Türkiye, son yıllarda büyük bir dönüşümden geçiyor. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında KHK rejimi ile ülkenin yönetilmesi başlı başına bir sorun haline geldi. 150 bin insanın KHK ile işinden edilmesi, hukuku askıya alan düzenlemeler, her davranışın yasak şemsiyesi altına sokulması sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde yankı buldu. Bu yankının en sert hissedildiği merkezlerden biri Avrupa Birliği’nin (AB) başkenti Brüksel’di. Yıllık ilerleme raporlarındaki yapısal eleştiriler, medya, akademi üstündeki baskı ve insan hakları ihlalleri, hukukun siyasallaşması ilerleme raporlarının olmazsa olması haline geldi.
İlerleme raporları başta olmak üzere, AB’nin eleştirilerine bizzat dönemin AB Bakanı Ömer Çelik “bizim için yok hükmündedir” şeklinde cevap verdi. Bu durum, zaten aksak giden ilişkilerin daha da durağanlaşacağının ciddi bir göstergesi oldu.
Hollanda ve Almanya başta olmak üzere AB’nin kurucu üyeleriyle tonu yüksek restleşmeler, ilişkilerin gündelik siyasete indirgenmesi, "Türkiye, AB üyeliğinden vazgeçiyor, 65 yıllık rüya kabusa dönüşüyor" yorumlarına neden oldu.
Yorumların aksine son dönem damgasını vuran ekonomik krizin gün geçtikçe daha beter senaryolarına kapı aralaması, Türkiye’nin yeniden Brüksel yollarına düşmesine neden oluyor.
Bu yazıda, Türkiye’nin yeniden Brüksel yollarına dönme gayretini, köprülerin atıldığı süreci, Ankara’nın Moskova ve Pekin yerine neden Brüksel ve Berlin’den medet umduğunu ele alacağız.
SON İKİ YILDA AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN SERENCAMI
15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası Türkiye’de OHAL’in yaşandığı iki yıl dış politikada da gedikler açtı. Darbe girişimi sonrası Ankara’nın KHK’larla ülkeyi yönetmesi, işten atmalardan kış lastiğine düzenlemelerin buradan gerçekleştirilmesi, en fazla Türkiye-AB ilişkilerinde karşılık buldu.
OHAL ile hukukun askıya alınması, ihlaller, siyasilerin AB ülkelerinden Avusturya, Almanya ve Hollanda ile ikili krizler yaşaması, bunu kitlesini güçlendiren bir malzemesine dönüştürmesi, AB sürecindeki ağır aksaklığı durağana çevirdi.
2017’de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, "insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti alanlarındaki gerileme" nedeniyle Türkiye'yi 2004 öncesinde olduğu gibi yeniden "denetim" sürecine aldı. Avrupa Konseyi'ne bağlı Venedik Komisyonu 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL uygulamasıyla ilgili olumsuz raporlar yayımladı. Bu belgeler AB için referansa dönüştü. Buna bir de Avrupa Parlamentosu'nun (AP) "Türkiye-AB müzakereleri askıya alınsın" çağrısı eklendi. Böylece Ankara-Brüksel hattındaki ince ip kopma noktasına geldi.
Gümrük Birliği'nin güncellenmesi ve vize serbestisi gibi konularda diyalog teknik konuşmaların ötesine geçemedi. Avrupa’da artan Türkiye’nin yönündeki değişim endişesi karşıtlık zeminine dönüştü. Başta Almanya olmak üzere birçok AB ülkesi gümrük birliğinin güncellenmesiyle ilgili çalışmaların ilerlemesine “dur” dedi. Türkiye’nin olmazsa olmaz olarak gördüğü diğer başlık vize serbestisi, iç hukukun sorunlu yapısı ve siyasallaşması nedeniyle terörle mücadele mevzuatına takıldı.
Türkiye ile AB ilişkilerinde siyasetteki gerilim mali karşılık da buldu. AB Maliye bakanları 2018 bütçesinde Türkiye'ye ayrılan fonlardan 105 milyon euro kesintiye gitti. Böylece ilk defa bir aday ülkeye dönük "siyasi" nedenlerin sıralandığı bir fon kesme kararı alındı.
BAKANLARIN SESSİZLİĞİNİN YANIT OLDUĞU SORULAR
28 Ağustos’ta Ankara’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün katılımıyla Reform Eylem Grubu (REG) üç yıl sonra yeniden toplandı. REG’in üç yıldır neden toplanmadığı ise muamma olarak kaldı.
Toplantı sonrası yapan Adalet Bakanı Gül, "Türkiye, tarihindeki en düşük Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvurusuna ulaştı" dedi. Ancak yargılama süreçlerinin uzunluğu, AİHM’in KHK’ler ve iç hukuka güvenin kaybolması nedeniyle bir üst yargı merciine dönmesine değinmedi.
