Dışarıda ıhlamurlar çiçek açmış. Yağmur sonrası solucanların cirit attığı toprak mis gibi kokular yayıyor etrafa. Az ötede tüm renkleriyle göğü adeta şımarıkça sahiplenmiş gökkuşağı... Örümcek ağını andıran ince dallarıyla güneşte parıldıyor huş ağaçları. Doğanın sesinin renklerle buluştuğu bir Van Gogh tablosunu andırıyor yaşam bir an için...
Oysa, pencerenin camında usulca biriken ve göz açıp kapayıncaya kadar görüşü tamamen kapatmaya niyetli buğu gibi duruyor gündem... Ne de olsa insanoğlunun 3500 yılı aşkın yazılı tarihinin sadece 270 yılında savaş yaşanmamış; savaşlar hep cam kenarında biriken buğu misali kişisel ve ulusal tarihlerimizi işgal edip durmuş.
Ya ülkelerin aralıksız giriştikleri savaşlar, ya da hayatın türlü zorluklarına karşı kendi küçük evrenimizde verdiğimiz mücadelelerin yarattığı buğu kaplıyor camlarımızı. Ama ikisinin de ortak noktası, sınırlı bir süre için dahil olduğumuz bu yaşamın güzelliklerini ıskalamamız...
Rusya üç ayı aşkın süredir Ukrayna’yı işgal ediyor. 4200’ün üzerinde kişinin öldüğü, 5 bini aşkın kişinin yaralandığı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, Ukraynalı mülteci sayısı ise 6,5 milyonu geçti.
Rusya ve Ukrayna heyetleri, savaş süresince ateşkes için dört defa yüz yüze müzakere yapmış olsa da, şu anda müzakere süreci askıya alınmış durumda.
Bir yandan da savaşın Ukrayna dışına, öncelikle de Moldova’daki Transdinyester bölgesine taşacağından endişe ediliyor.
On bir yılını devirmiş Suriye iç savaşı ve geride bıraktığı fiziksel ve insani enkaz da cabası...
Sürekli bölünme riski ve siyasi istikrarsızlıkla karşı karşıya olan Libya’da ise tüm aktörler sürekli oyun kurup oyun bozma telaşında.
Pekin-Washington hattında Tayvan üzerinden gerilim yeniden yükseliyor; Çin’in Tayvan’a saldırması durumunda ABD duruma askeri olarak müdahale edebileceğini söylüyor. Ege Denizi’nde yeniden gündeme gelen adaların silahsızlandırılması konusu da Yunanistan ile Türkiye’yi savaşın eşiğine getirme riskini her an taşıyor.
Tüm dünya olarak, mevcut ve olası savaşlardan söz edip geleceğe dair kaygıları birbirine eklemleyerek, bu karanlıklar silsilesinden çıkmanın yollarını Sisifos misali arayıp duruyoruz.
Bense bir süredir günün belli saatlerinde gündeme gözlerimi ve kulaklarımı tamamen kapatarak, iki bilim insanı arasında yıllar önce yapılmış mektuplaşmaların satır aralarını okuyorum.
1931 yılında, o dönemde Milletler Cemiyeti’nin bünyesindeki Entelektüel İşbirliği Enstitüsü, barış hakkında kendi belirleyeceği bir başka bilim insanıyla disiplinler-arası bir fikir alışverişinde bulunması için Einstein’a bir teklif götürür. Einstein da bunun üzerine psikanalizin babası Sigmund Freud ile mektuplaşmaya başlar.
Hatta Freud daha sonra Einstein ile tanışıklığından esprili bir şekilde söz eder: “Ben fizikten ne kadar anlıyorsam o da psikolojiden o kadar anlıyor. Yine de hoş bir sohbetti yaptığımız...”
İnsanın şiddete olan düşkünlüğü neden kaynaklanır? Uygarlık, karşılaştığı zorluklarla nasıl mücadele etmeli? Dünyadaki şiddet ve savaş nasıl azaltılır? İnsan doğası nedir? İnsanlığı savaş tehdidinden korumanın yolu var mıdır? Bu ve daha birçok konuda bu iki aydın 30 Temmuz 1932 tarihinde başlamak üzere uzun süre entelektüel bir tartışma yürütürler.
