Ekolojik yıkım, aşınan anlam

Dünyanın diğer varlıkları yolunu bir şekilde bulabilir ama bizim türümüz dünyadaki felaketlerin hem faili hem de yıkımın önüne geçebilecek öznesi. Bu nedenle, doğadaki başka varlıklarla ilişkisini değiştirmezse, kapitalizmi geri dönülmez bir sistem olarak algılamaya devam edip, tüm bu krizlerin aslında onun krizi olduğunu görmezse, olumlu dönüşümler yaratma kudretine sahip olduğunu bilmezse işi zor görünüyor.

Emek Erez emekerez@gmail.com

Melisa Kezmez’in, 'Domates Tohumları' (1) adlı öyküsü, anlatıcı tarafından anne-kız oldukları tahmin edilen iki kadından birinin şu cümlesiyle açılır: “Hiçbir şey eskisi gibi değil. Nereden mi biliyorum? Domatesten. Domatesi çok değişti bu şehrin.” Anlatıcıya göre uzundur İstanbul’da yaşıyordur kadın, “gözünde İstanbul parlar” ve bir kentin dönüşümü domatesin aynı olmamasıyla ilişkilenir. Öykünün karakterinin de söylediği gibi her şeyin değiştiği, tadının, tuzunun kalmadığı, aşındığı bir dünya gerçekliğini yaşıyoruz. Bu nedenle bir süredir kelimelerin hâfızamızdaki o ilk anlamlarının aşındığını düşünüyorum ve bu kelimeleri listeliyorum. İnsan türünün binlerce yıllık kültürel belleğiyle oluşur anlam, bir şeyleri adlandırmakla başlar. Adlandırma, mülkiyetle ilişkisi bakımından sorunsallaştırılabilir bir kavram olsa da şeylerin dünyamızda kapladığı yere göre zihnimizdeki yerini ifade eder ve yaşama yüklenen anlamla kesişir. Domatesin tadı, salatalığın kokusu, denizin mavisi, ormanın yeşili, insanın yaşamında gündelik ayrıntılar gibi görünse de yaşamdan duyulan hazzın, dünyada devam etmenin, kurulan hayallerin bir parçasıdır.

Her şey değişip dönüşüyor. Burada bahsetmeye çalışacağım şey de kelimelerin anlamlarının nasıl değiştiği ve ilk imgelerinin kaybolduğu üzerine olacak. Anlamının aşındığını düşündüğüm kelimelerden biri, deniz. Deniz, pek çok insan için o masmavi rengiyle sonsuzluktur. Benim için küçükken yapılan düşük bütçeli aile tatillerinin dönüşünde, denizden ayrılmanın verdiği hüzünle birlikte, bir gün kıyısında yaşanacak yer olarak hayaline tutunduğumdur. Çok uzun süre de bu hayal hep yanı başımda durmuştur. Çünkü deniz, ondan uzakta yaşayanlar için ulaşılacak yerdir bir bakıma, bütün bir yıl çalışıp kısa bir zaman dilimi için bile olsa ona ulaşma arzusu duyan insanın durumu da biraz bununla ilişkilenir. Ama artık deniz dendiğinde aklımıza o tutunduğumuz ilk imge gelmiyor bana kalırsa. Bu anlam yıkımı benim deneyimimde, göçmen teknelerinin denizde alabora olmalarıyla başladı. Deniz artık mezarlıktı ve onu düşündüğümde, zihnimde o mavinin üzerinde hiçbir işe yaramadığı bilinen, hatta ucuz emekle göçmenlere üretildiği haberleriyle de karşılaştığımız turuncu deniz yelekleri geliyor; zihnimde bunun yansıması sonsuz bir mavide, turuncu lekeler olarak beliriyor. Binlerce insanın yeni bir yaşam için bir umut çıktıkları yolculukta yok olup gittiği gerçeği… Buna sebep olanları bilmek ve çözümün parçası olamamak ise daha da yaralayıcı. Suriye Savaşı’nı destekleyen, insanları yerinden yurdundan eden, bir de Türkiye, Yunanistan gibi ülkelerde her türlü hukukun askıya alındığı “kamplara” yerleştirip, onları pazarlık nesnesi yapan, kendi sınırlarını durmadan göçmenlere yükselten politikalar ve politikacılar, denizin o ilk anlamını aşındıran failler.

Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, Kolektif, Hazırlayan: Murathan Mungan, Metis Yayıncılık, 2017.

Denize dair anlam aşınması böyle başladı benim deneyimimde, şimdi çok daha fazlası var. Yıllardır yürütülen, çevreye dair hiçbir öngörüsü olmayan, şirketlerin atıklarını denize bırakmasında hiçbir sakınca görmeyen ve hâlâ bu konuda hiçbir şey yapmayan politikalar ve politikacılarla birlikte, çeşit çeşit deniz canlısı ölüleri canlanıyor artık zihnimizde. O masmavi deniz imgesi beyaz bir tortu, müsilaj olarak yerleşip kaldı. Denize dair anlam yıkımı keşke bu kadarla kalsaydı, bunun bile keşkesi var maalesef. Geçtiğimiz hafta Meksikalı petrol şirketi Pemex’in (Petroleos Mexicanos) denizin 78 metre derinliğindeki sualtı boru hattı patladı ve denizin yandığını gördük. Kapitalist gerçeklikte her şey ne kadar gerçekse bir o kadar da gerçek dışıydı artık. Sanki gerçek üstü bir hikâyede kaybolmuştuk da yazar çözüm için açılması gerekli kutunun anahtarını anlatıya eklemeyi unutmuştu, bize de seyretmek dışında bir şey kalmamıştı. Oysa Borges’in bir hikâyesinde söylediği gibi: “Bütün hikâyelerde insanlar çeşitli alternatiflerle karşı karşıya kaldığında bu alternatiflerden birini diğerleri pahasına tercih eder.”(2)

Bizim hikâyemiz aslında ne alternatifsiz ne de tercihsiz, çözümün anahtarı kayıpmış gibi hissediyor olsak bile tüm bu kaybolup giden imgelerin yeniden yeşerebileceğini biliyoruz çünkü bunların sebebinin kapitalist şirketlerin karşısında dil yutmuşa dönen politikacıların edimleriyle bağlantısını kurabiliyoruz. Savaşların kimin işine geldiğini, atıkların denize dökülmesinin önüne neden geçilmediğini, müsilajın neden hâlâ yüzeyden temizlenmeye çalışıldığını, yetmiyormuş gibi denizden toplanan atığın Kuzey Ormanları'na neden döküldüğünü, hepsinin sebebinin şirketlerle politikacılar ortaklığında dünyayı tehlikeye atan kapitalist politikalardan kaynaklandığının farkındayız. Bildiğimiz bir şey daha var, ekolojik yıkımlar aynı zamanda kapitalist sistemin de krizine işaret ediyor. Bu aynı zamanda büyüme odaklı kapitalist ekonomi modelinin daha fazla sürdürülemeyeceğinin de açıkça göstergesi. Kapitalizmin doğayı devamlı şeyleştiren, tüketen, onu fayda nesnesi olmanın ötesinde görmeyen anlayışının, insan türüne refah getirmeyeceği ,tam tersine onun sonu olabileceği hiç bu kadar gözle görülür olmamıştı. Bunun farkında olmak da kendimizi çözümsüz bir hikâyede hapsolmuşuz duygusundan kurtarabilir. Bizim hikâyemizde yapmamız gerekenin, “diğerleri pahasına tercih” edeceğimiz o anahtarın ne olduğu bilmek bu kadar açıkken, kaybolmuş hissetmenin konforuna kapılmamalıyız diye düşünüyorum. Her ne kadar böyle hissetmek doğal olsa da sorumluları işaret etmekten, bu sistemin artık yürümediğini göstermekten çekinmemek, buna cüret etmek gerekiyor çünkü başka bir dünya ancak yaşadığımız dünyada başka olanı inşa etmekle mümkün.

