Türkiye’de ekonomik göstergelerin bir kriz alarmı verdiği,
konunun gerçek uzmanlarınca bir yılı aşkın süredir dile
getiriliyordu. Sözgelimi Ümit Akçay, daha 2016 sonunda bugünkü kriz
tablosuna işaret etmiş ve bunun bir “geleceğe kaçış” planı ile
ötelendiğini
yazmıştı. Zaten iktidar ve muhipleri de 2018 başında gidişatın
pek hayırlı olmadığına ve “geleceğe kaçış”ın da sınırlarına
ulaşıldığına emin olarak, bir alelacele seçim yoluyla bu kez de
siyaseten geleceğe kaçma yolunu seçti: Krizi
öteye atmanın sınırına geldiklerinde seçimi beriye çekerek
zamanla bir kez daha (ve muhtemelen son kez) oynamışlardı.
Sonrası malum. Eşitsiz şartlarda gidilen alelacele
seçim; sandıktan çıkan ve ‘Reis’in başkanlığını bile
bir ittifak uzlaşmasına iliştiren mecburi
koalisyon neticesi; Hazine ve Maliye’nin aile içinde
tutulduğu –ve esasen iki buçuk kişilik olduğu anlaşılan– ’yeni’
kabine… Mayıstaki İngiltere seferinde, faiz ve enflasyon arasındaki
ilişkiyi keyfi bir cebire dönüştüren açıklamalar ve
içeride kimi durumlarda tuttuğu görülen “her şeye
ben karar vereceğim, hızlı ve pürüzsüz” vaadinin bir marifetmiş
gibi uluslararası yatırımcılara müjdelenmesi, Türk Lirası’nda hızlı
irtifa kayıplarına yol açmıştı. Haziran ve temmuzdaki, seçim ve
sonrası gelişmeler ise adeta liranın ayağının altındaki halıyı
çekti. Ağustos başında, seçilmesi vaktiyle ‘ak mahalle’de neredeyse
davul zurna ile kutlanmış Trump’ın ve ABD’nin tutuklu rahip Brunson
üzerinden verdiği sert mesajlar ve yaptırım kararları ile TL çöküşe
geçtiğinde, saray yönetiminin kaçabileceği ya da öne çağırabileceği
bir gelecek kalmamıştı. Bu çöküş öngörülebilirdi –ki
seçimi jet hızıyla 16 ay önceye ışınladılar; ama önlenemezdi –ve o
yüzden emektar bir yönteme, hamasete sığındılar.
TL’deki çöküşün en sert yaşandığı günlerden biri olan (bir günde
yüzde 23’e varan değer kaybı) 10 Ağustos’ta, Erdoğan yüzde 82 ile
en çok oyu aldığı Bayburt’taydı. Kendisini dinlemek için toplanan
taraftarlarına şöyle diyordu: “Dolar molar bizim yollarımızı
kesmez. Yastığının altında doları, avrosu, altını olan varsa bunu
Türk Lirası ile bankalarımızda bozdursun. Bu bir milli yerli
mücadeledir. Bu, bize karşı ekonomik savaş ilan edenlere milletimin
cevabı olacaktır.” Aynı gün Bayburt’ta bir camiden çıkarken bu
kez de “Ekonomik savaşı kaybetmeyeceğiz” dedi.
“Ekonomik savaş” söylemi bu ilk işaretin ardından malum
çevrelerde dalga dalga yayıldı. “Bize karşı ekonomik savaş ilan
edenler”in hangi düşmanlar olduğu konusundaki net
açıklamayı ise 31 Ağustos’ta Balıkesir’de yaptı: “Onların
dolarları varsa bizim Allahımız var. (…) Şu anda Batı’nın ekonomik
tehdidi, bize ekonomik savaş ilan etmesi hiçbirisi bizi
sindiremez.”
‘Batı’ diye kast edilenin ABD ve Avrupa olduğunu herkes
biliyordu. Bu kolay açıklama; pek zihin açıklığı gerektirmeyen bu
basit formül derhal alıcılarını buldu. 10 Eylül’de ilçede fiyat
denetimlerine çıkan Kocaeli Kartepe Belediyesi’nin Zabıta Müdürü,
sahra birliklerini teftiş eden bir levazım subayı edasıyla,
“Ülkemize karşı başlatılan ekonomik savaş sonrasında
denetimlerimize başladık” diyecekti örneğin.
Ekonomik krize karşı ideolojik (bile olamayan) bir savunma
hattı; yeldeğirmenlerine karşı berber tasından bir miğfer;
file karşı sivrisinek…
Bu hayalperest tablo, geçtiğimiz haftaya, hatta iki güne
sıkışmış olaylar zinciriyle dağıldı. Hakikat, “bize ekonomik savaş
ilan ettiği” söylenen ‘Batı’nın iki merkez üssünde, New York ve
Berlin’de kalın dişlerini gösterdi.
27 Eylül’de New York’ta Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak,
“Yeni program bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için
uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik.
