Edward Said: Şark ve eleştiri ekseninde bir fenomen

Akademisyen Fırat Mollaer'in derlediği 'Edward Said'le Yeniden Başlamak: Entelektüel-Sürgün ve Şarkiyatçılık', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.

Abone ol

DUVAR - Akademisyen Fırat Mollaer'in derlediği, Mete Akbaba, Güneş Ayas, Tuncay Birkan, Yücel Bulut, Esra Can, Tuğba Ekinci, Yusuf Ekinci, Umut Kaya, Rumeysa Köktaş, Fırat Mollaer, Özge Özkoç, R. Radhakrishnan ve Pınar Yurdadön'ün yazı ve söyleşileriyle katkıda bulunduğu  'Edward Said'le Yeniden Başlamak: Entelektüel-Sürgün ve Şarkiyatçılık', İthaki Yayınları tarafından okura sunuldu.

Uzun yıllardır alana dair yaptığı katkılarla bilinen Fırat Mollaer'le, Edward Said'in bir entelektüel olarak düşünce dünyasındaki yerini konuştuk. Mollaer, "Popüler Said imajıyla Said düşüncesi arasında rahatsız edici bir kopukluk olmasaydı şöyle hoş felsefe sohbetleri yapabilirdik: İmajlar, persona’lar, kişileştirmeler düşüncenin soyutluğunu somutlaştırarak kavrayışa yardımcı olabilirler vs. Oysa Said’in Türkiye macerasında persona kavrayışa yardımcı olmak yerine onun yerini alıyor. Said kişileştirmesi (persona’sı) Said düşüncesini anlamanın önündeki en büyük engellerden birine dönüşüyor" diyor.

Akademisyen Fırat Mollaer 

Edward Said, Türkiye’de hemen herkesin bildiği bir isim… Bu popülerlik düşüncelerinin anlaşılması ve tartışılması sonucunda mı yoksa yarattığı persona sonucunda mı oluştu?

Edward Said’in çok az düşünüre nasip olan bir popülerliği var. Bu başlı başına sevindirici. Fakat madalyonun öbür yüzündeki imaj sorununu da gözden kaçırmamalı. Said’i tanınır kılan düşüncesinden çok persona imajı. Yani popülerliğin Said düşüncesine nüfuz eden teorik bilgi düzeyinde gerçekleştiğini söylemek epey zor. Kişi ya da persona imajı ile düşünce külliyatı arasında bir çelişki söz konusu.

Popüler Said imajıyla Said düşüncesi arasında rahatsız edici bir kopukluk olmasaydı şöyle hoş felsefe sohbetleri yapabilirdik: İmajlar, persona’lar, kişileştirmeler düşüncenin soyutluğunu somutlaştırarak kavrayışa yardımcı olabilirler vs. Oysa Said’in Türkiye macerasında persona kavrayışa yardımcı olmak yerine onun yerini alıyor. Said kişileştirmesi (persona’sı) Said düşüncesini anlamanın önündeki en büyük engellerden birine dönüşüyor.

Bu felsefenin iç sorunu değil, bizatihi siyasal ve ideolojik bir sorun. Etkili ideolojik sonuçlar yaratan bir kültürel-politik olguyla karşı karşıyayız. Said düşüncesi popülerleşirken bir kültür savaşının içine çekiliyor ve eleştirel teoriye kazandırdığı radikal düşünce biçimleri budanıyor. İmaj veya persona ile düşünce bütünü arasındaki kopukluk, belli bir noktada, imaja kültür savaşında cephanelik muamelesi yapılmasına hizmet etmeye başlıyor.

Edward Said'le Yeniden Başlamak: Entelektüel-Sürgün ve Şarkiyatçılık, derleyen: Fırat Mollaer, 528 syf., İthaki Yayınları, 2021.

