Ekin: Tiyatro korkaklıkla yürümez!
Sarı Sandalye tiyatro grubu Edgü’nün romanı 'Hakkari’de Bir Mevsim'i tiyatroya uyarladı. Oyunun yönetmenleri Çağdaş Ekin ve Yiğit Tuna ile oyunu, alternatif tiyatroyu, ''aydın olma'' meselesini ve Edgü'nün anlattığı 'Kürt sorunu'nu anlattı...
Ferit Edgü’nün yazdığı 'Hakkari’de Bir Mevsim' isimli roman, 80’li yılların başında Tezer Özlü’nün önerisiyle yönetmen eşi Erden Kıral tarafından filme alınmıştı. 'Sarı Sandalye' tiyatro grubu Edgü’nün romanı ''Hakkari’de Bir Mevsimi''i tiyatroya uyarladı. Oyunun yönetmenleri Çağdaş Ekin ve Yiğit Tuna ile oyunu, alternatif tiyatroyu, 'aydın olma' meselesini konuştuk.
''Sarı Sandalye'' ne zaman kuruldu? Kimlerden oluşur?
EKİN: 2014 yılında kurulan bir ekibiz. Bahar ayları diyebiliriz sanırım. İlk oyunumuz olan "Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi"ni ilk olarak İKSV Uluslararası Tiyatro Festivali'nde sergiledik. Bu başlangıç oldu ve sonrasında da oyunlarımızı İstanbul'daki çeşitli sahnelerde sergilemeye devam ettik, ediyoruz.
Ekibimizin çoğunluğu Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu'nda (GSÜTT) tanışan insanlar. GSÜTT'de çoğu oyunda beraber rol alan, yönetmenlik, dekor, artık üniversite tiyatrosunda yapılan ne iş varsa çoğunu beraber yapmış kişileriz.
YİĞİT: İlk iki oyunda sadece GSÜTT geçmişi olan kişilerle yola çıkmış olsak da 2015-2016 sezonuyla birlikte topluluğu genişlettik ve kumpanyadan ziyade her oyunu farklı bir proje olarak görmeye başladık, diyebiliriz.
Ödeneksiz tiyatro yapmanın zorlukları nelerdir?
EKİN: Zor kısmı sanırım hep minimal düşünmek olsa gerek. Hayaller sahnede uçan insanlar, muazzam dekorlar, gerçekler Eminönü'nde koli arayan yönetmenler, oyuncular… Bu işin belki tatlı zorluğu… Tatsız olanları ise sanırım daha çok. Ödenek, yani destek denilen şey bir muhtaçlık ve sadaka kültürüne hizmet ediyor. Tiyatro, devletin bütçe ayırmasının zorunlu olduğu bir alan… Yine hayaller ve gerçekler bambaşka tabii. Ödeneksiz olunca, yapılan işlerin niteliği de değişiyor.
Bu bir yanıyla daha özgür bir alan sunuyor belki ama fakirlik edebiyatından öteye gitmemiz pek mümkün değil sanki. Şu an ödenekli ve nitelikli iş yapan tiyatrolar çok az. Giderek azalıyor. Bir yanda da giderek çoğalan ödeneksiz, alternatif, genç bir toplam var. Umut veren bir kalabalık ama bir yandan da giderek ayrışan, bir araya toplaması zorlaşmaya başlayan bir toplam bu sanki.
YİĞİT: Günümüzde sadece tiyatro yaparak ihya olmak ve hiçbir sıkıntı olmadan yaşam sürdürmek mümkün mü, bilmiyorum. Yaptığınız işi devlet ödeneği olmadan yaptığınızda sanatsal anlamda hareket alanınızın daha açık olduğu aşikâr. Ancak, fiziksel anlamda, ortada hatırı sayılır bir sermaye yoksa maddi kaygılar en başından itibaren denkleme giriveriyor.
