Gerçekten samimiyetle söylüyorum; artık ekonomiden anlamıyorum.
Mustafa Sönmez gayet iyi anlatıyor.
O yüzden ben anlamadığımı anlatmaya çalışacağım.
Aslına bakarsanız olay şöyle gelişti:
Lise 2’de iken, kimya hocasını sevdiğim için üniversitede kimya okumayı düşünmüştüm.
Lise 3’de gördüm ki kimya notlarım da deneysel hevesim de parlak değil ve atomlar birlik olmadan molekül olmuyor. Oysa benim atomlar başka başka telden çalıyor.
Lise 4’de anladım ki, futbolcu olmak isterken önce Metin Kurt seven bir futsolcu, sonra sosyalist olmaktayım.
Fakat öyle olayım demekle, sadece hisli şeylerle, devrim arzulamakla, iradenin gücüyle, determinizme imanla olunmayacağını da düşündüm arkadaş.
Madem ki sosyalizmin anahtarı ve dinamikleri kapitalizmin içindeydi, madem ki sosyalizmi anlamak kapitalizmi anlamaktan geçiyor ve kapitalizmi anlamanın en iyi yolu gerçekten de sabırla Kapital’i okuyup anlamaktı (artı 3 cilt de Artık Değer Teorileri), kimyam değişiyordu madem, o zaman Ekonomi tahsil etmeliydim.
Çok zaman oldu tabii, sistemler değişti de, ben ilk üç sıraya Boğaziçi, ODTÜ ve Hacettepe Ekonomi yazdım nedense, başkaca da yazmadım. Bir tek annem vardı, o da bir şey demedi!
Hazırlık sınıfında da bir işte çalıştım dışarıda ama birinci sınıfta derslere girdim önce. Üç bölümlü bir defterle. Derste anlatılanlar bir bölüme, o derslerin kitaplarından notlar ikinci bölüme, en arkaya da derse ters biçimde, o konudaki Marksist iktisat notları.
Mesele sadece Kapital değildi, etrafta çok fraksiyon vardı ama teoride işçi sınıfı tekti. Pratikte başka başka türlüydü her şey!
Faruk Pekin’in önerisiyle Demiryolu İşçileri Sendikası’nda çalışmaya başladım o günlerde. İstanbul Avrupa yakası. Eğitimler. Sonra eğitimlerin turnesi. Adapazarı, Eskişehir, Ankara. Kongreler. Binlerce işçiye toplu sözleşme. Tren durdurup siren öttüren eylemler. Zafer Başkan, şahane hocalar. Değişen işçiler. Görsel işçi eğitimleri. Oyunu birlikte yazdığımız, işçilerin oynadığı işçi tiyatrosu. Tiyatronun Trakya hattı turnesi. Şahane bir kitaplık kurulması. Evlere evlatlara kitap dağıtımı. Kahvelerden çıkan genç işçiler.
Yani benim “çok yönlü iktisat teorisi” ve Kapital tutkusu, derste ve ders dışı öğrendiklerimi işçilerle paylaşma, bunun yolunu bulma evresine sıçramıştı.
Derslere giremediğim için farklı ve yüklü ödevler isteyip telafi etmeyi öneriyordum üniversitede. Çalıştığım için uyumayıp sabahlayarak.
Sağ olsunlar, TÜSİAD danışmanı hocalar bile buna anlayış gösteriyordu. Çünkü ellerine bir kitap formatında “Eşitsiz Mübadele” ya da “Türkiye İmalat Sanayiinde Artık Değer” hesaplaması gibi sürprizler geliyordu.
İstatistik ve ekonometride ne öğreniyorsam, hepsi sendika hizmetine de giriyordu.
İlk “iktisat hocamız” Prof. Demir Demirgil’di.
Sosyalizmle ilgisi yoktu ama talebenin aklının özgürlüğüyle ilgisi müthişti. Ufuk açıcıydı. Zihin açıcıydı. İnisiyatif tanıyıcıydı.