Şarkiyatçılık’ın yazarıyla Büyük Doğu’nun şairini aynı kategoriye koymak basitçe bir kavrayış sorunu olamaz, ideolojik bir hegemonya mücadelesinin işlevi. O halde bu işlevi çözmek lazım. İki yönlü işlevden söz edebiliriz: Bir yandan Said’i belli siyasi davalara servis ediyor, bir yandan da düşüncesinin gerçek eleştirel potansiyellerinin ortaya konulmasını sekteye uğratıyor.

Mesela Said’in bütün düşünsel macerasında adım adım izleyebileceğimiz eleştirel sekülerizm arayışı bütün bu oldu bitti içinde kaybolup gidiyor. Said personasını oluşturan Şark sorunu öyle baskın ki, Said düşüncesinin yapısını oluşturan eleştiri ve eleştirel sekülerizm konuları neredeyse hiç gündeme gelmiyor.

Kitabımızın amaçlarından biri de bu: Said düşüncesinin eleştirel vaadini güncellemek. Bunu yapabilmek Said’le “yeniden başlamak”la mümkün. Said’le yeniden başlamak, kendi sorunlarımızı açık bir kafayla kamusal tartışma gündemine taşımak açısından da kritik bir önem taşıyor.

'SAİD TEORİ VE PRATİĞİ BİRLEŞTİREN BİR YAZAR'

"Said’i yorumlamak hiçbir zaman saf yorum/kuram meselesi olmamıştır” diyorsunuz. Bu meseleyi açar mısınız?

Bahsettiğim kültür savaşındaki yönlendirme ya da manipülasyonun yan sıra Edward Said’in pek çok kimliğini birleştiren “kamusal entelektüel” kimliği de bunda etkili. Kamusal entelektüel özü itibarıyla teori-pratik ikiliğini aşmaya çalışan bir modern tiptir. Bizzat kamusal bir entelektüel olduğu ve kamuyu ilgilendiren ortak meseleleri yorumlamak konusunda bir söylem geliştirdiği için de Said’i yorumlamak salt kuramsal bir çabanın ötesine geçiyor ve daima pratik sorununu varsayıyor.

Said teori ve pratiği birleştiren bir düşünür. Üzerine düşündüğü pek çok konuda bunu görebilirsiniz. En iyi bilineni Filistin ve emperyalizm konusundaki tavrı. Postmodernlik gibi daha teorik konuları ele alışı da böyledir. Mesela Said postmodernlik eleştirisi yaparken daima bir pratik sorunsalı vardır. Postmodernliğin savlarının evrensel özgürleşme mücadelesine verdiği zararları düşünüyordur. Postmodernlik evrensel özgürleşme mücadelesinin altını kazıyordur ve iktidara hakikati söyleyebilecek bir kamusal entelektüel tipini ortadan kaldırıyordur vs.

Keza ABD’de Said’i yorumlamak başka her şeyden çok Amerikan dış politikasını ve Amerikan kamuoyundaki milliyetçi tutumların eleştirisini devralmak anlamına gelir. ABD’de Said’e “terör profesörü” diyenlerin ideolojik kaygısı, Said’in Amerikan establishment’ı denilen şeye yönelttiği güçlü eleştirinin sesini kısmaktı. Said’in eleştirel tasarısını “Üçüncü Dünya entelektüel terörizmi” olarak servis eden bağnaz tutum da emperyalizm sorununu hasır altı etmeyi amaçlıyordu. Türkiye konusunu belki sonraki sorular çerçevesinde açarız. ABD’yle Avrupa Birliği alanını bağlantılandıran çağdaş bir örnek verelim. 2011’de yaklaşık 100 kişinin ölümüyle sonuçlanan Norveç terör saldırılarının faili A. B. Breivik’in çokkültürlülük karşıtı faşizan ideolojisi içinde Said düşmanlığının da belli bir yeri vardı. Guardian’da çıkan ve Breivik’in zihin haritasını ortaya koyan bir haberden anlıyoruz ki, Said’in Şarkiyatçılık kitabı bu faşist manifestoda reddediliyordu.