Gönül ister her projede dekoru, kostümü, telif giderlerini, müzik masraflarını kısmaya uğraşmayalım; ama buna mecburuz. Öte yandan, bu işi mevcut şartlarda bizimle birlikte yapmayı kabul eden dostlarımız için sanatlarını gösterebiliyor olmaları bu işin iyi tarafı.
Alternatif tiyatro yapan bir yönetmen olarak gelecekle ilgili kaygılarınız nelerdir?
YİĞİT: Yaptığınız tiyatroyu ‘alternatif’ olarak nitelemek seyirciye hâlihazırda izlediklerinden farklı bir şeyler verme anlamında oldukça geniş bir mekân açıyor. Bu da sanatsal zeminde muazzam bir tatmine olanak veriyor. Ancak, mevcut olana bir anlamda ‘muhalif’ olan bu tutumu düstur edinen tiyatrolar arttıkça birbirlerine alternatif oldukları durum ortaya çıkıyor.
Tabii ki bu, hem seyirci hem de sektör için bir zenginlik. Öte yandan, hepimizin ortak amaç olarak ‘tiyatroyu ileri götürmeyi’ seçmemiz lazım ki bu zenginliği paylaşıp daha da büyüyelim. Aksi takdirde, bölünmüş ve sadece kendi yaptığının doğru olduğunu iddia eden onlarca küçük, az parayla işi döndürmeye çalışan, benzer çabaları ayrı ayrı sarf eden topluluklar olmaktan ileri gidemeyiz.
EKİN: Gelecekle ilgili kaygım, geleceğin topyekûn kendisi olabilir bugünkü ortamda. Tiyatroya dair kaygım da bundan ayrı değil. Tiyatro yapamamak ve yapılan işlerin niteliğini kaybetmesi, seyirciye korkunç işler sunulması tiyatroya dair kaygılarımın bir kısmı diyebilirim. Bu kaygılarımın çoğu hali hazırda gerçekleşmiş haldeler zaten. Sadece tiyatro yapabilmek kalıyor şuan. Galiba... O da işte olduğu kadar. Daha iyisini de yaparız umarım.
İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte… Seyircinin ilgisinin alternatif tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?
YİĞİT: Kendi sahnemiz olmadığı için bugüne değin oldukça göçebe davrandık. Bu yüzden de bu soruyu cevaplayacak nesnel verimiz çok değil, aslına bakarsanız. Gösterim yaptığımız sahnelerin belli bir seyirci kitlesi var. Sarı Sandalye de üçüncü sezonunda giderek artan – bizi de haliyle çok mutlu eden – bir kitle yaratmaya başladı. Bugüne kadar edebiyat uyarlamaları ile devam etmemiz ise edebiyatseverleri de oyunlarımıza çekmeye yardımcı oldu.
EKİN: Kurum tiyatrolarının giderek özgürlüğünü kaybetmesidir herhalde. Baskı, sansür, ihraç edilen yönetmenler, oyuncular ve bunlara seslerini çıkarmayan kurum çalışanları. Tiyatroda oynadığınız oyun başından sonuna bir birliktelik işiyse haksızlıkla, vefasızlıkla, korkaklıkla, her şeye ''he'' demekle yürümez. Alternatif sahneler bu anlamda daha bağımsız; kendi içinde sorunları çok daha fazla olabilir ama görece daha bağımsız. Bağımsız olmasına bağımsız da kurum tiyatrolarının yaşadıklarından muaf değildir herhalde.
''Hakkâri'de Bir Mevsim'' Ferit Edgü’nün yazdığı bir roman ama sinema izleyici için daha çok Erdel Kıral’ın yönetmenliğini yaptığı, Genco Erkal’ın ve Erkan Yücel’in performansları ile aklımızda. Bu romanı tiyatroya uyarlamak nereden aklınıza geldi?
