Ekonomi için neden karamsarım?

31 Mart seçimlerinin ardından hükümetin ne yönde tedbirler alacağı merakla beklenirken, alınacak tedbirlerin mevcut iktidarın devamı için oluşturulan kesimsel ittifakın zayıflamasına yol açma ihtimali yüksektir. Özellikle seçimden kamuoyu desteği azalmış bir şekilde çıkılması halinde, iktidarın alabileceği tedbirler için seçenekleri azalmış olacaktır.

Abone ol

Öner Günçavdı*

Son günlerde Türkiye ekonomisi önemli bir yol ayrımına geldi. Bir yanda dünya ekonomisinin değişen koşullarına uyum zorlukları, diğer yandan 17 yıllık AKP iktidarını sağlayan iktisadi kesimleri bir arada tutmanın giderek artan maliyetleri, siyasiler için önemli bir sorun oluşturmaya başladı. 31 Mart mahalli idarelerin seçimi öncesi ekonomide başvurulan yöntemler, hükümetin içine düştüğü bu sıkıntıların açık bir göstergesidir. İktisadi gelişmeler konusunda kontrolü elden kaçıran hükümetin, ekonomideki kötü gidişata karşı geliştirdiği tedbirlerin alışılagelmişlarden uzak, bazen piyasa gerçekleriyle ters düşen nitelikte olması, karşı karşıya kalınan sıkıntıların çözümünde ne kadar çaresiz kalındığının da göstergesidir. Ancak karamsarlığın asıl kaynağı, hükümetin son zamanlarda uygulamaya koyduğu bu politikaların alışık olduklarımızdan uzak, hatta bazılarının gününün geçmiş olmaları değildir. AKP’nin 17 yılda oluşturmuş olduğu iktidar blokunun destekçisi olan iktisadi kesimlerin bugün ortaya çıkan yeni konjonktürde, ekonominin karşı karşıya kaldığı sorunları çözme kabiliyetini yitirmiş olmaları karamsarlığımızın asıl kaynağıdır. İktisadi kaynak yaratan değil, aksine tüketen bu kesimlerin iktidarda yer alma sebebi, ihtiyaç duydukları iktisadi kaynaklara kolayca erişebilmek ve bunun için kaynak dağılımı üzerinde iktidarın gücünü kendi lehlerine kullanabilmektir. Ancak ülkemizde ve dünyada oluşan yeni iktisadi koşullar kaynak tüketen değil, kaynak yaratan iktisadi kesimlerin öne çıkmasına neden olmaktadır. Yeni koşullara uyum, iktidarın kaynak yaratma kabiliyeti olan bu kesimlerle yeni bir iktidar bloku oluşturmak ve bu kesimlerin ihtiyaç duyacağı siyasi ve ekonomik koşulları sağlamayı gerekli kılmaktadır. Fakat bir süredir Türkiye’de yerleştirilmeye çalışılan yeni siyasi yapının gerekleri, böyle bir ittifakı oluşturmak için gereken şartların önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu da iktidarı hayati bir tercihle karşı karşıya bırakmaktadır: Ya ülkede oturtulmak istenilen yeni siyasi yapı, eski iktisadi kesimlerin desteğiyle yerleştirilmek istenecek ya da yeni siyasi yapıdan vazgeçilerek, ülkenin mevcut ekonomik sorunlarını çözme kabiliyeti olan kesimlerle yeni bir ittifak oluşturup, bu ittifakın gerektirdiği siyasi ve ekonomik koşullar oluşturulacaktır. Ancak iktidardaki siyasiler için bu tercihi yapmanın kolay olmayacağını tahmin etmek çok da zor olmayacaktır.

Son zamanlarda krize karşı alınan tedbirler, seçim öncesinde iktidarın kamuoyu desteğini arttırmayı ve/veya konsolide etmeyi amaçlarken, uzun dönemde iktidarın istikrarını sağlayacak bu kesimlerin geleceği bakımından çok fazla bir şey söylememektedir. Özellikle seçim sonrasında alınması beklenilen birtakım “radikal” (?) tedbirlerden sonra, iktidarın sürdürülebilirliği açısından güvence olacak yeni bir kesimsel ittifakın nasıl sağlanacağı konusundaki belirsizlik hâlâ sürmektedir. Bu belirsizlik, bugün karşı karşıya kaldığımız iktisadi sorunların geçmiştekilerden farklı olmasının bir sonucudur.