Said ele alındığında iki temel fenomen ortaya çıkıyor: Eleştiri ve Şark. Kitapta bu iki fenomeni hangi boyutlarıyla tartıştınız?

Başta konuştuğumuz imajda silik hale gelmiş olabilir ama Edward Said bir edebiyat eleştirmeni ve edebiyat profesörüdür. İlk kitaplarından biri modernist edebiyatçı Joseph Conrad’da otobiyografi, kurmaca, öznellik ve kimlik sorunlarıyla ilgili: Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca. Bunun ardından gelen Başlangıçlar edebi bir esere başlangıç yapmanın nasıl bir eylem ve ruh hali olduğunu anlamaya çalışır. Kültür ve Emperyalizm kitabında ise Batının büyük edebi kanonlarının emperyalizmle suç ortaklığı incelenir. Said’de eleştiri kavramı gelişimine edebiyat eleştirisi içinde başlamıştır.

Bu söyleşinin sınırları içinde Said’in düşünsel gelişiminin bir dökümünü yapmak zor fakat edebiyat eleştirmenliğinden toplum ve kültür eleştirmenliğine doğru kritik bir geçişe dikkat çekebiliriz. Said özellikle The World, the Text, and the Critic kitabından itibaren seküler eleştiri kavramını geliştirmeye başlar. Yeniden yorumlanmış bir sekülerizm arayışına girer. Söz konusu eleştiri kavramı, Vico ve Gramsci çizgisinden hareketle, tarihi insanların yaptığını, kategorilerimizin de bu tarih yapım sürecinde şekillendiğini söyler.

Bu noktada “Şark” kavramına geliyoruz. Şarkiyatçılığın kullandığı anlamıyla Şark da bu eleştiri kavramı içinde düşünülür. Şark doğal ve değişmez özelliklerde sabitlenmiş bir kategori değil insan yapımı coğrafya anlayışının ürünüdür. Şark ve Garp gibi kategoriler seküler eleştiri çerçevesinden bakıldığında özsel kültürel bütünlükler olma niteliklerini yitirirler. Seküler eleştiri deyim yerindeyse Şarkiyatçılığın kutsal Şark kavramını sekülerleştiren eleştiridir.

'ŞARK SORUNU SAİD'İN YORUMLADIĞINDAN ÇOK FARKLI ŞEKİLDE GÜNDEME GELDİ'

Türkiye’de hem sol-sosyalistlerin hem de milliyetçi muhafazakarların radarında ve referans kaynakları arasında bir isim Said. Bu, birbirini çürütmeyi amaçlayan düşünce biçimleri Said etrafında nasıl konumlanıyor?

Milliyetçi-muhafazakâr ve İslamcı kanadın önünde geniş Edward Said külliyatından Şarkiyatçılık kitabı (1978) var. Büyük ölçüde Said’in Şarkiyatçılık’ını merkeze alan ya da bununla sınırlı bir okuma bu. Fakat Şark sorunu Said’in yorumladığından çok farklı bir şekilde gündeme geliyor. Öyle ki, okumaya buradan başlayan biri bu Said imajından hareketle Said’in muhafazakâr bir düşünür olduğunu sanabilir. Said bir muhafazakâr-İslamcı düşünür kataloğu içinde “özümsenmiş” durumda. Said burada “Şarklı bilincine sahip” bir düşünür. Dolayısıyla bu yorum ünlü Şark Sorunu çerçevesinde konumlanır ve Said’i bir kültürel kimlik savunucusuna indirger. Said’in evrensel olana vurgusu ve Batı-merkezci liberalizmi aşan yeni hümanizme yönelik arayışları bütünüyle göz ardı edilir. Daha kötüsü, Said’in kültür ve kimlik meselelerini tözcü olmayan biçimlerde yeniden düşünmesi, kimlik ile evrenselcilik arasında kurmaya çalıştığı bağlantı kaybolur. Bu, Said’in eleştirel politik vaadinin buharlaşmasıdır.

