Yerel seçimlere sayılı günler kala iktidarın dili sertleşirken, en kritik şehir olan İstanbul’u yönetmeye aday olan CHP’li Ekrem İmamoğlu ise uzlaşmacı dilinde ısrar ediyor.
İmamoğlu İstanbul’u alırsa Türkiye siyasetinde önemli bir sarsıntı yaratacak ve AKP’nin yerel yönetimdeki hakimiyetinde de tarihi bir gedik açacak.
Peki İmamoğlu AKP’ninkinden farklı olarak nasıl bir yönetim, nasıl bir İstanbul vaat ediyor? Trabzonlu, sağcı-muhafazakâr bir çiftçi ailenin çocuğu olarak büyüyüp beş yıldır Beylikdüzü’nü yöneten ve şimdi de İstanbul’u yönetmeye aday olan İmamoğlu’nun “uzlaşmacı dili” seçmende nasıl karşılık buluyor? Kürtlere, kent yoksullarına, mültecilere yönelik vaatleri neler?
Yoğun programından feragat ederek İstanbul-Seyrantepe’deki seçim koordinasyon merkezinde sorularımızı yanıtlayan İmamoğlu’na kulak veriyoruz…
Rakibiniz Binali Yıldırım bakanlık, başbakanlık, TBMM başkanlığı yapmış, tanınan bir isim. Ayrıca anaakım televizyonların tümünde sürekli ekranda. Aradaki tanınırlık veya “popülarite” farkını kapatabiliyor musunuz?
Hızla! Açıkçası popülerliğin, bilinirliğin tek başına çok şey ifade etmediğini bizzat sahada öğreniyorum. Tanınırlığın siyasi verilerde değerli bir unsur olduğu öngörülür. Ama tek başına bu yetmiyor. Aksine, yerel seçimin ruhuna uygun olmak çok daha önemli hale geldi.
Yerel seçimin ruhuna uygunluktan kastınız ne?
Yerel yönetici kapısı herkes tarafından çalınabilen, her konuya muhatap olan kişidir. Türkiye’de genel yönetimle kıyaslandığında belediyenin ilgilendiği alanlar çok sınırlı. Ama buna rağmen siz her konuya muhatapsınız. Halk, bunu hisseden ve hissettiren bir yönetici ister. Dolayısıyla bu beklentilere cevap verebilmek, sorunları çözeceğini hissettirebilmek, popülerlikten çok öte bir değerdedir. Ben bu ruhu gösterdikçe karşılık buluyorum. Bunun için de özel bir çaba göstermiyorum. Çünkü aslında sadece kendi kendimi ifade ediyorum. Neysem oyum. Ben burada beş sene belediye başkanlığı yaptım, beş sene de ilçe başkanı olarak bu başkanlığa hazırlandım. Dolayısıyla on yıllık bir deneyimle bu sürece talibim. Yaşadıklarımı biliyorum ve yaşatacaklarıma da hazırlıklıyım. Bunu gören toplum sizi beğeniyor. O yüzden, zaafiyet veya handikap olarak görülen bilinmemeyi, popüler olmamayı da çok hızlı çözdüğümü düşünüyorum.
İstanbul, çok farklı inançları, etnisiteleri, toplumsal, siyasal, kültürel aidiyetleri ve sınıfları barındıran bir şehir. Türkiye gibi kutuplaşmış bir ülkede, haliyle insanlar kendisine en yakın kimliktekini yönetici olarak görmek istiyor. “Neysem oyum” dediğinizde, insanlar “peki nesiniz” diye soruyor. Kendi kimliğinizi nasıl tarif ediyorsunuz?
İnsan!