Gerek 2001 krizinde, gerekse ondan önceki diğer kriz dönemlerinde olsun, krizden çıkışın önemli özelliklerinden biri, kriz sonrası alınan radikal tedbirlere rağmen, iktidarın yanında konumlanmış iktisadi kesimlerin piyasa dinamiklerine uyum gösterip varlıklarını sürdürebilmeleridir. Bu krizlerin öncesinde, piyasaya müdahale eden siyasi otoritenin sağladığı imkanlarla gelişen ve palazlanan bu kesimler, kriz sonrasında siyasetin belirleyici etkisi olmadan da, piyasa dinamiklerinin kendine özgü kuralları içinde var olabilmişlerdir. 17 yıllık AKP iktidarının destek olduğu iktisadi kesimlerin benzer bir durumda, siyasetin kollaması olmadan, salt piyasa kurallarına tabi olarak var olabilmeleri bugün çok mümkün görünmemektedir. Uzun zamandır ülkenin çok kıymetli kıt kaynaklarını, hükümetin desteğini alarak kullanan bu kesimlerin, aradan geçen 17 yıl sonra, içine düştükleri bu durum, siyasilerin kaynak kullanım tercihlerinin bizi getirdiği noktaya işaret etmektedir. Dahası, bugüne kadar elde ettiğimiz refahın kalıcı olmayacağını ve ne kadar kolay kaybedilebileceğini göstermesi bakımından da önemli bir göstergedir. Günümüzde devletin piyasaya müdahalelerinin daha önceleri hiç olmadığı kadar yoğun bir hal alması, uzun süre ülkemizdeki büyümenin çekici gücünü oluşturan iktisadi kesimlerin, devlet kayırması olmadan içine düşebilecekleri durum hakkında karamsarlığımızı arttırmaktadır. Artık kullanım ömrü dolmuş iktisadi araçlar ve eski iktisadi kesimlere dayanan büyüme modeliyle yeni sorunların üstesinden gelmek mümkün görünmemektedir.

TÜRKİYE'DE DEVLET-PİYASA İLİŞKİSİ

Kalkınma sürecinde piyasa ve piyasalaşma, bir iktisadi örgütlenme biçimi olarak gelişmekte olan ülkelerin gündemine II. Dünya Savaşı sonrasında girmiştir. İktisadi kaynakların mobilize edilebilmesinde, siyasi karar alıcıların yapacağı tercihlere bir alternatif olarak gündeme gelen piyasalaşma, özünde siyasi karar alıcıların tespit ettikleri önceliklere göre değil de, piyasa mekanizmasının belirleyeceği önceliklere göre kaynakların mobilize edilmesini amaçlar. Gelişmiş piyasa ekonomilerini kendilerine örnek alan bu ülkeler, refah düzeylerinin gelişmiş ülkelerdeki refahı yakalayabilmesi için, kıt olan iktisadi kaynaklarını daha verimli kullanıp, daha yüksek büyüme hızlarına ulaşmaları gerekmektedir. Böylece piyasa mekanizması sayesinde ülkelerin kaynaklarını daha etkin, daha verimli kullanımının sağlanacağı ve bu şekilde ekonomik büyüme oranlarının daha yüksek olacağı düşünülmektedir. Bu yüzden piyasalaşma, siyasi otoritenin doğrudan müdahaleleri ile belirlenen bir kaynak kullanım mekanizmasının alternatifi olarak gündeme gelmektedir.

