplarını bilen az.
Herkes bu soruları soruyor ve dünyanın birçok yerindeki gazeteci ve birçok uzman da bunlara yanıt vermeye çalışıyor; elbette ki şaşırtıcı değil. Yine de bu işte, bu sorular ve cevaplarda bana ilgi çekici gelen bir yan var: Filistin meselesinin özü sanki artık bilinmiyor. Yeni kuşaklar, hatta belki eskileri de, yıllar boyu süren bu kavganın neden yaşandığını ya hiç öğrenmemiş ya da unutmuşlar.
Birçoklarına göre her şey sanki 7 Ekim’de Hamas’ın gaddarca saldırısı ve ardından İsrail’in misli gaddarlıkla karşılık vermesiyle başladı ve öyle devam ediyor. Filistin meselesi sanki iki üç haftalık bir parantezden ibaretmiş gibi…
2.
Bu unutuş bana çok hazin geliyor.
Geçen gün, Filistinli “sürgün” entelektüel Edward Said’in (1935-2003) penceresinden neyin ne olduğunu anlatan, bir yandan onun ömürlük mücadelesine de ışık tutan bir mini belgeseli izleyince daha da hazin geldi.
İsrail devleti kurulurken toprakları elinden alınmış Filistinli Hıristiyan bir aileden gelen Said, çocukluğundan itibaren vatanından uzakta yaşadı. Zengin bir aileden geldiğinden, birçok mülteci Filistinliye göre şanslıydı; iyi bir eğitim gördü, saygın okullarda okudu. Ama Said’in kendisini saygın kılan bu eğitim değildi; o, müthiş bir siyasi-toplumsal kavrayışla Batı’ya tarihi bir eleştiri getirdiği için itibar kazandı. 1978’te yayımladığı “Şarkiyatçılık” isimli eseri, Batı’nın Doğu’ya hastalıklı bakışının dünü ve bugünü için hâlâ hem geçilmez hem vazgeçilmez bir eserdir.
Bu, madalyonun sadece bir yüzü. Said, akademik çalışmalarından ibaret bir entelektüel değildi. Birçok meslektaşının yaptığı gibi kendini fildişi bir kuleye kapatarak yaşamadı. Hayatını Filistin meselesine adadı. Yazdı çizdi söyledi, mücadele etti. Hatta ömrünün sonuna doğru, 2000’de, Lübnan’ın güneyinde, işgalin bitmesinin ardından, İsrail’e doğru bir taş da attı. Çok konuşulan ve bazılarınca çokça eleştirilen bu eylem, Said’in hayatının ve entelektüel kimliğinin elifbesini de ortaya koyuyordu. Baştan sona Filistin davasına adanmış bir hayat…
Said’in bahsettiğim mini belgeselini izlerken bu hayatı düşündüm. Yirmi senedir aramızda olmayan bu büyük entelektüelin anlattıklarına ne oldu? Yazdıkları, söyledikleri nereye gitti? Yaşadıkları, sürgünlüğü, altını önemle çizdiği “yersiz yurtsuzluğu”, Filistin davasının aktörlerine yönelttiği itirazlar ve nihayet attığı taş nereye gitti? Said ölünce hepsi öldü mü?
3.
Biz gazetecilerin, gazete editörlerinin bir alışkanlığı vardır: Bazı konularda hep aynı isimlere döneriz. Konuyu en iyi o biliyordur ya da bildiği varsayılıyordur. Ama daha önemlisi, herkes onu tanıyordur; o yüzden de anlattıkları dinleniyordur.
Edward Said, Filistin meselesi için bu kişiydi. Ne zaman bir gelişme olsa dikkatler ona dönerdi. Sadece konunun ne olduğunu anlatması için değil; Batı, bahsettiğim belgeselde de sık sık örneği görüldüğü üzere Filistin tarafının zaman zaman giriştiği kanlı eylemlerin kınanmasını da ondan beklerdi.