RUHUMU EN İYİ TARİF EDEN ŞEY DEMOKRATLIKTIR
Solcu bir insan mı, Kemalist mi, İslamcı mı? Bu başlıklar artırılabilir ama neticede insanlar, “insanım” dediğinizde de hangi kimlikte olduğunuzu soruyor…
Bunların hepsi detay. Şehir yaşamında ben her şeyden önce kendimi insan olarak tanımlıyorum. Ayrıca ruhumu en iyi tarif eden şey demokratlıktır. Demokrasiye inanmış ve onu özümsemiş bir insanım. Diğerleri, inanın detay. Atatürk’ü sevmek, bu ülkeyi sevmek, hatalarını kabullenerek, doğrularını da överek bu ülkenin geçmişine tutkulu olmak… Tabii aynı zamanda geleceğe de umutla bakmak istiyorum. Ülkemin çağdaş bir dünya çerçevesinde olgun bir yer edinmesini istiyorum. O bakımdan kendimi illa somut, marjinal bir kimliğe hapsetmek istemem. Kadı ki ben belediye başkan adayıyım ve yerelde tam da tariflediğiniz çeşitliliği, herkesin kendini hissedebileceği bir yönetimi ortaya koymak istiyorum. Bu tamamıyla mümkün müdür? Eksikliklere rağmen hedef bu olmalıdır. Bunun için insan ve demokrat olmak bana kapsayıcı ve yeterli geliyor. Sonrasını çözeriz.
Peki “insan ve demokrat” olmak, sizi rakibinizden ayırmaya, insanların onun yerine sizi tercih etmesine yeterli mi?
Biriyle farkım üzerinden kendimi tanımlamak benim tarzım değil. Ben kendimi tanımlarım, farkımı da vatandaş tespit etsin. “Şu yönden daha üstünüm” gibi bir kıyası hiçbir zaman sevmedim. Böyle bir kıyası yapmak bile karşınızdaki insana hakaret etmek gibi geliyor bana. Ama halk beni niye seçsin diye sordunuz. Ben ne anlatıyorsam, ne ifade ediyorsam, ne yapmak istediğimi söylüyorsam, o benim irademdir. Oysa karşımızdaki siyasi anlayışın bireysel bir iradeyi temsil etmediğini düşünüyorum. O tarafta başka bir irade var. O anlayışta hiçbir belediye başkanının, kendini çok da ifade edebileceğini düşünmüyorum. Kaldı ki bunu son beş yılda yaşadı Türkiye.
İSTANBUL’U İSTANBULLULARLA YÖNETECEĞİZ
Yani şu an İstanbul’un Ankara’dan yönetildiğini ama sizin İstanbul’u İstanbul’dan yöneteceğinizi mi söylüyorsunuz?
Ben, İstanbul’daki vatandaşlarımızın oluşturduğu belediye meclisiyle, oradan alınacak kararlara saygı duyan, onunla da yetinmeyip demokrasi kanallarını işleterek ta mahalle meclislerinden başlayan ve günün teknolojisini demokrasi lehine kullanarak bir yönetim anlayışı gerçekleştireceğim. Günün teknolojisi “sor ve cevabını al” sistemine o kadar uygun ki, istediğiniz sokakta, mahallede, ilçede çok rahatlıkla kamuoyu araştırması yapabilir, soru sorabilir ve ona göre değerlendirme yapabilirsiniz. Dolayısıyla belediye başkanı olarak, demokrasi adına kendinizi kontrol edebileceğiniz seçilmiş belediye meclisinin dışında da çok geniş bir portföy var. Yeter ki bunu kullanmak isteyin. Bu bağlamda biz İstanbul’u, İstanbullularla yöneteceğiz. Kararların kişisel iradelerle, akşamdan sabaha değiştirilmemesini sağlama almayı hedefliyoruz. Öbür türlüsü zaten on, on beş yıldır yapılıyor.
Mevcut yönetim sizce İstanbul’da ne tür sorunlar yaratıyor?
Fotoğraf çok net: Çarpık, insanı düşünmeyen, fakirleştiren, ayrıştıran, bölen, belli bir mutlu zümre yaratan ama genelinde mutsuzluğu hakim kılan bir kent yarattılar. Nüfusun yüzde 60’a yakını, “fırsatını bulursam şehri terk ederim” diyor. Peki insanlar terk etme hayali kurmak için mi İstanbul’a göç etti! Burası bir fırsat şehri olması gerekirken, tarif ettiğim bir yapıya büründü. Bu elbette kötü yönetilmekten kaynaklıdır.
Ekim 2017’de “İstanbul'a ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum” diyen Erdoğan, Binali Yıldırım’ın seçim kampanyasının en önemli aktörü. Erdoğan’ın İstanbul’a yönelik vaatlerini nasıl karşılıyorsunuz?