Ancak kaynak kullanımının tek amacı verimlilik artışlarının yol açacağı yüksek büyüme oranlarına ulaşmak değildir. Özellikle piyasa pratikleri ve örgütlenme biçimi olarak geri kalmış, ama iktidarın demokratik seçimlerle belirlendiği ülkelerde, iktisadi kaynakların dağılımını belirleme keyfiyetinin siyasi karar alıcıların elinde olması, iktidar için gerekli geniş tabanlı kesimsel ittifakları kurabilmek için bir fırsattır. Diğer bir deyişle, kaynak dağılımı üzerinde belirleyici güç sahibi olmak, bu ülkelerdeki iktidar mücadelesinin bir aracıdır. Böyle bir güce sahip olan siyasiler, geniş tabanlı kesimsel bir ittifak kurabilmek için, bu ittifakta yer alan kesimlerin lehine sonuçlar doğuracak bir kaynak dağılımını tercih ederler. Amaç iktidara destek sağlamak olunca, yapılan kaynak kullanım tercihinin ekonomik performans üzerine yapacağı etki çok daha önemsiz hale gelecektir. Bu doğrudan yapılan müdahalelerin etkisi uzun dönemde ya büyüme oranlarında, ya da ülkedeki gelir dağılımında ortaya çıkacaktır. Verimsiz kaynak kullanımı zamanla iktisadi kaynakların tükenmesine ve ekonomik büyümenin de düşmesine neden olabilecektir. Ayrıca belli bir kesimin menfaatlerini güden bir kaynak kullanımı, gelir dağılımı bakımından ekonomide eşitsizliklerin doğmasına yol açabilecektir. Bazı durumlarda piyasalaşmanın da benzer etkileri doğurmasını beklemek yanlış olmayacaktır. Ancak devlet-piyasa ilişkisi bakımından burada önemli olan, piyasalaşma ile birlikte farklı kaynak kullanım tercihleri sebebiyle siyasi otorite ile piyasanın bir rekabete girmesi ve siyasi karar alıcıların bu tercihlerdeki etkilerinin azalmasıdır.

Devletin temsilcisi olan siyasi otorite ile piyasa arasındaki bu mücadelede, farklı kesimlerin konjonktürel olarak öne çıkması mümkündür. Genellikle uluslararası konjonktürün oluşturduğu ekonomik ve siyasi kısıtların yanında, ülkenin zaman zaman maruz kaldığı siyasi ve ekonomik sorunlarının oluşturdukları sınırlamalar, devlete rağmen, piyasanın öne çıkmasına veya tam tersinin gerçekleşmesine yol açabilmektedir. Siyasi otoritenin yaptığı kaynak dağılım tercihlerinin finansmanı için gerekli mali kaynakların bol olduğu durumlarda, devletin piyasaya göre daha güçlü bir pozisyonda olması ve piyasaya rağmen, kendi önceliklerinde diretebilmesi mümkündür. 2002-2013 arası dönemde ülkemizde yaşanan durum buna benzer bir durumdur.

Türkiye’de genellikle ekonomik krizlerin ardından zora düşen siyasi otoriteler, istemeden de olsa, kendi hareket alanını sınırlandıran ve piyasanın hakimiyetini güçlendiren birtakım reformları hayata geçirmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde, ülkedeki kaynak kullanım tercihlerini belirlemedeki etkinliklerini, bir bakıma “gönüllü olarak” sınırlamışlardır. Yapılan reformların ekonomik performans üzerine yaptığı olumlu ve/veya olumsuz etkiler bir yana, neticede her bir reform uygulaması ekonomik örgütlenmede piyasanın güçlenmesine, devletin gücünün de zayıflamasına yol açmıştır.

Böyle reform dönemlerinde, daha önceden siyasi otoritenin koruması altında yer alan kesimlerin bazılarının varlıklarını koruyabilmeleri mümkündür. Ancak bir kısmı da, piyasa mekanizmasının devletten bağımsız işleyişi sebebiyle oluşacak yeni kaynak tahsislerinden yeterince yararlanamayacağı için tasfiye olacaktır. Bu noktada önemli olan, daha önce siyasi otoritenin ittifak çemberinde yer almayan bazı kesimlerin, piyasa güçlerinin hakimiyetinin arttığı, devlet müdahalelerinin azaldığı böyle reform döneminde güçlenerek, ülkenin ekonomik performansının artmasına katkıda bulunabilmeleridir. İşte bu şekilde ortaya çıkacak katkılar, ülkenin reform sürecine girmesine yol açan iktisadi güçlükleri aşmalarına katkıda bulunurlar.

Geçmişteki reform uygulamalarında, sanayi faaliyetlerini teşvik edip,ihracat yoluyla ülkenin döviz kazanma kabiliyetini arttırmak sıklıkla başvurulan uygulamalardan biri olmuştur. Dahası, devletin iktisadi kaynakların dağıtımında ve bu kaynakların kullanımındaki hakimiyetini sınırlamak için, kamunun kontrolünde olan işletmelerin özelleştirilmelesiyle reform sürecinin ihtiyaç duyacağı politikalara finansman desteği sunulabilmiştir.