Daha cılız bir eğilimi temsil etse bile Said düşüncesine yönelik liberal ve sol liberal reddiye tutumundan da söz edilebilir. Buna göre, Said Batıya yönelik eleştirisiyle Türkiye’de hazır bulunan Batı düşmanı tepkileri körüklemiştir. Sanki Batı tarihi aynı zamanda barbarlığın tarihi değilmiş de Said diye biri gelmiş Batı düşmanlarını ayaklandırmış…

Bu iki tutum Türkiye’de modernleşme tarihi boyunca egemen olmuş blokları hatırlatır. Said Türkiye’de böyle bir kültür savaşının içine düşmüştür. Said’in eleştirisini yeniden sahiplenmek veya “Said’le yeniden başlamak” tam da bu kültür savaşında cephaneliğe dönüşen kültürelci ikiliklere meydan okumalıdır. Günümüzde muhafazakârlığın yarattığı tahribatı gördükçe, “işte, Batı-merkezciliği eleştirmekle yerliciliğe nasıl koz verildi” diye düşünenler var. Oysa muhafazakârlığa koz veriyor diye vazgeçilemeyecek kadar önemli bir eleştiri bu. Ayrıca Batı-merkezcilik eleştirisi ve yerlicilik eleştirisi birbirinden kategorik olarak kopuk da değil.

Neyse ki hem Batı-merkezcilik eleştirisini sürdüren hem de bunu yaparken yerliciliğin ideolojik sorunlarını ortaya koyan ve dolayısıyla eleştirinin liberalizm ve muhafazakârlık tarafından koparılmış iki ucunu birleştirip bağlantılandıran yeni bir eleştirel arayış da gelişim halinde. Burada Şarkiyatçılık kitabını aşan, onu yeniden konumlandıran, Said’in Kültür ve Emperyalizm ile Entelektüel kitaplarını da yoruma dahil eden bir okuma biçimi söz konusu.

Sorunuzun ilk kısmına dönecek olursak, sol-sosyalist kesim solda uzun bir dönem boyunca egemen olmuş Üçüncü Dünyacılık ve emperyalizm eleştirisi buluyor olmalı Said düşüncesinde. En azından Said düşüncesinin Türkiye’de solun radarına girmesi açısından bunu düşünebiliriz.

Son dönemde yeni bir yöneliş de kendisini gösteriyor. Said bu yeni eleştirel sol yönelişte kimlik ve çokkültürlülük gibi sorunları soldan düşünmenin yollarını sağlayan bir düşünür olarak yeniden yorumlanıyor. Bu çabanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Said külliyatı burada acil bir politik soruya cevaplar sağlar: Bir sol kültür politikası nasıl olmalıdır? Kültür kelimesinin muhafazakârlık tarafından gaspedilip sömürgeleştirildiği ahir zaman koşullarında hiç de yabana atılacak bir soru değil bu… Said’in kendi referansları içinde yoğun biçimde yer alan Frankfurt Okulu (Theodor Adorno), neo-Marksizm (Antonio Gramsci) ve Kültürel Çalışmalar okulu (Raymond Williams) bu soru üzerinde düşünmenin kritik zeminlerini teşkil ediyor zaten. Said düşüncesi de bu kaynakları kendi özgün yorumuyla birleştiriyor.

'EDWARD SAİD DÜŞÜNCESİ PERSONADAKİ İMAJDAN DAHA GERİLİMLİDİR'

Edward Said denince akla gelen bir başka kavram da ‘kimlik’. Bu kavram 20. yüzyılla birlikte, sol-sosyalist dünya görüşünün de desteğiyle geniş kitlelerin kendini ifade etme ve varlığını egemene, iktidara ve sermayeye kabul ettirme meselesine dönüştü. Said’in düşünceleri üzerinden bugünkü ‘kimliği’ nasıl değerlendirirsiniz?

