Bir insanı gerçekten tanımanın en kestirme yolu nedir?
Farklı farklı olaylar olduğunda hep gözlerine bakmak, okuduklarına bakmak, iktidar sahibi olduğunda nasıl davrandığına bakmak mı? Borç vermek, güç vermek, yetki vermek mi? Kötü günümüzde yanımızda olup olmadığını kontrol etmek, beraber tatile gitmek, sevdiği, nefret ettiği ve çok güldüğü şeyleri incelemek mi? Çocuklarla, garsonlarla ve kedilerle olan ilişkilerini irdelemek mi?
Bunların hepsi olabilir ama birini bu yollarla tanımaya çalışmak, zaman istiyor biraz. Bir süre bakacaksınız, bekleyeceksiniz, değerlendireceksiniz, yorum yapacaksınız filan. Uzun yol yapacaksınız yani.
Kestirme yol arıyorsanız, bir insanın cümle içinde kaç kere “ben” dediğine bakmanız yeterli. Kaç kere karşısındakinin sözünü keserek, kendinden bahsetmeye başladığına da bakabilirsiniz. Konuşması sırasında, onun adına kaç kere utandığınızı da sayabilirsiniz.
Bu tarz insanlar, toplantılarda “Benim burada ne işim var ya?” oturuşuyla otururlar sandalyede. Herkesin sandalyesi (normal olarak) masaya yakınken, hatta bazı sefillerin dirsekleri masanın üstündeyken, bunların sandalyesi hep geride durur. Masayla temas etmez. Ortalama boyutta bir yetişkinin, yan yan yürüyerek geçebileceği kadar bir mesafe vardır arada.
Başkaları konuşurken, genelde telefonlarına bakarlar. Bunu yanlış anlamayın sakın. Karşıdakine “Seni dinlemiyorum!” mesajı vermek için yapmazlar asla. Saygısız insanlar değillerdir. (Modern çağda, biri konuşurken cep telefonuna bakmak, karşı tarafa “Sen çok sıkıcısın ve ben çok meşgulüm.” hissini en güzel şekilde verebilen, nazik bir harekettir.)
Bir an gelir, telefondan kafalarını kaldırır ve birkaç saniye, konuşan kişiye bakarlar. Sonra da hızlı bir kafa çevirişle telefona geri dönerler. Bu ani bakış ve geri dönüşe, “Haa, bir an için önemli bir şey söyleyeceksin sandım ama görüyorum ki, dikkatime değecek bir durum yok.” adı verilir.
“Asıl mesele ne biliyor musun?” kalıbı, bunlar için yaratılmıştır. Asıl meseleler, her zaman onlardan sorulur çünkü. Asıl meselelerin efendisidir onlar. Konuyla ilgisiz anılarıyla süsledikleri çeşitli açıklamaları, her meseleye ışık tutabilecek güçtedir.
Maalesef, hiçbir zaman, hak ettiklerine inandıkları yerde değildir bu insanlar. Başkalarının hataları, birilerinin kıskançlıkla önünü kesmesi, bazı pislerin onu hedef göstermesi ve en önemlisi, bir sürü sefil insanın onu hiç anlamaması yüzünden, buradadırlar. Aslında çok başka yerde olmaları gerekir ama buradadırlar. Ne yazık.
Bulundukları kurum için neler neler yaptıkları, geçmişten günümüze taşınan (her biri bir ders niteliğinde) anıları, emek emek fedakârlıkları ve inanılmaz zekâları kelimelere dökülürken, pat diye dururlar birden. Evet, hızla akan, ahenkle dans eden o cümlelerin tam ortasına, derin bir sessizlik çöker.
Sessizliğin ardından, beklenen hamle gelir: Önce, derin nefes almalı bir iç geçirme, arkasından da “ıhahs” gibi bir ses efekti. Bu ses, bir tür gülmedir ama tam gülme de değildir. Hızlı giden konuşmadaki ani frendir.
Anlatmaktan vazgeçmişlerdir çünkü. Yani zaten kime, ne anlatıyorlardır ki? (Siz de anlıyormuş gibi dinliyordunuz ama anlayamazsınız.)
Her yerde, her ortamda var bu insanlardan. Gittikçe artıyorlar. Gördüğümüz, yerde, hızla tanıyoruz artık. “Ben” diye başladıkları ve bitirdikleri cümleleri duydukça, koşarak kaçmak istiyoruz ama bazen kaçamıyoruz. Epeyce yaklaşıyoruz, duyuyoruz, anlatamıyoruz.
Teknolojinin bu kadar ilerlediği, her şeyin gayet güzel ölçülebildiği dünyamızda, hâlâ “egoölçer” diye bir aletin icat edilmemiş olması, şaşkınlık ve üzüntü verici değil mi?
Mesela herkeste bir egoölçer olsa, sürekli ölçüm yapsa... Belli bir ego seviyesinin üstüne çıkıldığı an, dit dit dit sinyaller duyulmaya başlasa... Sesler arttıkça artsa...
“Benim bu egoölçer de bozuk galiba. Sürekli ötüyor. Asıl mesele ne biliyor musun? Çin malı bunlar. Ben, zamanında buna çok benzer bir proje önerisi sunmuştum, bazıları taş koyunca, kabul edilmedi. Bak, yaptılar şimdi.” cümleleri başlasa.
Çok güzel olmaz mı?