Türkiye’nin yüzde 50’sinin, kalan yüzde 50’den çokça ayrıştığını düşünüyor muyuz? Kimiz biz? Komşularımız kimler? Hoş sohbetler ettiğimiz bakkalımız, neden politik tercihlerimizden nefret ediyor ve yok sayılmamızı izlemekle yetiniyor? Peki nefret mi ediyor hakikaten?
Yazının başlığı, daha önce kitap yazılarında söz ettiğim bir
Alman felsefecinin, Wilhelm Schmid’in yine incecik ve nefis
kitabından. Adı, Kendiyle Dost Olmak. Tanıl Bora’nın
çevirisiyle yayınlandı (İletişim). Sözü Schmid’e bırakıyorum:
“...birçok şey bir bakış tarzı meselesidir. Düşünceler,
perspektife tâbidir. Hiçbir insan topyekûn bir bakışa
sahip değildir, herkesin kısıtlı bir bakış tarzı, bir algılaması
vardır, hakikatin tamamını göremez. Her hakikat arayışında onun
başka veçhelerinin meydana çıkmasından anlayabiliriz bunu. Bir
küreyi, hiçbir bakış açısından tam olarak idrak edemeyiz, ancak çok
sayıda ve karşıt perspektif, güvenilir bir izlenim edinmeyi sağlar.
Bu nedenle hakikat uğruna anlamlı olan, başka perspektiflerle de
ilgilenmektedir. Oysa ne yazık ki sınırlı kalır bu ilgi, gerçi
anlaşılır nedenleri de vardır bunun. Kendi bakış açımız bir
bakıma vatanımızdır bizim, kendimizi orada vaziyeti biliyor ve
korunup kollanıyor hissederiz; o bakış açısını terk etmek zor
gelir bana, külfeti çok fazladır...” (Kitap çok ama çok hoş,
diğerleri gibi. Okumanızı öneririm.)
Bir önceki salı yazısında, sürekli olarak cahil
olduğu ‘varsayılan’ kesimin zannedildiği kadar cahil
olmayabileceğinden, ayrıca cehaletin küçümsemekle yok
olmayacağından ve cahil tespiti yapanların da düşündükleri ölçüde
eğitimli olmayabileceklerinden söz edip sonraki yazıda bu
‘sohbete,’ deneyimlerden devam edeceğimi söylemiştim.
Kendiyle Dost Olmak, Wilhelm
Schmid, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2019, syf. 79
Bu yazı ve eğer bitiremezsem bir sonraki yazıda, ‘anlama’
çabasını sürdürmek ve bunu kendi vasat gözlemlerimden hareketle
yapmak istiyorum. Her gözlemin ve genellemenin tartışılabilir,
itiraz edilebilir, yanlışlanabilir olduğunu bir kez daha
‘hatırlatarak’ kuşkusuz. Hem okura hem kendime!
Tabii burada, ‘anlama’ çabası ile ‘hak verme’ ve ‘yüzünü yıkama’
arasındaki farka dikkat çekmekte yarar var. Milyonlarca
yetişkin/seçmen/yurttaşa, nesli tükenmekte olan tosbağa muamelesi
yapmakta da, sabah akşam küçümsemekte de sorun var. Her iki
yaklaşım da ‘olup biteni’ görmeyi imkânsızlaştırıyor.
Değerli okur, sizde durum nedir bilmiyorum ama ben bazen olup
bitenler hakkında birileriyle konuşurken bugüne dek yaşamadığım
ölçüde gergin olabiliyorum. Ardından neden böyle yaptığımı
düşündüğümde, hemen her zaman aynı sonuçlara varıp sakinleşmeyi
deniyorum. Aynı saçmalıklar üzerine konuşup yazmanın bıkkınlığı bir
yana, kendi ruh halime dair vardığım sonuçlardan biri şu:
Karşımdaki insan aslında doğru söylüyor o anda! Buna mukabil o
doğru, bir gerçeği soğukkanlılıkla yüzüme çarparken, beni
kötümserliğe davet ediyor. Anlayacağınız konuştuğum insan haklı
olduğu için sinirleniyorum! Kişisel açıdan en zorlandığım, en yoğun
baş ağrısı yaşadığım anlar bunlar.
Buna mukabil o ‘haklılık,’ daha ziyade sonuca dair bir durum.
Üzerine konuştuğumuz ‘olgunun/olayın’ nedeniyle, nedenleriyle
fazlaca ilgilenmeyen bir ‘yargı.’ Kolaya kaçıldığını düşünüyorum
sanırım o anda. Fakat şu da var ki; insan başına gelen her
vahametin nedenlerini düşünmüyor, çoğu zaman anlaşılabilir duygusal
tepkiler veriyor. Dayak yiyen insanın canı yanar ve öncelikle
tehlikeyi savuşturmaya çalışır; kendisine şiddet uygulayanın o
şiddeti neden uyguladığını düşünmez ki, pek mümkün değil böyle bir
şey. Fakat hiç olmazsa belli bir zaman sonra ve belli bir mesafeden
o eylemin nedeni üzerinde düşünmeyince, şiddete maruz kalmaya da
devam ediyoruz. Hep benzer sıkıntıları yaşayıp hiçbir çözüm
üretilemiyor oluşumuzun da bir nedeni ya da nedenleri olmalı.