Ülkemizde planlı bir şekilde ilk kez 1960’larda gündeme gelen sanayileşme fikri Türk sanayinin gelişmesine ve önemli bir sermaye birikiminin elde edilmesine imkan sağlamıştır. Ayrıca bugüne değin oluşan her bir krizin aşılabilmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Örneğin en radikal tedbirlerin alındığı 1980 reformlarında, devletin ekonomideki hareket alanı önemli ölçüde daraltılarak, ülkenin döviz kazanma kabiliyetini arttıracak şekilde sanayinin önünü açmıştır. Sanayide yeni kapasite yaratma hızı azalsa da, 1970’lerde oluşturulan sermaye stoğunun kullanımında etkinlik ve verimlilik artışı sağlanmıştır. Bu reformlarla sanayimiz daha rekabetçi hale gelmiş ve ihracat geliri kazanma kapasitesini artmıştır.

Reformların Türkiye’de kaynaklık ettiği birçok sosyal ve ekonomik sorunu bir yana bırakırsak, ülkenin döviz yaratma kabiliyetini arttırmak bakımından olumlu bir sonuç doğurduğu genel olarak kabul görmektedir. Benzer şekilde, 1994 krizi sonrası gelişmelere bakılınca, krize neden olan ödemeler dengesi sorunlarının da, Türk sanayinin o güne kadar ulaştığı üretim kabiliyeti ve sermaye birikiminin, 1980’lere benzer şekilde kullanılabilmesiyle aşılabildiği söylenebilir. Her iki durumda da, kamu kesimi kaynak kullanım otonomisinden çok fazla vazgeçmese de, siyasi otorite piyasa güçlendirici reformları yapmaktan kaçınmamış; piyasayla sonu olmayacak bir rekabet içine girmemiştir. Bunun bir örneği de 2001 krizi sonrası uygulanan reformlarda görülebilir.

2001 krizi de, ekonominin önceliklerini gözardı eden kamu kesiminin verimsiz, aşırı kaynak kullanımının bankacılık kesimi üzerinde yarattığı olumsuz etkilerden kaynaklanmıştır. Kriz sonrasında alınan tedbirler bankacılık sektörünün piyasa kurallarına göre işleyişini güvence altına almış ve bunun için kamu kesiminin kaynak kullanım serbestisine ciddi kısıtlamalar getirmiştir. Piyasa örgütlenmesini güçlendirmeyi amaçlayan bu reformlar sayesinde, ekonomideki kaynak kullanımında şeffaflık ve hesap verilebilirlik temin edilerek, en azından bir süre için, daha etkin kaynak kullanımı sağlanmıştır. Bunun için, kamu otoritesinden bağımsız kurumların kurulmasına önem verilmiş, merkez bankası gibi kurumların bağımsızlığı kanunla güvence altına alınmıştır. Bu reformlar sonucunda, devlet piyasa karşısında güç kaybetmiştir. O günlerde bu durum siyasi otoriteyi çok fazla rahatsız etmemiştir. Zira uluslararası mali sistemin içinde bulunduğu konjonktür ve makro iktisadi manada Türkiye ekonomisinde elde edilen başarılar, ülkenin ihtiyaç duyduğu mali kaynaklara erişimi kolaylaştırmıştır. Bu şekilde ortaya çıkan kaynak bolluğu, bir yanda ekonomide piyasa mekanizmasının öncelikleri doğrultusunda kaynakların kullanımına imkan tanırken, diğer yanda bazı harcamaların siyasi otoritenin kontrolünde yapılabilmesinin önünü açmıştır. Dahası, siyasilerin yönlendirdiği kaynakların kullanımı AKP’nin, o günlerde oluşturmaya çalıştığı siyasi ittifak tabanının genişletilmesine yardımcı olmuştur. Piyasanın, yapılan reformlarla güçlenerek, etkin çalışması neticesinde gelen makroekonomik başarılar da, kamuoyu nezdinde AKP’nin ekonomi yönetiminde başarılı olduğu yönünde algıların güçlenmesine neden olmuştur. Bu durum iktidarın dayandığı geniş kapsamlı ittifakın konsolide edilmesine katkıda bulunmuştur.

