Green Card başvurusu yapmış ya da yapmayı planlayan, ülkeden umudunu kesmiş, kaygılı modernlerden oluşan önemli bir kitle, Milli Eğitim Bakanı olarak Ziya Selçuk’un atandığı gün bayram etmiş, orantısız sevinç gösterilerinde bulunmuştu. Öyle ya, çoklu zeka kuramı hakkında kitap yazmış, Radikal gazetesinde sürekli “radikal” yazılar kaleme almış, okul sahibi bir bakandan daha iyisi olabilir miydi? Önceki bakan Nabi Avcı için de aynı duygu ve düşünceler içinde olanlar vardı, hatırlayınız. Anadolu Üniversitesi ile Bilgi Üniversitesi iletişim fakültelerinin efsane hocalarındandı kendisi. 1990 yılında “Enformatik Cehalet” kitabını yazabilecek kalibrede bir insan olarak Avcı ve şürekâsının aslında AKP’nin teorik altyapısını oluşturduklarını, meşruiyet temsilcileri olduklarını anlamak hayli zaman aldı.
Keşke her şey atanan bakanların sadece geçmişlerine ve isimlerine bakmanın yeterli olacağı naiflikte yürüseydi. İktidar, en geniş yelpazede rıza ve gazımızı almak için, ortak kabul görmüş bu tarz isimleri sık sık soframıza koyuyor. Biz de her seferinde “Aa çok güzelmiş, elinize sağlık, ikinci tabağı da alabilir miyiz” diyoruz. Onca yaşanmışlığa rağmen AKP’den bakan olmayı içine sindirebilmiş insanlardan eğitim hayatını, kültür dünyasını, sağlık sistemini düzeltmesini beklemek, siyasetle 2000’li yıllarda tanışmış, Cumhuriyet mitinglerine bel bağlamış, büyük fotoğrafı okumakta sıkıntılı bir kitleye özgü olabilir ancak. Nitekim aynı Selçuk, imam hatip liseleri için “Maddede manayı, kâinatta hikmeti, biyolojide azameti görmekle alakalıdır. İmam hatip okullarımız bu manada vicdanın ve liyakatin bilim ve teknolojiyle birleşerek insanlığa hizmet etmenin yolunu açıyor” deyince yavaş yavaş kırılmalar başladı. Bu hayal kırıklığı hali, asıl kreşendosunu, Bakan’ın EBA skandalına ilişkin vermiş olduğu “"Bu bizim için olumlu bir haber çünkü inanılmaz bir talep var” cümlesinde yaşadı.
Pandemi sürecinde bizden devletin “şevkatli” elini esirgemeyen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya aynı sevgi selini göstermeyi elbette ihmal etmedik. Zira 18 yılda, adına “bilgilendirme” dediğimiz temel ihtiyaca en nihayetinde ulaştığımızı sandık ve bu durumun üzerine hemen gönüllü olarak atladık. Kısa sürede Bakan’ın sosyal medya hesapları milyonlara ulaştı, dost meclislerinde “Sağlık Bakanı ne kadar tonton, munis bir insan, ne kadar da minnoş, ben çok seviyorum valla, üstelik de süreci çok iyi yönetiyor” yorumlarını duyar olduk. Kendisinin İskenderpaşa Cemaati’ne üye olduğu iddiaları hala internet haber sitelerinde duruyor oysa ki, bu konuda basın toplantılarında kendisine tek bir soru dahi sorulmadığı için günahını almayalım, geçelim…
Pandemi sürecinin başlarında kaleme aldığım “Sağlık Bakanı Bize Su Verdi” başlıklı yazıdan bazı bölümleri izninizle bir kez daha paylaşmak isterim: “Düzenli basın toplantısıyla ‘bilgilendirilme’ yapılmasına 18 yıldır o kadar uzağız ki, son bir aydır yaşananların aslında ‘Esmeralda bana su verdi’ hissiyatından başka bir şey olmadığını ayacak durumda da değiliz. O derece mutluyuz gördüğümüzü sandığımız bu ilgi ve alakadan. Zira içerikten azade olarak kabul etmek gerekir ki bu düzenli soru-cevap seanslarını uzun zamandan beri ilk kez yaşıyoruz. Hele ki karşındakine 'senin yaptığın gazetecilik değil, senin ne mal olduğunu biliyoruz' tarzındaki azarlamaları yapmadan sorulara cevap vermek, -ya da vermeden veriyormuş gibi yapmak- yepyeni bir durum hepimiz için. Hatta her yanıt sonrası gazetecilere teşekkür etmeler falan, bizim için gerçekten çok fazla, insan gayri ihtiyari şımarıyor, ‘bu kadarını hak ediyor muyuz yahu’ falan diyor, o derece yani...”