Mektuplaşmalar bir süre sonra Milletler Cemiyeti tarafından derlenip “Niçin Savaş” başlığı altında yayımlanır. Einstein, mektuplarında, toplumlarda kendi egemenlik haklarını savaş yoluyla korumaktan başka bir şey düşünmeyen ve iktidar hırsıyla şekillendirilen yönetici sınıfın varlığına ve ulusal bağımsızlık söz konusu olduğunda bu sınıfın “siyasi kudret açlığına” dikkat çeker ve sorar:
“Nasıl oluyor da bu azınlık kendi hırsları ve emelleri doğrultusunda, herhangi bir savaş durumunda kayıplar verecek ve acı çekecek çoğunluğun iradesine böylesine hükmedecek duruma gelebiliyor?”
İlk mektubunu Potstdam yakınlarında Schwielowsee gölünün huzurla kapladığı Kaputh kasabasındaki yazlık evinden yazan Einstein, insanda nefret ve yok etme ihtiyacının olağan hallerde bastırılmış olduğunu, olağanüstü durumlarda da bir çırpıda “kitlesel saplantı” noktasına gelebildiğini söyler. Savaşın sebebini de bu dürtü olarak görür.
Einstein’a göre, yönetici sınıfın hırsları ve emellerini dizginlemek üzere entelektüel bir denetim mekanizması kurulmalıdır. Bu, bir nevi vaktiyle Platon’un Politeia adlı eserinde ortaya koyduğu “filozof kral” ütopyasıyla da örtüşür.
Uluslararası düzeyde kurulmasını önerdiği entelektüel konsey, Einstein’a göre, yasama ve yargı kollarını da içinde barındırmalı ve her türlü sorunu çözebilmelidir.
Ona göre, mükemmel bir dünya yönetimi, içimizden en seçkinlerin yönetimiyle sağlanabilirdi. Ancak bunun da sınırları olduğunun farkındaydı:
“Bilim akademilerinde de rastlanan insan yaradılışının eksikliklerinden doğan sakıncalar burada da görülecektir şüphesiz. Ama, yine de öyle bir çabaya girişmek yerinde olmaz mı?”
Freud ise, bu mektuba birkaç ay sonra Viyana’dan gönderdiği yanıtta, ilkel toplumlardan itibaren şiddetin evrimleşmesinden söz eder ve bunu insan doğasına, hak arama dürtüsüne, güç sahibi olanın şiddete en yakın konumlanmasına bağlar.
Peki, İngiliz feylesof Hobbes’un da dediği gibi, insan doğası gereği kötü müdür? İnsan mutlaka başka insanların kurdu mudur?
Freud, bir psikanalist olarak, insan içgüdülerini koruyucu-birleştirici ve yıkıcı-öldürücü olarak iki sınıfa ayırır. Bir fizikçi olarak Einstein’ın anlayacağı dilden ifade etmek gerekirse, insan doğasında zıt kutuplar birbirini iter veya çeker.
Dolayısıyla, insanlar amaçlarına ulaşmak için saldırgan-yok edici eylemlere de girişebilir, bir nesneyi sevdiğinde ise sahiplenme güdüsüyle onu koruyabilir de.
Bir de “ölüm içgüdüsü” vardır elbette... İnsanoğlu, varlığını kendi dışındaki diğer varlıkları yok ederek savunma yoluna da gidebilir. Alman şair Bertold Brecht, savaş hakkında en kısa şiirini yazmıştı: “Savaş istiyoruz... En önce vuruldu bunu söyleyen.”
Freud, silahların ortaya çıkmasıyla birlikte üstün akıl gücünün yerini kaba kuvvete bıraktığını, ancak nihai amacın da düşmanın bir daha savaşmaya cesaret edemeyecek hale getirilmesi, diğer düşmanların da benzer bir hamlede bulunmaktan caydırılması olduğunu düşünür. Çünkü Freud, insanda mevcut olan saldırganlığı yok etmeyi değil, bu duyguyu savaştan başka yöne kaydırmayı amaçlar.