AKP’NİN YANLIŞ TERCİHİ

Ekonomik reformlar, 2000’li yılların başında siyasi reformlarla birlikte yürüdü ve bu uluslararası yatırımcılar nezdinde Türkiye’ye yönelik olumlu bir bakış açısı yarattı. Siyasi reformlarla devlet yerine bireysel haklar güçlendirilirken, ekonomik reformlarla da devlet yerine ağırlıklı olarak piyasa kurumlarının kaynakları mobilize etmesi benimsenmiştir. Ancak 2008 yılından itibaren ABD’de başlayıp, sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan finansal kriz, gecikmeden Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Hükümetin tüm çabalarına rağmen ekonomi yüzde 4.5 oranında daralmıştır. Krizin o günkü sebepleri ve sonuçları ile ilgili tartışmaları bir tarafa bırakırsak, ABD gibi liberalizmin beşiği olan bir ülkede 2008 krizinin ortaya çıkardığı en temel sonuç, piyasa gücünün sınırlarının olduğudur. Bu bir bakıma, 1980’li yıllardan itibaren hızlanarak devam eden liberalleşme ve piyasa mekanizmasını hakim güç kılma sürecinin sınırına gelinmiş olduğunun işaretidir. Merkez ve çevre ülkelerinde, serbest piyasa mitinin yıkılmasına yol açan bu krizden çıkış, büyük ölçüde devletin ekonomiye doğrudan müdahale etmesiyle sağlanabilmiştir. Bu şekilde bizim gibi gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde de piyasayı sınırlandırarak, devletin ekonomiye doğrudan müdahalelerinin önü açılmıştır.

İddialı bir siyasi gündeme sahip AKP için, devletin iktisadi kaynakların dağıtımında daha belirleyici olması önemli bir fırsattı ve bu fırsat tereddüt edilmeden kullanılmıştır. Hatta batılı merkezlerin krizden çıkmak için, dünya mali sisteminde yol açtıkları mali kaynak bolluğu da, Türkiye gibi ülkelerdeki kamu müdahalelerinin uzun dönemde doğuracağı olumsuz sonuçlar göz ardı edilerek, cömertçe kullanılmıştır. Geçmişte olduğu gibi, bir defa daha, kısa dönem uzun döneme tercih edilmiştir. Bu dönemde arka arkaya gelen seçimler ve referandum süreçleri de piyasanın sınırlandırılıp, kamunun ekonomide daha etkin rol almasına vesile olmuştur. Bu müdahalelerin önceliği, iktisadi kaynakların etkin ve verimli kullanımından öte, siyasi iktidar için gerekli ittifak tabanını genişletip, mevcudun konsolide edilebilmesini sağlayacak bir şekilde, hızlıca mobilize edilebilmesidir.

Bu öncelikli amaç, daha sonraki yıllarda Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın tartışmaya açtığı büyümenin niteliğinde dönüşüme neden olmuştur. Ekonomide sanayi yerine inşaat, ticaret, bankacılık ve genel hizmetler gibi sektörlerin önemi artmıştır. Siyasilerin tercih ettikleri bu sektörlerin temsilcileriyle daha yakın ilişkiye girilmesi, izleyen yıllarda siyasetin finansmanı bakımından birtakım olanakları da beraberinde getirmiştir. Sanayi kadar kurumsallık ihtiyacı olmayan, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi piyasa dinamikleri içinde anlam ifade eden ilkeler, informel yapılaşmanın ve kayıt dışılığın yaygın olduğu bu sektörler için çok fazla anlam ifade etmemektedir.

İnşaat ve genel olarak hizmetler gibi sektörlerde kurumsallaşma düzeyi sanayi faaliyetlerine göre çok daha düşüktür ve bu durum siyasiler için, iktisadi kaynakların mobilizasyonu bakımından ciddi fırsatlar doğurmaktadır. Özellikle kamu ihaleleri üzerinden yapılacak altyapı yatırımlarının finansmanına konu kaynaklar istenilen yönde, doğrudan mobilize edilebilirken, devlet-belediye-özel kesim işbirliğine dayanan kentsel dönüşüm projeleri de yurt dışından sermeye çekmenin kârlı bir aracı olarak, o günlerde kullanılmıştır. TOKİ gibi statüsü çok net olmayan kurumlar üzerinden, özel kesimin aracılık ettiği yabancı mali kaynakların bir bölümü, meclis denetimi dışında bırakılarak, siyasetin yanında birtakım altyapı projelerinin finansmanında kullanılmıştır.