Evet, balıkların intihar ettiği, deniz canlılarının ölülerinin kıyıya vurduğu bir deniz imgesi var artık elimizde. Hangi hikâye bundan sonra deniz dediğimizde bunların dışında o deniz anlamını verebilir ki, hayal gücü her şeyi yaratmaya el verir ama gerçeklik bizi bu kadar esir almışken nasıl olacak, bu soru zihnimizde canlanıyor. Belleğimizdeki anlamlar aşınıyor ve anlama dair krizleri bitmeyen bir tür için zaman, iklim krizinin getireceği felaketler kapıdayken iyiye doğru ilerlemiyor. Bu nedenle çevreye dair politikaların öznesi olmak, insanın dünyada sadece yaşamını sürdürmesi için değil, binlerce yıllık birikimle oluşan anlama ve anlamlandırma çabasıyla da ilişkili ve dünyada anlamlı bir yaşam dünyanın diğer varlıklarıyla mümkün. Yok olup gidebilir de insan türü ve doğa bambaşka varlıklarla da yaşamını sürdürebilir. Bunun böyle olmaması için hiçbir neden yok. Dünyanın diğer varlıkları yolunu bir şekilde bulabilir ama bizim türümüz dünyadaki felaketlerin hem faili hem de yıkımın önüne geçebilecek öznesi. Bu nedenle, doğadaki başka varlıklarla ilişkisini değiştirmezse, kapitalizmi geri dönülmez ve sabit bir sistem olarak algılamaya devam edip, onun tıkandığını, tüm bu krizlerin aslında onun krizi olduğunu görmezse, çevre yıkımının onun anlam dünyasının da yıkımı olduğunun farkına varmazsa, olumlu dönüşümler yaratma kudretine sahip olduğunu bilmezse işi zor görünüyor.

Melisa Kezmez’in başta bahsettiğimiz öyküsünde, anne kızına ağzı sıkı sıkıya bağlanmış bir kese uzatır. Anneannesi ölmüştür, ondan kalan eşyalar taşınmak zorunda kalınmıştır, kese bir çekmeceden çıkmıştır ve içinde domates tohumları vardır. “Çok kıymetli, Atalık tohum” olarak bilinen tohumlardır bunlar; anneanneden anneye, şimdi de toruna geçmiştir. O eski domateslerin tadını getireceklerdir ekildiklerinde belki de. Kelimelerin anlamları da insandan insana bu öyküdeki tohum gibi aktarılır. Melisa Kezmez, öyküsünde domatesin ve kentin tadını geri getirmenin olasılığını bu tohumlarla yaratmıştır. Bu öyküde olduğu gibi, insanın varlığı için önemli olan pek çok kelimenin anlamı aşınmış olsa da onu tekrar ekip büyütmek, tadını, tuzunu, zihnimizdeki imgesini geri getirmek hâlâ mümkün ve imkân varken yok oluşa razı olmayıp, imkânın peşine düşmeliyiz. Çünkü dünyayı bir “yok yere” dönüştürmemek, zihnimizdeki imgeleri yersiz yurtsuz bırakmamak için çabalamak gerekiyor, başka bir yolu var mı bilmiyorum.

Notlar

  1.  Kesmez, M., (2017), “Murathan Mungan’ın seçtikleriyle, Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri” s. 265-272,
    İstanbul: Metis Yayınları.
  2. Akt. Smith, D., W., (2013), “Saf İçkin Yaşam, Deleuze’ün ‘Kritik ve Klinik’ Projesi”, s. 30, (Çev. Emre Koyuncu), İstanbul: Norgunk Yayıncılık.
Tüm yazılarını göster