16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi
ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek” dedi.
Türkiye’nin tüm bakanlıklarının dahil olduğu ‘dönüşüm’ ofisinin bir
tür “dublör IMF”ye iliştirildiğini gösteren bu açıklama, akıllara
haklı olarak Duyun-u Umumiye yönetimini getirmişti. Alp Altınörs,
cumartesi günü Duvar’da yayınlanan
yazısında bunun, “başkanlık sistemiyle yönetilen bir şirket”
olarak “Türkiye Anonim Şirketi”ne atanmış bir tür kayyum
olduğuna işaret ediyordu. Zaten Başkan Erdoğan da Haziran
2015 seçiminden önce, mart ayında “Bir anonim şirket nasıl
yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmeli” ve Haziran 2018
seçiminden 15 gün önce de “Benim bir lafım var biliyorsunuz.
Devleti şirket gibi yönetmek. Bunu başarırsak netice alırız”
diyerek mevcut durumun bir tür Türkiye Anonim Şirketi
olduğunu önceden söylemişti. Osmanlı’yı bir yarı sömürge devlet
haline getirecek Duyun-u Umumiye’yi yaratan borç sorunu bir kamu
maliyesi sorunuydu ve devlet gelirlerinin başka devletlerin emrine
verilmesine yol açmıştı. Sonra bu yabancı kontrolü hiç
eksik olmadı. Ülkeyi bir “şirketler toplamı”, bir tür büyük şirket
gibi gören neoliberal neo-Osmanlı’daki borç sorunu da tüm
bakanlıkların dahil olduğu ‘dönüşüm ofisi’nin bir kapitalist
şirketin denetimine/emrine verilmesine yol açıyordu işte: Ülkeye
‘ekonomik savaş’ ilan ettiği söylenen Batı mahreçli bir şirkete… O
halde, ekonomik savaşta hedef olması beklenen mevzilerin ‘düşman
karargahınca’ denetlenmesi değil miydi bu: ‘Yerli ve
milli’ cephede bir General McKinsey!
28 Eylül’de, ‘Batı’nın öteki sıklet merkezi olan Berlin’de, bu
kez bizzat Başkan konuştu ve bu ekonomik savaş retoriğini
tamamen çöpe atan şu sözleri söyledi: “[Türkiye ile Almanya]
modern tarihte birbirleriyle savaş içerisinde bulunmamışlardır.
Birinci Dünya Savaşı’nda aynı safta yer almışlar, kader birliği
yapmışlardır.”
Milliyetçi-muhafazakâr şair Mehmet Akif de Mart 1915’te yazdığı
“Berlin Hatıraları” şiirinde aynı yakınlık hissiyle söz
etmişti Almanlardan:
Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?
O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.
(…)
Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın,
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?
O vakit Doğu’ya meyleden Alman bakışını, ‘zavallıların
şafağı’ olarak selamlayan mukaddesatçılığın fikri
daha sonra muhtelif kereler değişti elbet. Ama çaresiz kaldığında
tüm ‘eski hayal kırıklıklarını unutuverme’ huyu çıkmamış görüldüğü
üzere.
Birinci adam Berlin’de, ikinci adam New
York’ta muhayyel ekonomik savaşın sona erdiğini ilan eden
mütarekeleri duyurmuş bulunuyor. Ancak–muhayyel bile olsa– her
savaşın bir siyasi faturası vardır. Dolayısıyla her mütareke aynı
zamanda bir siyasi belgedir. Türkiye iktidarı, şimdi
düşsel ekonomik taarruz yerine sahici ekonomik krizin sonuçlarıyla
yüzleşirken, diğer yandan hem içerisi hem de dışarısı açısından
büyüyen bir faturayla da boğuşacak. İçeride kolaylıkla ‘ajan’,
‘terörist’ vs. ilan edip tehditkar bir gürültüyle boğdukları sesler
hakkında, dışarıda canlı yayınlarda ‘müzakere’ etmek zorunda
kalıyorlar nitekim. Ve onca yerli-milli uğultusundan ve ‘saldırı
altındayız’ temalı ekonomik cihat çağrılarından sonra, çok
daha zor günlerde ‘General McKinsey’i izah etmek zorunda
kalacaklar.
Alman dilinin büyük ustası Stefan Zweig, dilimize “Acımak”,
“Merhamet”, “Sabırsız Yürek” gibi farklı isimlerle çevrilen büyük
romanına, “dişlileri bozulmuş bir saati aceleyle onarmaya
çalışmak, genellikle mekanizmanın tamamen bozulmasına yol
açar” sözleriyle başlar. Burada da, hem ekonomisiyle, hem de
söylem ve propaganda düzeyinde ideolojisiyle dişlileri aksayan bir
sistem, mecburi bir acelecilikle açılmış gibi görünüyor. Ve belli
ki bir ‘kalıcı bozulmaya’ karşı mekanizmanın tüm
sahiplerinin bulduğu tek çıkar yol protesto ıslığı çalan
işçiyi bile tutuklamak…