“Hizmetlerin” önemli ayaklarından biri olan perakende ticaret, yine uluslararası mali kaynaklara aracılık eden bankaların sağladığı kredilerle finanse edilmiştir. Hızla düşen enflasyon ve sermaye girişlerinin yol açtığı değerli TL, döviz cinsinden borçlanmayı cazip hale getirmiş, bu şekilde mali kaynak bulan bankaların kredi genişlemesine imkan sağlamıştır. Elbette bu durum, kredilere daha kolay ve ucuza erişen halkın tüketimi ve beraberinde gelen refahı artmıştır. Mali kaynak bolluğundan, toplumun hemen hemen her kesimi faydalanmasını bilmiştir. Herkesin kazandığı böyle bir ortam, siyasi otoritenin kaynak kullanım tercihlerini tartışılmaz kılmış, yapılan yanlışlar büyük ölçüde göz ardı edilmesine neden olmuştur.

Bu gelişmeler sanayinin aleyhine nisbi fiyat seviyesi oluşmasına yol açmıştır. Ekonomi sanayisizleşirken, ciddi bir ithalat rekabetine maruz kalınmıştır. İçeride üretmek yerine, dışarıdan ithal etmek tercih edilmiştir. Hatta sanayide kullanılacak mali kaynakların inşaat ve perakende sektörlerine kaydığı görülmüştür. İnşaat ve genel olarak hizmetler iktidar için kurulan siyasi ittifakın en önemli parçası olmuş, ekonomi politikalarının oluşturulmasında bu sektörlerin öncelikleri büyük ölçüde dikkate alınmıştır. Genel olarak sanayi kesimi iktidar ittifakının dışında tutulmuş ve ekonomik politikaların oluşturulmasında önceliklerini büyük ölçüde yitirmiştir. Zamanla inşaat ve genel olarak hizmet sektörleri daha çok büyümeye kaynaklık eder hale gelmişlerdir. Bu da Ali Babacan’ın başlattığı, büyümenin niteliği tartışmasına konu olan sektörel dönüşüme yol açmıştır. Uzunca bir süre uluslararası rekabet kısıtına maruz kalmadan, kamunun kaynak dağılımına bu sektörler lehine müdahale etmesiyle büyüme yönetilebilmiştir. Bu da, uzun süre geniş halk kitlelerinin taleplerinin karşılanabilmesine yetmiştir. Ekseriyetle kredi genişlemelerine dayalı tüketim harcamaları ve kamu kesiminin altyapı harcamaları büyümenin en önemli kaynakları arasında yer almıştır. Maalesef bu dönemde sanayi kesimi ek üretim kapasitesi geliştirmede yetersiz kalmış, ülkenin döviz kazanma potansiyelinde ise ciddi gelişmeler yaşanmamıştır. Ancak aynı dönemde ülkenin döviz yükümlülüklerindeki artış çok daha fazla olmuştur. Uzun dönemde Türkiye ekonomisinin kırılganlığını arttıran bu ve benzeri gelişmeler, olası bir krizin etkileri konusunda ulusal ve uluslararası gözlemcilerin karamsarlığının artmasına nedeni oluşturmuştur.

OLASI KRİZ VE SONUÇLARI

Türkiye 2002’den bu yana büyük ölçüde sanayisiz bir şekilde büyümeye çalıştı. Bu süreç 2009 sonrasında özellikle hız kazınırken, sanayi kesimi AKP iktidarının hiçbir aşamasında iktidar ittifakını oluşturan kesimler arasında yer almadı. Uluslararası rekabetin olmamasının yarattığı kolaycılığa başvuran iktidar, son derecede serbest bir şekilde, siyasi iktidarını, başta inşaat olmak üzere, bankacılık ve ticaret gibi hizmet sektörleriyle yaptığı kesimsel bir ittifak üzerine kurdu. İdeolojik manada, özellikle inşaat sektörünün ekonomideki önemine olan inanç, geçmişte hiç olmadığı kadar bu sektör temsilcilerinin iktidar üzerinde etkili olmalarına yol açtı.

