Kâğıt çiçekler, krapon fırfırlar ve ay-yıldızlı bayraklarla
süslenmiş fildişi renginde bir Anadol. İskelenin tam ortasında.
İnsanlar akıp gidiyor önünden, dönüp duran turnike sesleri
yayılıyor ortalığa. Anadol’un etrafını saran kalabalık, vapurlar
gelip gittikçe değişiyor. Derken bir kadın bağırıyor: “Mis gibi
Anadol, iki buçuk liraya mis gibi bir Anadol.”
Açılış sahnesinin çekici tuhaflığı, yazarının atmosferi
anlatışı, detayları veriş biçimi gerçeğin bize başka türlü
gösterileceğini haber veriyor. Çoğu zaman simgelere yaslanarak...
Bu bir Adnan Özyalçıner öyküsü. Ve o, gerçeğin ortaya konuşuna
farklı bir parantez açan 50 Kuşağı’nın eşsiz yazarı.
Yolumuzun Adnan Özyalçıner’e düşmesi şaşırtıcı değil elbette.
Şehirlerin bilhassa İstanbul’un bozuk düzenini, çelişkilerini
altmış iki yıldır yazıyor. Adnan Özyalçıner ‘Mis Gibi
Anadol’da, şehrin zor koşullarında savrulan iki kişiyi anlatıyor.
Ama şunu söylemeli, Anadol da bu hikâyenin başkarakterlerinden
biri. Özyalçıner, vapur işletmesinin düzenlediği eşya piyangosunun
büyük ikramiyesi fildişi Anadol’u daha en baştan bozuk düzenin
heykeli olarak karşımıza dikiyor. Onun “garip bir sirk hayvanı
gibi” sergileniş biçimiyle de öyküyü diken üstünde okutmaya
başlıyor.
Uzun yüzü renksiz, vücudu çelimsiz biletçi kadın elindeki
biletleri satmak için uğraşırken babasının elinden tutan tombulca
bir kız ve uzun süre pantolon cebindeki bozuklukları denkleştirmeye
çalışan kasketli adam giriyor öyküye. Babasının yelek cebinden
çıkarttığı parayla bilet alıyor kız... Parasını denkleştirebildiği
için gözlerinde “gelip geçici bir ışıltı” çakıyor adamın... Yoksul
ile varlıklının bir çırpıda yan yana gelişi. Öykü ilerlerken
eşitliğin olmadığı yerde, birileri diğerlerine tokluğu
seyrettirmeye devam edecek; açlıksa dillerde bir acı anlatı olacak.
İzi de en çok yaşayanda kalacak. İki biletin peş peşe satılmasıyla
şevki artan biletçi kadın hemen arkasında duran ve yakını olan
adamın uyarısıyla irkiliyor: “Çok bağırıyorsun. Bağırma o kadar.”
Bu, bir erkeğin bir kadına neyi nasıl yapacağını söylemesi değil
elbette. Adnan Özyalçıner bunu hemen hissettiriyor. Tedirgin okur
“bir sorun var!” düşüncesiyle ürkek adımlarla ilerlerken biletçi
kadın omuzlarını silkip uyarıyı umursamıyor. Ta ki boğazı kuruyana
kadar. Derken sesi yitip gidiyor. Sandalyesinin arkalığına yaslanıp
gözlerini kapıyor, gözlerini açıyor. Anlamsız donuk bakışları gören
adam bitkinleşen kadına cebinden çıkardığı haplardan üç beş tane
veriyor. Kadın susuz yutuyor hapları. Yazar, kadının nöbeti
bayılmadan atlatabildiği bilgisini fısıldarken okura, kadın kaldığı
yerden devam ediyor: “Mis gibi Anadol, iki buçuk liraya mis gibi
bir Anadol.” Cümlenin ortasında yutkunuyor. Çünkü karşıda bir çocuk
çinko tepside sıcak pideler satıyor. Satılan biletlerin parasının
biriktiği kutuya elini daldırıp adama pide alsak mı diye soruyor
gözleriyle. Olmaz diyor adam gözleriyle... Kadın kuru boğazıyla
yutkunurken tükürüğü kaçıyor boğazına. Öksürüyor. “Haklısın. Evde
yemek kalmıştı dünden. Unutmuşum. Ekmek de var. Bayat mayat. Olsun.
Tok tutar. Gidince yeriz, yatmadan. Sıcak sıcak midemize otururdu
bu zaten.” Adam kafasını öne eğiyor.
‘Mis Gibi Anadol’, Yağma’nın unutulmaz öykülerinden
sadece biri. İlk kez 1971 yılında yayımlanan Yağma, 1972
Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü’nün sahibi. Adnan Özyalçıner’i
sarsılanların ve sarsanların yazarı yapan kitaplardan. Altbaşlığı,
Bir Şehrin Öyküsü... Bahsedilen apaçık İstanbul ancak memleketin
insan yutan düzeninin tüm noktalarına dek uzanıyor öyküler. Şehrin
ve insanlarının ekonomik ile toplumsal çelişkileriyse ön
planda.
Yağma, Adnan Özyalçıner, Manos Kitap, 96 sayfa
Adnan Özyalçıner, bozuk düzenin nasıl işlediğini ortaya koyarken
yağma düzenini, düzenin kölesi olanları, yağmalananları,
yağmalayanları, yağmaya alışanları bir bir işaret ediyor.
Kendisinin de dediği gibi “Her gün hepimizin bir şeyler yağmaladığı
ve her gün hepimizin bir şeylerinin yağmalandığı bir şehrin
öyküsüdür bu.” Bu bizim şehrimizin öyküsü... Bugün hâlâ
yağmaladığımız...
Adnan Özyalçıner, İstanbul’da yaşamanın çatışmasını, ekonomik
büyük yarılmanın ne zamanlara dek uzandığını, şehrin tarihsel ve
toplumsal dönüşümünü bize altmış iki yıldır anlatıyor. Ayrıcalıklı
olmayı pompalayan düzeni, eşitliğin yerini kampanyaların,
projelerin, lütuf gibi sunulan yüce gönüllerden kopmuş yardımların
aldığını, tokluğu seyrettirmenin fetişizme dönüşmesini usanmadan
yazıyor.