YİĞİT: Öncelikle, şunu hatırlatmak gerekir ki romanın adı aslında ''O''. Beyaz perde uyarlamasına Rimbaud’nun ''Cehennemde Bir Mevsim'' şiirine atıf yaparak ''Hakkâri'de Bir Mevsim'' ismini veriyor Edgü ve sonra roman da bu isimde basılıyor. Sarı Sandalye, 2015 başında okuma atölyeleri yapıyordu. Orada önerilen metinlerden biriydi bu roman da. Daha önceden çoğumuz metne aşina olsak da alıcı gözle bakınca 'neden olmasın?' diye sorup ardından yola koyulduk. Film çok gerçekçi bir ele alış edinirken, biz romana daha sadık kalarak soyut ve somut arasında gidip gelen bir ele alış tercih ettik.
EKİN: Bu atölyelerde oyunlar da okuduk, film de izledik, roman da okuduk ve hepsinin üzerinde uzunca vakit ayırarak durmaya çalıştık. İlyas önermişti bu romanı. Hepimizin yıllar öncesinden okuduğu bir romandı ve yeniden ele aldığımızda uyarlanabilirliği üzerine de epey kafa yorduk. Sonra uyarladık. Oyun yaklaşık 15 aylık bir süreçte çıktı bu arada.
Oyunun dekorunu oluşturan halatların, yukarıdan da sarkıtılması sebebiyle, bir hapishane atmosferi yarattığını düşünüyorum. Ana karakterin bir bölgeden başka bir bölgeye gidişi hasebiyle, varılan bölgeye bir tutsaklık atfettiğiniz düşünülebilir mi?
EKİN: Seyircinin böyle düşünmesi hoşumuza gider; zira dramaturjimizin kapsamından çok uzak bir yerde değil bu dediğin. Elbet biz oyunu, dekoru, müziği oluştururken nokta atışı bu da buna işaret etsin demeyiz, diyemeyiz; fakat dramaturjimizi üstüne kuruduğumuz bellek ve yabancılık gibi kavramların açtığı yollardan biri de bu tutsaklık hissi olabilir. Halat fikri nasıl ortaya çıktı tam hatırlamıyorum ama gözümün önünde hep bir çaycı taburesi üzerindeki örme ipler vardı.
YİĞİT: Sürecin en başında Ekin ve dramaturgumuz Erhan ile yaptığımız ilk toplantıda oyunu bağdaştırmak isteyeceğimiz, hareket noktamızın başlangıcı olacak nesneyi konuşurken ortaya çıktı halatlar. Kendini dağ başında bulan denizci karakteri için her iki tarafı da kapsayacağını düşündük. Halatları kesip biçip asınca ise ortaya çıkan sonuç bir nevi mahpus oldu. Her ne kadar bizim atfettiğimiz ilk anlam ''O''nun düşüncelerine ve varoluşuna tutsak olması ise de bölgedeki fiziksel şartların da bir anlamda tutsaklık yarattığı bir gerçek.
Oyun, geneli itibariyle ''aydın'' olmanın varoluşu ve sorunsalı üzerine şekil alıyor diye düşünüyorum. Oyunun bir yerinde ana karakterin seyirciye dönerek ''ben Nuh değilim!'' repliği düşünüldüğünde, kitabın yazıldığı 70’lerden günümüze ''aydın'' sorumluluğu (kahraman arama/yaratma) konusunda neler söylersiniz?
EKİN: Bu kahraman yaratma ve arama hali çok fazla değişmiş bir durum değil esasen. Günah keçisi arama ve yaratmaya da benziyor aslında. Dolayısıyla paylaşılması gereken bir sorumluluk temel nokta olmalı. Ortada koskoca bir sorumluluk sahiplenilmeyi bekliyor sanki ve bir kişinin, bir kesimin onu sahiplenmesiyle bitmeyecek bu iş. Nihayetinde aydını da sıradan vatandaşı da insan… Pirkanis gibi bir dağların arasında, iki bin metre yüksekteki bir köyde, o soğukta yaşamanın bilgisi başkadır.