Haklı olan insana o an duyduğum kızgınlığın, bir de çok daha
kişisel bir nedeni var: Kuyruğun dik olması gerektiği zor
zamanlarda hiç kimsenin moral bozmasını istemiyor oluşum herhalde.
Saçma görünüyor belki ama kötümserlik yaymanın anlamı yok bana
kalırsa. Gel gör ki bunu söyler söylemez, bu kez iyimserlikle
görmezden gelmek ve yanlış çözümlemeler yapmak arasındaki, doğrusu
pek de kalın olmayan ‘çizgiyi’ aşıp aşmadığımdan emin olamıyorum.
Her neyse...
Okuduğunuz peşrevin ve Schmid’ten alıntının gerekçesi aynı.
Sorun, iyimserlik-kötümserlik tercihi değil. Yaşadıklarımızın
nedenlerini kavrayabilmek için pek çok değişkenden biri olan
‘komşumuza,’ onun halet-i ruhiyesine daha yakından bakılması
gerektiğinden söz ediyorum. Huyunu suyunu anlamaktan. Vatanımız
saydığımız ‘bakış açımızı’ biraz çeşitlendirmekten. Rahatımızı
kaçırmaktan, düşünme konforumuzdan fedakarlık yapmaktan.
Anlamakta zorluk çekiyoruz. Bazen inanamıyoruz. Hakikaten nasıl
olur da, aklın fikrin almadığı bu kadar çok şey olurken,
milyonlarca insan destek vermeyi sürdürür? Nasıl olur da, Türkan
Saylan’a o davranışlar reva görülürken alkış tutanlar, o davranışı
reva görenler terörist ilan edildiğinde de aynı şevkle alkışlar?
‘Komşumuz,’ bizim terörist filan olmadığımızı gayet iyi bildiği
hâlde, neden uğradığımız her türlü hakarete sessiz kalır? Hiçbir
ortak değerimiz yok mu? “Yok artık, bu kadar da olmaz,”
denilebilecek, üzerinde uzlaşabileceğimiz bir değer. Bir ilke.
Kalabalığı, ‘toplum’ haline getiren ilkeler!
Peki bu cümlelerde geçen, ‘biz’ kimiz? İktidar karşıtlığı,
muhalif olmak, muhaliflerin ‘biz’ sözcüğüyle adlandırılması için
yeterli mi? Kim bu oduna, kömüre oy verdiği söylenenler? Hakikaten
kömüre mi oy veriyorlar? Yan dairede oturan insanla nasıl bu denli
farklı değerlere sahip olunabilir? Ya da, aslında yok mu
birbirimizden pek farkımız?!
Türkiye’nin yüzde 50’sinin, kalan yüzde 50’den çokça ayrıştığını
düşünüyor muyuz? Kimiz biz? Komşularımız kimler? Hoş sohbetler
ettiğimiz bakkalımız, neden politik tercihlerimizden nefret ediyor
ve yok sayılmamızı izlemekle yetiniyor? Peki nefret mi ediyor
hakikaten?
Daha önce bir başka yazıda anlatmış olabilirim ama tekrarın
zararı olmaz! 1970’lerin ortası. Muhit Rami, Yenimahalle. Rahmetli
babam Kur’an kursuna göndermek istedi. Hâlâ çok sevdiğim, sevimli
bir cami. Henüz ilk günlerde, camide karşısında oturduğumuz hoca,
bizlere Atatürk’ün mozolesinden söz etme ihtiyacı hissetti!
Efendim, Atatürk’ü gömmüşler ama toprak kabul etmemiş. İki kat
yerin dibine gömmüşler yine kabul etmemiş. Hoca, yedi kata kadar
indi! Sonra bakmışlar ki olmuyor, üzerine koskoca bir mermer
yapmışlar, artık toprak fırlatamamış. Çocuğuz, oturduk dinliyoruz.
Fakat çocuk da olsam hikâyede bir anormallik olduğunu fark ettim
çünkü dindar ailemde Atatürk’le ilgili nahoş bir şeyler
konuşulduğunu hatırlamıyorum. Eve gelince hayretle bizimkilere
anlattım. Babam camiye gitti, hocayla ne konuştu bilemiyorum tabii
ama beni oradan alıp bu kez Bereç’e yakın bir kursa yazdırdı. O
kursun hocası çok iyi, efendi bir insandı. Adını hatırlamasam da o
gün bugündür hep iyi hatırlıyorum.
Bu hatırada dört kişi var: Biri, küçük yaşta dindar dünyayla
tanışan çocuk. İkincisi, siyasal İslam’ın palazlandığı yıllardaki o
hoca. Hadi hafif tabirle ‘hıyar’ diyelim! Örgütlü bir hıyar mıydı
yoksa münferit mi, bilemiyorum. Üçüncüsü, çocuğu Kur’an öğrensin
isteyen dindar ve asgari duyarlılığa sahip Atatürk sever bir baba.
