Yemek yerken bir şey içmem genellikle. İnsan böyle alışınca bir şey içmeden yiyemiyor. Halbuki bazen içecek bir şey almak için paranız olmaz. Onun için alışmamak en iyisi.
Londra'da takılıyordum. Her sabah kaldığım evden çıkıp The National Gallery'ye gidiyordum. Kahve yapıyordum bir termos. Ucuz ekmekten, ucuz sandviçler hazırlıyordum kendime. Mavi etiketli malzemeler oluyordu bunlar. Market markası. –Cambridge'de bir evde kalıyordum bir ara. Evdeki Nijeryalı çocuk buzdolabını açıp benim rafta mavi etiketli malzemeleri görüp, 'sen de bizdensin' demişti. Yoksul yoksul güldük birbirimize. Mavi mavi.–
Sırayla dolaşmıyordum galeriyi. Yolda gelirken nerede kahvaltı edeceğimi düşünüyordum. "Bir Gogen tablosu belki" diyordum mesela ya da Cezane çok iyi oluyordu kahvaltı için. Geçip karşısına oturup bir sandviç çıkarıyordum. Sonra kahve içiyordum. Yemek yerken bir şey içmem genellikle. İnsan böyle alışınca bir şey içmeden yiyemiyor. Halbuki bazen içecek bir şey almak için paranız olmaz. Onun için alışmamak en iyisi. Yastık da böyle. Yastıksız yatmaya alışırsan her yerde uyursun ve yataksız ve bazen toprakta. Fakat beton sakat. Bir şey olmadan uyunmaz. Gözaltında nezaret hücresi gelir her zaman aklıma ve çeker seni beton. Birden uyanırsın ciğerin üşümüş bir şekilde. Zaten herkes yere işemiştir. Biraz sonra sen de işersin ya da varsa yoğurt kabına.
Post-Empresyonist'lerde kahvaltı çok iyi oluyordu. Öğle yemeğini daha çok kübik tablolarla yiyordum. Picasso mesela çok iyi bir öğle yemeği arkadaşıydı. İçinde ekmek ya da patates olan tabloyu sorduklarındaydı galiba "insanlar açtı ben de yemek resmi yaptım" diyordu. Sonra okudum. Belki de ondan orada yiyordum. Her zaman değil ama bazen Turner’a gidiyordum öğle yemeğine. Değişiklik iyi bir şeydir. Gerçi menü aynı oluyordu ama eh biraz kahve soğuk.
Her ülkede ucuz şeyler vardı. Mesela İngiltere’de kırmızı lahana çok ucuzdu. Ondan neredeyse her şeye koyuyordum. Makarnayı mesela kızıl yapıyordu. Kadınlar "bu makarna nasıl mor olmuş" diyorlardı. Herkesin kendi perspektifi işte.
Kahvaltıdan sonra yazmaya başlıyordum. Küçük bir deftere yazıyordum. Taşımam kolay diye. Sonra güçlükle okuyordum. Öyle elde taşınır bilgisayarlar yoktu ve çok şükür telefonlar. Yazılara ucuz peynir, ucuz ekmek, kırmızı lahana, kahve ve Picasso bulaşıyordu mesela ya da Matisse. Önümden turist turları ve rehberler geçiyordu, Resim hakkında anlattıklarını dinliyordum. Bir dahaki kahvaltıda bunu hatırlamaya çalışıyordum. Rehberler hep aynı şeyi anlatıyorlardı. 20 yıllık coğrafya öğretmeni gibiydiler. Esprileri bile aynıydı. Turistler de çok farklı değildi aslında. Japonlar her şeyin fotoğrafını çekiyorlardı. Flaşsız. Bazen beni de çekiyorlardı. Kırmızı lahanayı göstermemeye çalışıyordum. Matisse’in buna güldüğünü düşünüyordum, mesela Matisse…
Akşam kapanırken çıkıyordum. Yarın kime gideceğimi düşünüyordum. Van Gogh kırıldı mı acaba, kaç gündür uğramadım. Sezane bıkmıştır benden ya da Ortaçağ resmi kadınları hep balık etli. Balık da alabilirim marketten, tabii ki mavi etiket ve kırmızı lahana…
Nasıl mı dolaşıyorum; çok zenginim ben. Cebim zaman dolu...