Bir öğretmen olarak zamanının ilerisinde bir zihin dünyasına, umutlara sahip olmak en güzeli... Oyundaki ''O'' bir kurtarıcı kisvesine bürünmez, bu aydının oradaki çaresizliğini falan vurgulamaz; bu, orada ve her yerde kurtarıcılar ve günah keçileri aramanın sorumluluktan kaçmak olduğu anlamına gelir. O, sorumluluğu paylaşmak niyetindedir ama bu da tek başına yapabileceğiniz kolay bir şey değildir. Bunun yollarını arar. Ararken de çaresiz kaldığı noktalar etrafını giderek sarmaktadır. Bu kendisiyle de yüzleşmesidir bir anlamda.
YİĞİT: Bence metindeki öğretmen kurtarıcı olma teşebbüslerini zaten reddeden bir karakter çiziyor. Orada insanların kendisinden ‘medet umma’ durumları olduğu muhakkak. Ancak, ''O'' kahramanlıktan ziyade ''yol gösterici'' veya ''farkına vardırıcı'' rolünde burada. Bunu da yine metnin sonundaki ''hiçbir şey alın yazısı değildir'' repliğiyle öğrencilerine söylüyor. Ekin’in dediği gibi zaman çizgisinin neresinde olursak olalım, aydının sorumluluğu zaman ötesinde bir zihin yapısı ve bitmek tükenmek bilmez bir umutla sürekli ilerlemektir.
Oyun, cumhuriyet kurulduğundan beri (hatta daha öncesinde de) ülkenin ya da bölgenin en başlı meselelerinden birine odaklanır: Kürt sorunu. Siz oyunu, evrensel motiflerle, kimlik üzerine tanımlama yapmaya girişmeden, anlatmaya çalışmışsınız. Buna nasıl karar verdiniz?
YİĞİT: Daha önce de bahsettiğimiz gibi biz Edgü’nün diline vurularak başladık bu işe ve romana oldukça sadık kaldık. Bizce, romanın öncelikli odağı kişinin varoluşu idi. Biz de düşünceler ve hisler üzerinde kurduk uyarlamamızı. Buraya kadar her şey gayet evrensel aslında... Ama bu ‘mevsim’ Hakkâri’nin Pirkanis köyünde geçiyor deyince, olay biraz daha bizden bahsetmeye başlıyor. Edgü’nün orada bulunduğu, sonrasında kitabı yazdığı yıllarda nasıl geri planlar vardı? Bugün aynı metni elimize aldığımızda nasıl okuyoruz?
Bu soruları kendimize tekrar ve tekrar sorunca da ‘bellek’ kavramını merkeze almaya karar verdik. Ortaya koymaya çalıştığımız bize öğretilenle gerçekte yaşananların farklı olabileceği. Buradan bakınca aslında romanın sosyal ve politik tüm tespitleri – ve hatta çözüm önerileri – oyunda da mevcut. Yalnızca bunları doğrudan değil, biraz daha soyut şekilde gösteriyoruz.
EKİN: Romanda da oyunda da geçen “anlamak için ortak bir dil” sözü bizim için çok önemliydi. Bu ortak dili Kürtçe, Türkçe, İngilizce vs. olarak ele almadık. Çalışmalarımız boyunca bu ortak dil denilen şeyin ortaklaşa bir yaşam biçimi, birlikte kurulan bir yol, yöntem olduğuna inandık.
Romanın dilinin yalınlığı da bize bunu işaret ediyordu sanki. Ortada yalın bir mesele var, bir arada yaşayabilmek. Bu açıdan bakınca evrensel bir boyuttan ele almak dünyaya bakışımızın da bir getirisi sanırım. Resmi tarihin karşısına bireyin tarihini de koymaya çalışan bir yöntem. Kimlikler üzerine tanımlamalar o kadar çok yapılıyor ki zaten biz biraz daha ortak kültürü, ortaklaşmayı, ön plana almaya çalıştık.
Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?
Ocak ayında her Çarşamba, şubat ayında her pazartesi akşamı Karaköy'de İkinciKat sahnesindeyiz. 26 Ocak’ta ise ENKA Kültür Sanat Günleri’nde olacağız. Bekleriz, ne diyelim.