Bakan Gül, KHK ile işinden edilmiş insanların önüne neye göre karar verdiği belli olmayan ve uzun süredir karar alan değil, bir oyalama mekanizması olarak görülen OHAL Komisyonu’nda bekleyen başvuru sayısını ağzına almadı. Yani Bakan başvuru sayısının azlığını bir insan hakları zaferi olarak sunarken, Avrupa Konseyi ve ilerleme raporlarında vurgulanan ihlallere dönük tonu sert uyarılara kulağını tıkadı.
Benzer bir suskunluk, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nda da vardı. Daha önce bir bakanlık olarak hizmet veren AB Bakanlığı’nın neden kapatıldığı ve Dışişleri Bakanlığı bünyesinde bir birime dönüştürüldüğünü Çavuşoğlu gündemine bile almadı.
Kendilerine “bu soruları sorabilecek gazetecilerin salonda neden olmadığı” sorusuysa Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği dönüşümü net biçimde ortaya koyuyordu. Salondaki bu yokluk, Türkiye’de ifade özgürlüğü, gazeteciliğin korunması ve hukukun üstünlüğü konusundaki eksiklerini haykırıyordu.
TUTARSIZLIK MI, ÇOK YÖNLÜLÜK MÜ?
Türkiye’nin ABD ile karşı karşıya gelmesi, köprülerin atılacak noktada olması ekonomik krizle birleştiğinde alternatif bir arayışın gündeme geleceği bekleniyordu. Sanılanın aksine Ankara, bu noktada stratejik ortaklık ilişkisi içinde olduğu Rusya veya kısa zaman önce borç aldığı Çin yerine yeniden Brüksel yollarına düştü.
Eğer Ankara, Moskova ve Pekin başta olmak üzere dünyanın farklı merkezleriyle dış politikasını çok yönlü bir zeminde istikrarla ilerletseydi bu durum başını ağrıtmayacaktı. Ancak Türkiye, Rusya ve Çin başta olmak üzere küresel platform ve ikili ilişkilerdeki manevraları genelde “beni eleştirmeyin, beni anlamıyorsunuz, sanki siz çok insan hakları sevdalısısınız! Ben de bu yerlerden Avrasya’ya giderim” restleşmesi üzerine kuruyor. Bunun yanında dış politikadaki her anlaşmazlığı iç politikada pozisyonunu konsolide etmek ya da eleştirileri kendinden uzaklaştırmak için kullanıyor. Bu strateji, yalnızca kendisine dönük güveni zedelemiyor, aynı zamanda ileri dönük hamlelerinin altını boşaltıyor ve kendisini ne istediğini bilmeyen günlük çıkarlarına göre hareket eden bir ülke konumuna sokuyor.
Seçimlerden sonra ABD ile gergin olan ilişkilerin açık bir düelloya dönüşmesi, ekonomik olarak IMF’ye gitmektense batarız daha iyi noktasındaki iktidarı köşeye sıkıştırdı. Ancak Çin ve Rusya odaklı alternatif Avrasyacı imalara rağmen Ankara, ne Rusya’nın ne Çin’in AB’den kopmuş, NATO’dan olmuş bir Türkiye ile ne kadar yan yana durabileceğini bilmiyor. Dahası bu yakınlaşmadan ekonomik bir dayanışma çıkarmak Çin ve Rusya ekonomilerinin Batı ile bağımlılık ilişkileri düşünüldüğünde alternatif olmaktan çok uzak olduğunun farkında. Bu nedenle Türkiye siyasi ve ekonomik çıkmazını hafif yaralarla atlatmak için düne kadar sert biçimde eleştirdiği, bizi kıskandığını her fırsatta dile getirdiği, Almanya başta olmak üzere AB yollarına revan oluyor.
AB ile son üç yılda ilişkilerin dibe vurması, daha önce kat edilen hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, insan hakları konularındaki ilerlemeyi bertaraf ediyor. Örneğin bir yandan sık sık idam cezasının getirilmesi gündem olurken, “insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne var gücümle sarılacağım” diyen bir ülken için bu iki durum oldukça çelişkili.
Brüksel de Ankara’nın bu çelişkisinin farkında. Fransa Lideri Emmanuel Macron’un “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiyesi Mustafa Kemal'in Türkiye'si değil, üyelik değil, stratejik ortalık verelim” çıkışı bunun açık kanıtı. Kısacası, Türkiye için AB ile müzakere yolu, ABD ile yaşanan gerilim ve ekonominin içinde olduğu kriz ortadayken hiç olmadığı kadar yokuş ve dikenlerle kaplı.