Freud’a göre, “İnsanlar arasındaki çıkar çatışmaları, ilke olarak şiddet ile çözülür. Bu, insanın dışlanmayı talep etmeyeceği hayvanlar aleminde de aynıdır.” Ancak Freud, insan topluluklarında eşitsiz güç dengeleri olduğu için güç ile şiddet arasındaki ilişkinin kırılmasının zor olduğunu düşünür.
Zira Prusyalı general ve entelektüel Clausewitz’in de dediği gibi, “Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır.”
Peki ama bunu en son başvurulan araç haline getirmenin yolu nedir?
Freud’a göre, durdurulamaz şiddet arzusunun yeniden hukuk yoluna girmesinin tek koşulu, şiddete karşı kurulan birliğin dayanıklı ve istikrarlı oluşudur. Şiddete karşı zafer kazanmak üzere bir araya gelen bu insanlara güç veren ise aralarındaki duygusal bağ ve toplumsal dayanışmadır.
Bunun için de insanlar arasındaki bağları güçlendirecek çözümlere odaklanılmalı, insanların mevcut tüm güdülerini sağduyu ve mantığın emrine verdiği bir toplum inşa etmeli. Yani tüm bunların ütopik bir umut düzeyinde kalmaması için çabalamalı. Tolstoy’un ünlü romanı Savaş ve Barış’ta “Zafer kazanmak barut kokusu almayanlara herhalde çok kolay geliyordur” demesi gibi, savaşı hiç yaşamayanlar için barışın önemi anlatılmalı.
Bu açıdan, efsanevi müzisyen Paul McCartney’in konser turunda Ukrayna halkıyla dayanışma örneği olarak uzun bir süredir sarı-mavi bir gitar kullanması da bu bağları güçlendirir, Mariupol’daki evlerini terk etmek zorunda kalan ailenin Down sendromlu oğullarına hayranı olduğu Amerikalı güreşçi John Cena’yı görmek için seyahat ettiklerini söylemesi üzerine Cena’nın ilk uçağa atlayıp Amsterdam’a gelmesi de aynı duygusal bağ ve toplumsal dayanışmanın kristalleşmiş halidir.
Sadece fiziki savaşlarda ortaya çıkmaz bu dayanışma ruhu; hak arayışlarında da kendini gösterir. Tıpkı kadının insan haklarının hak ettiğimiz evrensel standartlara gelmesi için toplumda kadınlarla erkeklerin birlikte uzun yıllardır verdiği mücadelede olduğu gibi... Tıpkı İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararına karşı açılan davaların birbiri ardı sıra Danıştay’da görülmesi sırasında baro, sendika ve hak savunucusu derneklerin gösterdikleri güçlü dayanışma ve kararlılıkta olduğu gibi...
Einstein’in barış ve savaşa dair entelektüel çözüm arayışları bu yazışmaların ötesinde de devam eder. 1932 yılı Nisan ayında Avrupa ve Yaklaşan Savaş konulu bir sempozyumdaki konuşması, Rusça olarak Nord-Ost gazetesinde yayımlanır:
"Savaş üretimi yasaklanmadıkça, savaşların birbiri ardı sıra yaşanacağından emin olabiliriz. Uygarlığımız bu şeytanın üstünden gelecek ahlaki güce erişmedikçe, önceki uygarlıkların kaderini paylaşmaya mecburdur; düşüş ve çöküş.”
Hatta, yıllar sonra, Marion Block isimli üniversite birinci sınıf öğrencisi bir genç kadın, Einstein’a bir şekilde ulaşıp ona “birbiri ardı sıra savaşlar yaşanırken, yaşamanın anlamı nedir? Biz niçin halen hayattayız?” sorusunu yönelttiğinde Einstein üşenmez ve kendisine bir paragraflık bir yanıt gönderir:
“İnsani alanda 'niçin' sorusunun yanıtını vermek kolaydır: kendimizi ve diğer insanları tatmin etmek. İnsan-ötesi alanda ise, bu sorunun hiçbir anlamı yok.”