Sınavları şöyle olurdu:
Size ekonomik istatistikler, rakamlar, parametreler verirdi. İşte enflasyon, büyüme, ihracat, ithalat, cari açık vb. Siz bunlarla kendi kafanıza göre bir ekonomik model kurardınız.
O modeli onun tutması veya “gerçeklik”e tutunması gerekmezdi; kendi içinde “tutarlı” olması yeterdi.
Mezun olunca, çok cazip olduğu üzre bankalara, ihracat şirketlerine gitmedim. O devrin çok satan, bulvar gazetesi sayılan ama tam bağımsız Günaydın gazetesinde 4 sayfalık günlük ekonomi eki ekibiyle gazeteciliğe başladım.
LÜTFEN SADEDE GELİR MİSİN!
Bu kadar uzun hatıra anlattım, biraz tek yönlü kahve sohbeti gibi oldu ama nereye gelmek istediğimi unutmadım, merak etmeyin.
O günlerde, yani 12 Eylül’ün “biraz da patronlar gülsün” askerî darbesi öncesinde, Prof. Demirgil’in “serbest model” dersinde dahi kimsenin aklına bugünün “yerli ve milli modeli” gelemezdi.
Kapital zaten nal toplardı. Bu modeli bırak yazmayı, anlamak isterken bile yorulur, bu işi bırakırdı Marx.
Ben de anlamadan anlatayım diyorum işte:
Enflasyon yükseliyor.
Enflasyon karşısında faiz eksiye düşüyor.
Enflasyonla paralel kur artıyor.
Enflasyonu düşürmek için faiz düşürülüyor ya da sabit tutuluyor.
Reel faiz daha da negatif olduğu için, kurun ekonomik süreçle, enflasyonla da bağı kopup kafasına göre uçuyor, tasarruf talebinin patlamasıyla ve faizden kaçışla.
Yani döviz bir mübadele aracından ziyade tasarruf metaı olarak şişiyor.
Döviz şişerken enflasyon daha da artıyor.
Enflasyon düşsün diye reel faiz daha da negatif oluyor.
Kur daha fazla artıyor.
Bu arada ekonomiyi çok iyi bildikleri için sürekli bakan bakmayan değiştiren devletin en yetkilileri bize vaaz veriyor:
Her vaazda faiz günah, döviz farz oluyor.
Sonra bir gece…
Dövizin iyice şiştiği o gece, ansızın…
Sıradan insanlar uyurken yahut huzursuz uykusuz kıvranırken…
Faiz-döviz uyur, halk uyur, alem uyur biz uyumayız diyen devlette birileri ve birilerinin devleti, anide şapkadan tavşan çıkartıyor. Fakat kim koymuştu o tavşanı o şapkaya, bilinmiyor.
En yüksek düzeyden döviz satışı patlıyor gece ve bilmece karanlığında.
Döviz haram, faiz caiz oluyor bu sefer.
Bir karar çıkıyor, “kur korumalı” diye.
Dövizini bozdur, korumaya geç, faiz ile döviz arasındaki farkı Hazine ödesin.
Hazine Karun’un da değil Kanuni’nin de. Kanunen sizin.
Tamam, cebinizde çocuğun okulu, giysisi, beslenmesi, ısınması için para da olmayabilir ama yine teoride Hazine sizin.
Pratikte sınıfsal, zümresel bir şey olsa da.
Şeffaf sandığınız o sandık karartma gecelerinde kurcalanıp didiklenip dursa da.
Kur korumalı şey; siz gençlerin birbirine yaptığı kur gibi kalpten, yürekten, aşktan, sevdadan, hayata nanikten değil; panikten.
Sizin paranızla size, ama sizin orada mevduatınız yoksa bile sizin paranızla başkalarına “ek faiz garantisi” demek.
Yani o yükseltilirse enflasyon düşmez denen faiz, enflasyonu şişiren şişko dövizi bir önceki senenin iki katında tutmak için fiilen yükseltilirken, enflasyon da kilo almaya devam ediyor hızla.