Said bugün yaşasaydı yine onu dinleyecektik. Ama yaşamıyor. Bana öyle geliyor ki Said yaşamadığı gibi birikimi de yaşamıyor. Yani bizler artık bu birikime uzağız. Sanki ölümünün ardından sadece 20 yıl değil yüzyıllar geçti. Dünya öylesine değişti. Onun öldüğü 2003 ile 2023 arasında yeni bir yaşayışa geçildi.
Bu yeni yaşayışın içinde Said’in kendi hayatında tecrübe etmediği üç unsur var.
Bir: Her şeyi, her olayı, her meseleyi, sanki olay dün başlamış gibi, yepyeniymiş gibi ele almak… Her şeyi köksüzmüş, bağlamsızmış gibi değerlendirmek. Örneğin Filistin meselesini son iki üç haftadan ibaretmiş gibi tartışmak…
İki: Bugünün gürültülü kamuoyunda sürekli bağıranlara, her konuyu alakasız gündemlerle birleştirenlere teslim olmak. Örneğin Filistin’e, hiç alakası yokken, bugünün göç meselesinin penceresinden bakanların kakafonisi yüzünden konunun enerjisini tüketmek…
Üç: Görüş oluşturmaya çalışırken, sosyal medyanın gerçeği büken ortamında tık tuzaklarına ve yalanlara kapılmak.
Said, bütün bunların kamuoyuna hâkim olmadığı bir dünyada yaşadı. Elbette birçok güçlüğe göğüs gerdi; yerli yersiz birçok eleştirinin, hatta nefretin hedefi oldu ama onunkisi hiç değilse bir konunun kamuoyunda derli toplu bir şekilde, başıyla sonuyla, nedeniyle sonucuyla tartışılabildiği bir çağdı.
Yine de kendini çağından sorumlu gören insanlar açısından, bugünlerle paralellik kurabileceğimiz bir çağdı. Hadi o paraleli Edward Said’in kendisi çizsin:
“(...) Kişinin değiştirme gücüne sahip olmadığı üzücü bir duruma tanıklık etmesi hiç de monoton, renksiz bir faaliyet değildir. Foucault’nun deyimiyle ‘amansız bir vukuf’u, alternatif kaynakların taranmasını, gömülmüş belgelerin gün ışığına çıkarılmasını, unutulmuş (ya da terk edilmiş) tarihlerin diriltilmesini gerektirir tanıklık etmek. Dramatiklikten ve isyankârlıktan nasibini almış olmayı, çok nadir ele geçen konuşma fırsatlarını çok iyi kullanıp dinleyicinin dikkatini çekebilmeyi, hasımlarından daha iyi espriler yapıp daha iyi tartışmayı içerir. Ne koruyacak makamları ne de başında nöbet tutup gücüne güç katacakları toprakları olan entelektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; kendini beğenenleri de yok değildir ama daha çok kendileriyle dalga geçerler mesela, lafı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar.” [Entelektüel - Sürgün, Marjinal, Yabancı; Ayrıntı Yayınları, 1995; Çeviren: Tuncay Birkan]
Ne ilginç değil mi; Said’in çizdiği çerçeveye en iyi örnek, viral haline gelen röportajıyla, Mısırlı komedyen Bassem Yusuf’tan geldi. Tanıklık, dramatiklik, isyan, hazırcevaplık, dobralık… Müthiş bir röportajdı. Sadece bir röportaj değil, bir yandan da çağa uygun şekilde, dikkat eşiği düşük, öncesiz sonrasız insanların ilgisini hep diri tutmayı bilen bir tür performanstı. Bir akademisyenin, adı Edward Said bile olsa, bugün altından kalkamayacağı, yeni dünyaya ait bir performans…
Said’in yaşamadığı dünyada en çok Yusuf dinlendi ama yine de bir şeyler eksik. Çünkü performans, ne kadar iyi de olsa, doğası gereği, anla sınırlı… Daha güçlü, daha kemikli, daha kalıcı bir şey gerekiyor. Birikim. Hafıza.
Çünkü Filistin meselesi dün başlamadı. Belli ki yarın da bitmeyecek.