17 yıllık bir iktidarın yapmış olduğu bu sektörel tercih, ülkenin kendi kaynaklarıyla finanse edilmek yerine daha çok yabancı kaynaklarla finanse edildi ve bu nedenle Türkiye ekonomisi artan oranda dış kaynak kullanımına bağımlı kaldı. Örneğin bankacılık kesiminin ülkedeki kredi genişlemelerine kaynaklık edecek mali kaynaklar yurtiçi tasarruflardan değil, aksine dışarıdan temin edilebildi. Keza toptan ve perakende ticaret yerli üretime aracılık etmenin yanında, nispeten daha ucuz olan ithal sanayi mallarına aracılık etmiş ve bu yüzden de dövize ihtiyaç duymuştur. İnşaat sektörü ise, ağırlıklı olarak TL cinsinden gelir elde edilebilmesine aracılık edebilmektedir. Doğal olarak ekonomi genelinde bu ve benzeri faaliyetleri teşvik ederek büyümeye çalışmak, ülkenin döviz ihtiyacının da artmasına neden olmaktadır. Dışarıdan mali kaynak akımı devam ettiği sürece bu sektörlerin lehine yapılacak kaynak kullanım tercihlerinin finanse edebilmeleri mümkündür. Fakat kullanılan bu kaynakların veriminin düşük olduğu ve bir müddet sonra tükenmeleri gündeme geleceği için, bunların yerine geçebilecek yerel mali kaynakların oluşturulamaması durumunda, yapılan bu sektörel tercihlerin de sürdürülebilirliği tehlikeye girecektir. Kaynaklar bolken, yurtiçindeki mali kaynak yaratabilme kabiliyetini artıramayan Türkiye, bir de bu sektörel tercihlerde ısrar ederek, bu tercihini finanse edecek mali kaynakları ekonominin diğer alanlarından aktarmaya başladığında, ekonomik büyümenin daha da yavaşlaması kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye’nin yapmış olduğu bu tercihe rağmen, dünya mali piyasalarında hakim olan konjonktür artık bununla uyumlu değildir. Dışarıdan kaynak bulmanın zorlaşmaya başladığı günümüzde, Türkiye kullanacağı kaynakları çok yüksek maliyetlere katlanarak bulabilmektedir. Bu itibarla, halihazırdaki sektörel tercihlerin ve bu sektörlere dayalı büyümenin maliyeti artmaktadır. Bu durum, ister istemez, miktarsal düzeyde bir ayarlamayı gündeme getirecek ve büyüme oranlarında bir düşme yaşanacaktır. Öte yandan, benzer krizlerde olduğu gibi, kriz sonrası dönemde nisbi fiyatlarda da bir ayarlama yapılması zorunlu olacak ve farklı kesimlerin ekonomideki öncelikleri ister istemez değişecektir. Krizden çıkabilmek için kaynak kullanım öncelikleri değiştirilecek, yeni önceliklerle uyumlu bir nisbi fiyat yapısı ekonomide hakim kılınacaktır. Bu ilk etapta ithalatın daha pahalı, ihracatın ise ucuzlaması şeklinde karşımıza çıkacaktır. Yerel düzeyde de tüketilebilecek sanayi mallarının ihracını teşvik edici bir fiyat yapısına ihtiyaç doğacaktır. Yeni nisbi fiyat düzeyi yurt içi ticaret, genel hizmetler ve inşaat gibi iktisadi faaliyetlerin karlılıklarını azaltacaktır.

Nisbi fiyatlarda böyle bir dönüşümün yaşanabilmesi için, iktidarı oluşturan kesimsel ittifak içinde yer alan bu sektör temsilcilerinin ikna edilmesi ve sanayi kesiminin de bu ittifaka dahil edilmesi gerekmektedir. Menfaatleri birbiri ile çelişen bu kesimlerin aynı ittifak içinde yer alabilmeleri mümkün müdür bilinmez. Değilse, mevcut ittifakın bozulup, ortaya çıkan yeni ekonomik önceliklere göre yeni bir ittifak oluşturmak gerekir ki, bunun da siyasi manada iktidarı güçlü kılması mümkün olmayabilir.