Bu sevgi seli içinde TTB ve sosyal medyadaki bazı hesaplar haricinde kimse açıklanan verilerin yanlışlığı üzerine ciddi manada gitmedi. Aksine aklı başındaki bu insanların uyarıları, “kötüyü çağırma yaaa” tarzında eleştrilere maruz kaldı. “Pozitif düşünce hayat kurtarır” felsefesi üzerine kurulu, post-modern insan hallerinin çıktısı; gerçeklerden uzaklaşmak, bilgiyi resmi kanalların inisyatifine bırakarak, inkar etmek, “iyiyi”, “güzeli” boş da olsa “umudu” satın almak oldu... Yasakların kalktığı 1 Haziran’da milyonlar işte bu duygu ve düşüncelerle çıktı sokaklara. Ve sonuç ne yazık ki “kötüyü” çağıranları haklı çıkardı. Açıklanan rakamların “vaka” değil “hasta” olduğu gerçeğini o çok iyi niyetli Bakanımız en sonunda itiraf etmek zorunda kaldı.
Dr. Feridun Baysal Twitter hesabından durumumuzu mükemmel özetledi: “Temel'in covid testi pozitif çıkmış. Telaşla, hastaneye gitmiş, içeri girince, iki kapı çıkmış karşısına: Birinde ‘pozitifler’, diğerinde ‘negatifler’ yazıyormuş. ‘Pozitifler’ kapısından içeri girmiş. Önünde yine iki kapı belirmiş: Birinde ‘ayakta’ diğerinde ‘yatakta’ yazıyor. ‘Ayakta’ yazan kapıdan girince iki kapı daha: ‘belirti gösterenler’ ve ‘belirti göstermeyenler”. Temel ‘belirti göstermeyenler’ yazılı kapıdan girince kendini sokakta bulmuş. Evde sormuşlar: ‘Temel sana iyi baktılar mı?’ Temel cevap vermiş: ‘Hiç bakmadılar ama organizasyon harika…’ Çünkü Temel hasta değil, vaka…”
Yine @dzepm Twitter hesabında dile getirilen tespitin üzerine geçen hafta kimse çıkamadı: “Test pozitif semptom yok, tabloda yoksun; semptom var test negatif, tabloda yoksun; semptom var test pozitif ama eve gönderildin, tabloda yoksun. Türkiye’de covid yeni vaka sayısına dahil olabilmen için ölüm döşeğinde olman lazım. Ama öldüğünde test negatif çıkarsa tabloda yoksun.”
CHP Milletvekili Murat Erim’in günlük vaka sayısını 29 bin olarak açıklaması, bu kaotik ortamda neredeyse kaynadı gitti. Normalde CHP Genel Başkanı düzeyinde açıklanması gereken, ortalığı ayağa kaldıracak bu bomba rakamlar, yine muhalefetin “aman bir terslik olmasın da bizi kötü göstermesinler, düşük yoğunlukta açıklasın işte Murat” anlayışına kurban gitti muhtemelen. Başta İstanbul olmak üzere son yılların ortalamalarının çok üzerinde ölüm vakaları yaşandığı da defalarca dile getirilmişti. Ancak söz konusu verilere destek olacak, sistematik çalışan bir muhalefetin eksikliği, son 6 ayda yaşadığımız bu manipülatif hayatın, belki birincil değilse de ikincil derecede müsebbibidir. Her şey açık oysa ki, Dünya Sağlık Örgütü de olayın farkında, çünkü hepiniz ordaydınız, hepimiz ordaydık…
En başından beri başarıya odaklı olmak, bizi buraya getirdi. Yine kimse istifa etmedi ve etmeyecek de. Çünkü 6 ay önceki yazıya dönecek olursak, başarılı olduklarına yürekten inanıyorlar. “Korona ile mücadele sürecindeki en önemli handikaplardan birisi, siyasal otoritenin bütün stratejisini sadece ‘başarı’ üzerine odaklaması oldu.” Büyük hastane açılışları, her şeyin en büyüğüne olan ulusal fetişizmimiz, ne yazık ki pandemide iflas etti. Zaten 18 yıldır, her eylemde, her icraatta başarılılar, mükemmeller! Onlar asla yanlış yapmazlar ancak kandırılabilirler. 6 aydır basın toplantıları bu nedenle dünyada korona ile mücadelede şu kadar iyiyiz, bu konuda mükemmeliz” ile başlıyor ve öyle bitiyor. Resmi rakamlara göre günde 60-70 kişinin ölmesi ne gam… Bu en başından kabullenmemiz gereken bir ön kabul aslında. Yani Allah korusun vaka ve ölü sayısı kat be kat artmaya devam etse de “biz yine de başarılıyız, çünkü çok şükür 200 bin kişi ölmedi, bakın İtalya’ya, ABD’ye” deneceğini şimdiden biliyoruz. Dolayısıyla virüsle mücadelede “başarılı” olsak da başarılı olacağız, başarılı olamasak da “başarılı” olacağız. Bunu satın almaya meyilli, “iyi, güzel” habere aç, her kesimden milyonlar hemen köşede bekliyor zaten.
O zaman, kimse kusura bakmasın, artık ben de bakanlarımızın sözlerine bütün kalbimle inanmaya karar verdim. Çünkü bunu kabullenmek çok daha az yıpratıcı, daha az yorucu, üstelik daha güvenli bir ruhsal alan yaratıyor. Romalıların dediği gibi: “Credo quia absurdum est- İnanıyorum çünkü saçma.” Madem Avcı’nın Enformatik Cehalet kitabından bahsettik, Voltaire’in “Cahil Filozof”unda ifade ettiği cümleyle bitirelim: “Beni nelerle aldattıklarını bile bilemeyecek kadar cahilim.”