 Persona kırışıklıkları ütülenmiş, nispeten düz bir görüntü verir. Edward Said düşüncesi ise personadaki imajdan çok daha gerilimlidir. Said bir yanda emperyalist kimlikçiliğin diğer yanda yerlici kimlikçiliğin cephelendiği kimlik savaşlarının ortasında iki tarafa da cevap yetiştiriyordu. Bu gerilim Said’in kimlikle ilgili yaklaşımını belirledi ve kimlik konusunda kendine özgü bir tutuma yol açtı.

Buna göre, kimlik yeni insan hakları tasavvuru içinde yer alır. Vazgeçilmez ve somut bir insan ihtiyacıdır. Egemen bir kimliğin tahakkümü altında somut kimliğini tecrübe etmekten mahrum bırakılmış bir insan soyut insanlığını da gerçekleştiremez.

Kimlik bu açıklama biçiminde evrenselcilikle bağlantılandırılır. Dolayısıyla Said kimlikçi düşünceye de kritik bir mesafe alır. Çünkü kimlikçi düşünce kimliği bir töz olarak kavrar ve evrenselci bağlantıyı koparır. Said düşüncesi kapalı kendiliklere ve kimliklere dönüşen kimlikçi politikaları sorgular ve eleştirel bir çokkültürlülük politikası ya da sol bir kimlik politikasına açılır. “Kimlik politikası” bir bütün olarak reddedilmez, bir insan hakları anlayışı ve evrenselci politikayla bağlantılandırılır.

Bu tartışmalı kavramın üzerinde biraz durabiliriz: Kimlik politikası biraz muğlak bir politik terim. Bir kimlik politikası 1960’ların Afro-Amerikalı ve feminist hareketinde olduğu gibi kimlik referanslarını sağlayan egemen düzenin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan bir özgürleşme politikası da olabilir; bir kimliğin katı sınırlarına hapsolmuş ve dünyanın devrimci bir yeniden yapılanması arzusunu bir kenara bırakmış tikelci bir politika da. Saidyen düşünce ilk kimlik politikasıyla uyumsuz değildir; aynı zamanda ikinci kimlik politikasının temel aldığı kimlikçi düşüncenin de amansız bir eleştirmenidir.

Said’e göre -kendi deyişiyle- entelektüelin görevi var olan krizi evrenselleştirmek, belli bir topluluğun yaşadığı acıları aynı zamanda daha geniş bir insani bağlama yerleştirerek bunu başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir. Yerlicilik ya da kimlikçi düşünceyi temel alan kimlik politikaları bu evrenselci bağlantılandırma hareketini bir yabancılaştırma olarak etiketleyip reddeder. Soyut bir evrenselcilikte demir atmış ve kurtuluşu sadece ekonomik terimlerle okuyan geleneksel sol politika ise kimlik temelli her hareketi solda sapma olarak değerlendirir.

Uzun sözün kısası, Saidyen düşüncede evrenselciliği bağlantılı hale getiren ve yerlici/kimlikçi politikaların yalıtılmışlığını ve tikelci tehlikeleri aşan bir sol kimlik politikasının imkânlarının potansiyel olarak var olduğunu düşünüyorum.

Son olarak, önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen başka çalışmalarınız olacak mı?

Frantz Fanon ve Edward Said gibi Antonio Gramsci üzerine de çalışmak istemişimdir hep. Nihayet Gramsci’nin editörlüğünü üstlendiğim bir kitabı notlandırılmış olarak okurla buluşacak yakınlarda. Bunun yanı sıra, uzun süredir özellikle tragedya ve felsefe ilişkisi üzerinden klasik siyaset felsefesi çalışıyorum, kitabı yazmaya da başladım. Bir de YouTube mecrasında yaptığım siyasal ideolojiler konuşmalarından hareketle yazmaya giriştiğim bir kitap duruyor önümde. Bir aksilik olmazsa bunlardan biri önümüzdeki yılın ikinci yarısında okurla buluşabilir.