Sonuncusu ise yine bir cami hocası olup düzgün davranan ve hep iyi
hatırlanan insan. Hepsi aynı semtin çocukları.
Sorun şu ki, o semtin her çocuğu bu kadar şanslı değil. Kurstan
alacak bir babası olmayabilir. Kaç kişi etkilendi o anlatılardan,
hayatları nasıl evrildi bilmiyorum. Ancak kenar mahallelerde böyle
şeyler olur ve çok daha kontrolsüzce gerçekleşir. Diğer yandan,
aynı kenar mahallelerde, aynı inancı paylaştığını iddia eden aklı
başında insanlar da yaşıyor. Bu gerçek bir yana, oralardan başka
muhitlere geçiş yapmak kolay değil ama. Zira sınıfsal aidiyetler ve
o aidiyetlerin bizlere kattıkları ya da kaybettirdikleri insanın
hücrelerine işler. Bakın, sık sık yoksulluğa sövüyor oluşumun
nedeni bu. Yoksulluk görmüş insan, sonrasında ne kadar çok parası
pulu olursa olsun bakışlarından, hâl ve tavırlarından fark edilir.
Allah’ın cezası kapitalizm ve bunun Türkiye’de yaşanan en adi
versiyonu (tarihsel birikimin sonucu olarak yurttaş olamamış
milyonlar!), yoksul insanın bütün bir ömür boyunca kendisini bir
şeylere ‘lâyık’ görmemesine yol açıyor.
Biraz daha açmaya çalışayım o ‘ezilmişlik’ duygusunu. Rahmetli
babam benim kaymakam olmamı istiyordu. Tabii akademisyen olunca da
çok sevindi ama hayali kaymakamlıktı. Büyük adam. Sonunda valilik
var. Gençliğinde karşılaştığı en iri makam sahibi ‘kaymakam’ idi.
Ondan da önemli olan ‘okumaktı’ ama. Ne kadar para kazanırsa
kazansın, ‘okumuş’ olmanın en büyük nimet olduğunu düşünüyor ve
okumuşlara büyük saygı gösteriyordu, okul yüzü görmemiş Hüseyin.
Hatırlıyorum: Her cuma (esnafın tahsilat günüdür!) dükkanın
parasını zamanın Ticaret Bankası’na götürüp yatırıyordu. Giderken,
gömlek üst düğmesini ve ceketini ilikleyip her zamankinden daha
derli toplu görünmeye çalışırdı. Çünkü bankaya gidecek ve banka
memurlarıyla karşılaşacaktı. Anlatabiliyor muyum? Ömür boyu
sönümlenmeyen duygular var, koşullarınız ne kadar değişirse
değişsin.
Hani sık soruyoruz ya, “Nasıl olur da bunca yıldır oy vermeyi
sürdürürler?” diye... Bu sorunun tek bir yanıtı yok kuşkusuz, çok
karmaşık. Ancak o yoksul/ezilmiş, kendisiyle aynı tabakadan birini
görüyor artık ‘orada!’ Orası neresi? Zirve. Demek ki
çıkılabiliyormuş. Birileri yapabiliyormuş. İyi de canım, Demirel de
çoban değil miydi? Eh tabii, zaten o da sevilirdi o ‘cahil halk’
(!) tarafından. Ama unutmayalım, Demirel ‘Morrison Süleyman’ idi.
Okumuştu. İngilizce konuşur ve hep kitapları önünde fotoğraf
çektirirdi. Cumhuriyet’in çobanıydı anlayacağınız! Bu kez öyle
değil; edinilememiş, başarılamamış, yoksunluğu çekilmiş ne varsa
hayatta, onları yenerek gelmiş biri.
Tahmin ettiğim gibi konu bitmiyor, bir sonraki salı yazısında
devam ederim.
Dindar kenar mahalle insanlarının dünyası; devlete gösterdikleri
sarsılmaz sadakate, her zaman dile getiremedikleri bir
‘güvensizliğin’ eşlik etmesi, esnaflık hâlleri, özellikle kadın
sosyalleşmesinin mekânlarından düğün salonları, yılbaşları, bayram
seyran misafirliklerindeki sohbetler, ikinci ve üçüncü kuşak
dindarlıklarına dair gözlemler... Ve tabii, ‘umursamamak.’ Neden
umursamaz görünüyorlar? Umursamıyorlar mı? Nüfusun kalanı neyi ne
kadar umursuyor? Çok şey var. Bir sonraki yazıya kalsın.
Muhterem okur, komşumuzun bazen bizden hiçbir farkı yok, bazen
başka yüzyıllarda yaşıyor gibiyiz. İşte o ‘anlar’ arasındaki farkın
gerekçeleri üzerine biraz daha fazla kafa yorsak? Ukalalık olarak
algılamayın, deneyimle sabittir; küçük gördüğümüz insana hiçbir şey
anlatamayız ve onunla ‘dürüst’ ilişki kuramayız. Doğru, bakış
açımız vatanımızdır; buna mukabil başka vatanlar da var ve o
vatanlar nicedir bizimkinin yaşanmaz hâle gelmesine izin
veriyor!