Kilo alıyor; çünkü sizi yiyor, çocuğunuzun geleceğini yiyor, Hazine’yi yiyor, döviz tutulsun diye her gece satışa giden rezervleri yiyor, döviz gelsin diye yabancılara satılan kamu mallarını veya toplumsal varlıkları yiyor, oradan aldığı dövizi yine yiyor ama sonuçta bütün bu iştahlı alışveriş, dolar az dursun diye.
Büyülü dünyamızda bu kez, döviz enflasyonu azdırmasın diye, faiz bizzat döviz oluyor!
Siz benzin, mazot kuyruğundayken, ayçiçek yağı için toplaşırken, ne mutlu ki böyle güzel şeyler oluyor.
Sayın Nebati gibi gerçekten sıcak bir şahsiyet de, hepimizi oyalamak için konuşuyor da konuşuyor.
Benzetmek gibi olmasın, minikler sünnet olurken acıyı az hissetsin diye eğlendirmek gibi bir şey. Saygı duyuyorum. Acıya merhem olmasa da cenazeye az düğün katan, mateme bir tutam bayram saçan, başım üstüne!
BAŞA DÖNMEK BAŞ DÖNDÜRÜR
Şimdi Sayın Hocam Demirgil; başa dönersek:
Tamam, dünya şartları cartları da var ama mesele şuydu:
Bugünkünden çok çok düşük enflasyonu düşürmek, bugünkünden daha canlı olan yatırım hevesini arttırmak için faizi düşürmek veya ciddi oranda negatifte tutmak. Bugünkünden çok çok düşük döviz kuru varken.
Yani tasarrufçudan alıp kredi kullanana vermek, ama büyük sermaye ama konut, kredi kartı kredisi! Çark dönsün diye.
Şimdi de döviz bozdurana, yerliye yabancıya, Hazine’den vermek, vermek.
Bu politikanın neticesinde gerçekten enflasyon düştü tabii!
Hanelere ateş gibi, yoksul ve mütevazı ailelere taş gibi, geleceğe enkazıyla bir nevi savaş gibi.
Elbette kötü günler iyi günleri de taşır bağrında!
Bitirirken, Marx’ın bu konuda ne diyebileceğini de tahmin edeyim. Kızmazsa:
“Bu ekonomi politikası; Suriye politikası, Rusya politikası, Açılım politikası, Demokratikleşme politikası, 20 yıllık Fetö politikası, AB politikası, NATO politikası, Suudi Arabistan ve Körfez politikası, MHP ile düşmanlık ve kankalık politikası, İsrail-Filistin politikası ve diğerleri kadar tutarlıdır!”
Tamam da, ekonomiden anlamasam da, ben öyle “tutarlıdır” demezdim!
Bu da Herr Marx ile ciddi biçimde ayrıldığımız nokta Sayın Nebati.
Not: *Başlık, Marksist ekonomi politik eleştirisinin cılkını çıkaran eski Sovyetik kitaplardan. Marx pek böyle demediği için, “Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri” olan Grundrisse’yi yazmıştı, yine onca zahmetle! Onu okumadan önce öldürülmüş olsa da, Rosa Luxemburg’un “Sermaye Birikimi” de Grundrisse’nin kıyılarında, Kapital’in sularında dolaşır.
Bugün çok konuştum ama anektod olsun: Rosa Luxemburg’u 15 Ocak 1919’da öldüren faşizan Alman deniz askeri Hermann Souchon kimdi biliyor musunuz? Goeben ve Breslau zırhlılarını Enver Paşa’nın izniyle Boğazlar’dan “geçirip” Karadeniz’de “Osmanlı donanması” kılığında Ruslara saldırarak Osmanlı’yı savaşa sokmuş olan Amiral Wilhelm Souchon’un yeğeni!
Her şey bir diğerine uzanır.