1.
Bir eşikte duruyoruz.
İşler değişiyor. Araçlar değişiyor. Yazı değişiyor. Müzik değişiyor. Resim değişiyor. Bunları üretme biçimleri değişiyor. Yazacağız ama bildiğimiz anlamda yazar olacak mıyız? Çizeceğiz ama acaba bildiğimiz anlamda çizer olacak mıyız? Üreteceğiz ama ürettiklerimiz ne kadar bizim olacak? Ne kadar bizim kalacak?
Velhasıl hayat değişiyor. Hayatı üretme, koruma, sürdürülebilir kılma yollarımız değişiyor. En işlek yol eğitim. O da değişiyor. Belki en çok o değişecek. O değişince, nesillerce biz de değişeceğiz.
Bu yüzden bana göre bugünlerin en önemli sorusu şudur: Geleceğin eğitimi nasıl olacak?
2.
Bu soruya cevap vermek için kullanacak birçok örnek, birçok gösterge, birçok hikâye var.
Bugün bunlardan sadece bir tanesini anlatmak istiyorum. ABD’den bir hikâye... Belki bize uzak bir hikâye gibi gelebilir ama yakınlaşmasından korkuyorum. Zira ABD’den çıkan, orada yaşanan her şeyin dünyayı dolaşma potansiyeli var. Aslında “korkuyorum” demek de yanlış; bu işin birgün her yerde bu noktalara geleceğini seziyorum; o yüzden duvarımızı şimdiden tahkim etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Hikâye şu… Geçenlerde okuduğum bir New York Times makalesi, ABD’deki okullarda devamsızlık oranının, pandemi döneminin ardından görülmemiş bir hızla yükseldiğini anlatıyordu. Ülke genelinde, örgün eğitimdeki her dört çocuktan biri kronik devamsızlık gösteriyor. Bazı okullarda üç çocuktan biri. Öğrenciler okula gitmiyor. Zengini de gitmiyor, fakiri de gitmiyor. O kadar gitmiyorlar ki, söz konusu makale şu başlığı taşıyor: “Okul ‘opsiyonel’ hale geliyor.”
Neden?
Her şeyden önce sistem izin verdiği için. Durum, eyaletlere göre değişiklik gösteriyordur ama makaleden anladığımız kadarıyla ABD’de çocuklar okula gitmeyebiliyor. Bizdeki gibi raporlara, izinlere gerek duymadan devamsızlık göstermek mümkün; herhangi bir sebeple en az 18 gün okula gitmemiş bir öğrenci kronik devamsız sayılıyor (Makalenin bu konunun kendisini sorgulamaması bana ayrıca ilginç geliyor; demek ki o kadar sistemsel bir mesele).
Sistem izin vermesine veriyor da esas sebep, pandemi sonrası okulların açılmasıyla beraber eğitimde vidaların gevşemesi. Uzmanlardan öğrendiğimize göre kurallar esnemiş, uzaktan öğretim daha çok devreye girmiş, sınıf geçmek de kolaylaşmış. Makale bize zenginlerin de fakirlerin de okula gitmediğini söylüyor. Ama farklı farklı sebeplerle… Zenginlerin çocukları, artık ‘evden çalışan’ aileleriyle beraber uzun tatillere çıkabildiklerinden gitmiyorlar. Tatildelerken onlar da bir süreliğine evden eğitime tabi oluyorlar ya da en azından öyle yaptıklarını düşünüyorlar. Tatillerini bitirince de okullarına dönüyorlar. Fakirlerin çocukları ise, anlaması kolay, fakirlikten gitmiyorlar okula. Evde bakmaları gereken biri olduğundan ya da onları okula götürecek bir araç bulamadıklarından. İki grup da bir şekilde idare ediliyor. Sistem, genellikle yaptığı üzere, eşitsizliği ortadan kaldırmak yerine idare etmeyi seçiyor.
Bir başka sebep de, anne-babaların çocuklarının zihinsel sağlıklarını koruma telaşı. Özellikle zengin kesimlerde, duygusal olarak zorlanan, anksiyete ve depresyon emaresi gösteren çocuklar devamsızlık yapıyor.
Peki ne oluyor?
Makaleden bir cümle: “Bu trendler, Amerikan çocukluk ve okul kültüründe çok temel bir değişim yaşandığını gösteriyor. Uyanmak, otobüse yetişmek ve okulda hazır olmak gibi bir zamanların kökleşmiş davranışları yavaş yavaş silinip gidiyor.”
Yerine gelen nedir? Daha iyi, daha makul, daha anlamlı bir eğitim mi? Daha düzgün koşullarda yetişen çocuklar mı? Daha dengeli bir sistem mi? Hayır. Makaleye konuşan uzmanlar, eğitimin içinin boşaldığını, okula gitmeyen çocukların, akademik açıdan daha iyi öğrenemeyeceği gibi, sosyal ilişkiler kurmakta da zorluk yaşayacağını anlatıyor. Bu yüzden bazı mahallelerde kapı kapı dolaşarak öğrencilerini arayan okullar var.
Gazete, bu trendin daha da yaygınlaşmasından endişe ediyor ve şu soruyu soruyor: Yeni normal bu mu?
3.
Yeni normal…
Birçok alanda yeni normallerimiz var. En başta çalışma kültüründe. Şu an ancak biraz biraz anlayabiliyoruz; pandemideki kapanma dönemi dünyayı tahmin ettiğimizden çok daha fazla değiştirdi. Her şeyden önce uzaktan çalışma bir düşünce olarak yerleşti. Şimdi birçok şirket, bu konuda aşırıya kaçıldığını düşünüp, çalışanları iş yerine yeniden çekecek yeni düzenlemeler getirse de çalışmanın iş yeri dışında var olabileceği bir format artık hayatta. Bunu kimisi az kimisi çok uygulayacak ama böyle bir format mevcut.