Tüm bu yazışmalar, günümüzde tüm çıplaklığı ve acımasızlığıyla yaşanan savaşlar ve trajediler düşünüldüğünde, iyi niyet temennileri gibi gelebilir. Ancak sorunların analiz edilme tarzı ve insan doğasına dair verilen ipuçları, birçok açıdan dünya yönetişiminin ve insanlar-arası ilişkilerin nasıl daha adil hale getirilebileceğine dair çözüm önerilerini besleyecek nitelikte...
Örneğin Türkiye’nin yaşadığı ve yaşamakta olduğu sorunların barışçıl ve kural-temelli çözümünde üyesi olduğu Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi ittifakların dayandığı toplumsal dayanışma bağları ve birliktelik duygusu belirleyicidir.
Öte yandan, 2005 yılından beri katılım müzakerelerini sürdürdüğümüz ancak gelinen aşamada donmuş durumda bekleyen, zaman zaman gündeme gelen pozitif gündem tartışmaları ise bir arpa boyu yol almayan AB-Türkiye ilişkilerinde, Freud’un sözünü ettiği, toplumsal dayanışma bağları giderek zayıflıyor. En son oylanan Avrupa Parlamentosu'nun yıllık Türkiye raporu bunun sadece bir örneği.
Savaşın önlenmesi için Einstein’in önerdiği entelektüel denetim mekanizması yerine Freud’un önerdiği toplumsal dayanışmayı ise çok daha güçlü ve sonuç alıcı görüyorum. Çünkü barış sadece entelektüellerin değil, savaştan zarar gören ve görecek olan tüm ulusal ve uluslararası ekonomilerin, işçi sınıfının ve son kertede tüm halkın anlayabileceği kadar basit bir yalınlıkta bir olgu.
Demek ki, bu sivil dayanışma birliği, ülkelerin akıllarına estiği anda savaş çıkarmalarını engelleyecek kadar güçlü bir mekanizmaya sahip olmalı.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı'ndan galip çıkan büyük devletlerin liderliğinde, yaşanan savaşların tekrarını önlemek amacıyla kurulan ve ekonomik, toplumsal, kültürel bir işbirliği platformu olmayı hedefleyen Birleşmiş Milletler (BM) ve yine sadece ticareti değil barışı da hedefleyen ve iç hukukunu da bu şekilde düzenleyen Avrupa Birliği gibi savaş-karşıtı mekanizmaların, ulusal ve uluslararası düzeyde sivil destek ve denetim görmezlerse, hızlı ve etkin karar almaya yönelik mekanizmalarla donatılmazlarsa devletlerin ani çılgınlıkları karşısında işlev gösteremeyecekleri açık.
İşte bu yüzden, savaşa karşı uluslararası ve ulusal düzeyde binlerce sivil örgütlenme var ve bu örgütlenmeler, sivil halkın savaşa karşı olma bilincini her daim canlı tutarken aynı zamanda BM ve AB gibi “entelektüel” mekanizmaların bürokratikleşmesinin ve atalete düşmesinin önüne geçmeye çabalıyorlar.
Kalıcı barış, çatışma sonrası düzen tesisinde toplumsal olarak inşa edilmiş, kurumlarla da desteklenmiş bir gerçekliktir. Yoksa insan bütün o acıları, yıkımları, savaşları, yerinden edilmeleri boşuna mı yaşadı?
Charlie Chaplin’in o ünlü konuşmasında unutulmaz replikteki gibi: “Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil. Birbirimizden nefret etmek, birbirimizi aşağılamak istemeyiz. Bu dünyada herkese yetecek yer var.” Ve tıpkı büyük şair Nazım Hikmet’in o güzel dizelerindeki gibi: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.”
Ukrayna’dan Suriye’ye, Libya’dan Filistin’e, Tayvan’dan Ege denizine bu dünyada hepimize yetecek yer var. Barış hasreti bizim...