Çok daha önemlisi ideolojik düzeyde ortaya çıkan bazı bariyerler böyle bir dönüşümü zorlaştırmaktadır. Cumhurbaşkanının 12 Aralık 2014 tarihinde TOBB üyelerine yaptığı konuşmasında ifade ettiği gibi “.... İnşaat sektörüne dur, sanayiye ilerle derseniz çöküntü başlar” demesi, bu ideolojik bariyere en güzel örnektir. Bugün dönen mali konjonktürde kaybeden sektörler olarak öne çıkacak olan genel hizmetler, ticaret ve inşaat gibi sektörlerde oluşacak zararlar ve bu zararların telafisi için oluşacak olan talepler veriyken, iktidar tabanını geniş tutacak yeni bir kesimsel ittifak oluşturabilmek son derecede zor görünmektedir. Daha da önemlisi, sanayi gibi kurumsallaşmanın ve piyasa dinamiklerinin önemli olduğu bir iktisadi faaliyetin güçlendirilmesi, bugün ülkemizde oturtturulmaya çalışılan siyasi yönetim tarzına da ters bir durumdur. Ticari sermayeden farklı olarak, daha yerleşik olan sanayi sermayesi daha güçlü örgütlenmiş bir piyasa, sözleşme özgürlüğü ve hukuki güvence altına alınmış iktisadi haklar ile buna bağlı güçlü bir hukuk sistemine ihtiyaç gösterecektir. Şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi kurumsal yönetişim ilkelerine de gereksinim duyan sanayi sermayesi, bugüne kadar ülkemizde yerleştirilmeye çalışılan iktisat yönetimi ile çelişen koşullara ihtiyaç duymaktadır. Zaten bugün içinde yaşadığımız siyasi ve ekonomik ortam daha çok ticari sermaye etrafında örgütlenmiş bir sınıf yapısını ve bu sınıf ile iktidar arasında bir ittifaka işaret ederken, buna sanayi sermayesini dahil etmek çok kolay görülmüyor. Dahası mevcut ekonomik ortamda uzun süre ihmal edilmiş sanayiyi güçlendirecek ve teşvik edecek bir yurt içi talebinin var olmadığı da inkar edilemeyecek bir gerçektir.

İktisadi bir krizden çıkışın anahtarı olarak sanayi sektörü, bugün geçmişten çok farklı bir konumdadır. Daha çok kamu maliyesi ve bankacılık kesimi etrafında şekillenen geçmiş krizlerden farklı olarak, bugün karşı karşıya kaldığımız ekonomik güçlükler reel sektör şirketlerini de etkisi altına almış, sanayi kesiminden birçok şirketin mali yapılarını kötüleştirici etki yaratmıştır. Dolayısıyla, kapsamı bakımından olası bir krizin ülke ekonomisi üzerinde yaratacağı etkinin geçmişten çok daha fazla olması beklenebilir. Ayrıca en son 2001 krizi sonrasında olduğu gibi, kriz sonrası reformların finansmanında kullanılacak mali kaynağın önemli bir bölümünü oluşturan özelleştirme gibi bir gelir kaynağını bugün için hesaba katabilmek çok da mümkün değildir.

31 Mart seçimlerinin ardından hükümetin ne yönde tedbirler alacağı merakla beklenirken, alınacak tedbirlerin mevcut iktidarın devamı için oluşturulan kesimsel ittifakın zayıflamasına yol açma ihtimali yüksektir. Özellikle seçimden kamuoyu desteği azalmış bir şekilde çıkılması halinde, iktidarın alabileceği tedbirler için seçenekleri azalmış olacaktır. Böyle bir durumda siyasi iktidar piyasayı daha çok sınırlandırarak, ekonomideki kaynak dağıtımında daha çok belirleyici olmak isteyecek ve bu yüzden ekonomiye daha çok müdahale edebilmenin yollarını arayacaktır. Bu durum, önümüzdeki seçim sonrası dönemde, iktidarın daha müdahaleci ve daha baskıcı olmasını beraberinde getirecektir. Ancak böyle uygulamaların, Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı iktisadi sorunların aşılabilmesine yararı olmayacaktır.

*Prof. Dr.