Bu format, bu düşünce, bir sürü başka formatı, başka düşünceyi de yanında sürüklüyor. Mesela şirketler, o kadar da sigortalı çalışana, o kadar büyük ofis alanına, şuna buna ihtiyacımız yok diyebiliyor. İnsanlar yavaş yavaş bordrodan düşüyor. Daha da düşecek. Güvencesiz ve geleceksiz çalışan prekarya nüfusu giderek artacak. Halihazırda derin olan eşitsizlik daha da derinleşecek. Verim ne olacak, sosyallikler ne hale gelecek, insan insanı nasıl tanıyacak, kaynaşacak; oralarını henüz bilemiyoruz. Yeni normal henüz geleceği göstermiyor bize.
Eğitimin geleceğini de bilemiyoruz. Ama gidişatı biraz olsun tahmin edebiliyoruz.
Gidişat eşitsizlikten yana. Bu hikâyenin ABD’de anlatılıyor olması sizi yanıltmasın. Çeşitli yansımalarını bizim de yaşadığımız bir hadise bu. Mesela öğrenme araçları elektronikleşince, bazı çocuklar bir adım öne geçti. Pandemi sırasındaki evden öğretim döneminde fakir semtlerdeki elektrik kesintisi bile bir sorundu. Sistem, yoksulluğun ne olduğunun, nereye vardığının ayırdında bile değil. Sistem birtakım planlar yapıyor ve yoksulları ardında bırakıyor.
Yeni normal biraz bu.
4.
Bizim gibi ülkeler, eşit örgün eğitimin yemekten sudan bile önemli olduğu ülkelerdir. Genç nüfuslu, dikey mobilite imkânı yüksek ve mobilitenin eğitimle sağlanabildiği ülkeler kendini geleceğe taşıyabilen ülkelerdir.
Biz böyle bir ülkeydik. Eğitim önemliydi. Eğitim Aziz Sancar’ı Mardin’den alıp Nobel’e taşıdı mesela. Benim kuşağımın Anadolu Liseleri benim gibi taşrada büyüyen birçok çocuğun şansını büyükşehirlerin özel kolejlerinde öğrenim gören çocuklarıyla neredeyse eşitledi. Eğitim, Türkiye’nin en iyi işlenen fikirlerinden biriydi.
O fikir aşınıyor. İki binli yıllardan itibaren art arda yaşanan krizlerin orta ve alt-orta sınıf ailelerinin eğitime yaptıkları yatırıma sekte vurması, iktidarın berbat ekonomi ve eğitim yönetimi, iyi eğitim kurumlarının içinin boşaltılması ve nihayet liyakatsiz kadrolar, Türkiye’de dikey mobilite için eğitimin gerekli olduğu ve işe yaradığı fikrini aşındırdı. Eğitim, pragmatik bir yöntem olarak halkın elinden alındı. Şimdi neredeyse sadece bir zorunluluk… Bir zorunluluğun fikri. Başlangıçtaki fikir değil. Yirmi sene önceki fikir bile değil.
Bu iyi değil. Yeni normalimiz bu olursa, hiç iyi değil.
5.
Okuduğum makale ABD’de o kadar ses getirdi ki, okurlar onun altına yüzlerce yorum bıraktı (bu yazıyı kaleme alırken 2298 yorum vardı). Öğretmenler, veliler, akademisyenler… Genel olarak öğrencilerin hedefsiz kaldığından, eğitimin kalitesinin düştüğünden, öğrencilerin artık hiçbir şeye ilgi göstermediğinden ve kafalarını toplayamadığından, okullarda şiddetin, kötü davranışın arttığından bahsediyorlar.
Ne tuhaf değil mi, dünyanın en büyük, en güçlü ülkelerinden birinde eğitim kötüye gidiyor.
Bir okur tüm trendlerin birleşip tek bir noktayı gösterdiğini yazmış: Eğitim düzeyi düşük ve eleştirel düşünceden yoksun bir toplum…
Tesadüf değil.
Aslında tam da bugünün giderek otoriterleşen, otoriter iktidarlara, diktatörlüklere yol veren ultraliberal sisteminin, ultra-eşitsiz sisteminin tam istediği türde bir toplum bu. Bir tür Trump toplumu… Bağrından evvela Trump’ları çıkaran, onlara yol veren bir toplum. Zenginlikle otoriterliği harmanlayan bir sistem ve ona ses etmeyen, kendine sunulanlarla yetinen, yetinmeyenlerin ezilmesine ses etmek bir yana, buna destek veren bir toplum… Eğitim fikrinin değil yandaşlık fikrinin daha çok işe yaradığı bir toplum. Eğitimin zenginlere sunulduğu, yoksulların ve yoksul adaylarının payına ise survival’la karışık az eğlence-çok vatanseverliğin düştüğü bir toplum…
“Amerika’dan çıkan fikirler illa bize de gelir” demiştim. Hollywood filmleri gibi… ‘Çok yakında’ deyip dünyayı hızlı dolaşırlar. Biz ülke olarak, eğitim fikrini öyle de olsa böyle de olsa halen önemsiyoruz. Yüz yılı böyle devirdik. İkinci yüzyılımızda bu ‘çok yakında’yı öteleyebildiğimiz kadar ötelemememiz lazım.
Yeni normalimizin bu olmasına izin vermememiz lazım.