Vaat ettiklerinin muhatapları bence artık o sesleri duymuyor. İnsanlar, duymak istedikleri başka bir ses arıyor. Elbette sadece onların sesine kendini kitlemiş bir kesim var. Ama o kitle de azalmaya ve sıkışmaya başladı. Nitekim oradan sıyrılmak ve kurtulmak isteyen bir sürü insan yakalıyorum sokakta.
18. YÜZYILDAN KALMA MEGA PROJE MANTIĞI ARTIK GEÇERLİ DEĞİL
AKP seçmeninin de sizin sesinize kulak kabarttığını düşünüyor musunuz?
Bence dinliyor, ilgisini çekiyor. Elbette hepsi için söylemiyorum; bu zaman alacaktır. Çünkü yaklaşık yirmi yıldır tek sesi dinleyen bir kitlenin, özgür olmayan bir basın ortamında başka seslere zihinlerinin tıkalı olduğunu düşünüyorum. Hiç görmüyorlar! Çeşitli cümleler üzerinden yargılıyor, hatta bazen infaz ediyorlar. Dolayısıyla o insanların tamamının şu anda bizi algılamasını beklemiyorum. Ama hiçbir önyargım yok. “Seçilip geldiğimde onlar pişman edeceğim” dediğimde, kötü bir şey söylemişim gibi algıladılar. Halbuki ben “çok iyi hizmet ederek pişman edeceğim” demiştim. O kitleyi hariç tutarsak, toplumun büyük bir kesimi şu anda bizim sesimizi dinliyor. O yüzden iktidardakiler ne vaat ederlerse etsinler, inandırıcı gelmeyecektir.
İktidar her yerel seçim öncesinde mega projeler açıklayarak yol aldı. Bu tür projelerin İstanbulluların oy tercihini belirlemeyeceğini söyleyebiliyor musunuz?
18. yüzyıldan kalma mega, dev projeler mantığı artık geçerli değil. İnsanlar şu an çocuğunun mutluluğuyla, hatta evine girecek yemekle, aşla ilgili beklentilerini anlatıyorlar. Biz süreci tamamen insani ve sosyal belediyecilik unsurları üzerinden kurmaya çalışıyoruz. Önceliğimiz insan. İnsanların öncelikle var olma haklarını sağlamak durumundayız. Bu şehrin yaşayanları olduklarını onlara sunacak bir ortam yaratma çabası içindeyiz. Düşünün, 25 yıldır yönettikleri Bağcılar, İstanbul’un en mutsuz ilçelerinden birisi. En yüksek oyu da oradan alıyorlar. Bu nasıl bir tezat! Bunu aşmamız lazım. Bunun için insanları silkelemeye, uyandırmaya çalışıyoruz. Israrla bunu yapıyorum ve yapmaya da devam edeceğim. Seçilmek için insanları ikna edebileceğimizi düşünüyorum. Ama seçildikten sonra asıl, bizim ikna sürecimiz başlayacak. İnsanların uyanmasını, gerçekleri anlamasını, gerçek sorunlarıyla yüzleşmesini ve bizim de o sorunların çözümünde yardımcı olduğumuzu görmelerini istiyorum.
BENİM MEGA PROJEM İNSAN
Sizin “mega” projeniz yok mu?
Var, insan! Mega projeler insani projelerdir. Mega proje mesela İstanbul’da yaşayan 0-4 yaş arası 1 milyon 200 bin çocuğun geleceğidir. 25 yabancı ülke temsilcisine, bu şehirde 0-4 yaş arası 1 milyon 200 bin çocuğun yaşadığını söylediğimde inanamadılar. Üstelik mülteci çocuklar hariç. Bu çocukların geleceği mega projedir. Annelerinin psikolojik durumları, onların iş hayatına katılmaları, çocukların okul öncesi eğitimi alıp alamamaları… 100 çocuktan 15’i ancak okul öncesi eğitim alabiliyorken, mega proje köprü mü, yol mu, bir düşünsünler bakalım. Keza bu şehirde iş imkânı yaratmak, bu şehri güzelleştirmek, yeşil alan, doğa… Bu konuda dünyanın en yoksul şehirlerden biriyiz. Yeşile, doğaya bu kadar fakir kalmış bir şehri güzelleştirmektir, yeşillendirmektir mega proje. Köprüler, yollar mühendislik projeleridir. Bu tür ihtiyaçlar akılcı bir proje ve finansmanla çok kolaylıkla giderilebilir.
Finansman sorununu nasıl halledeceksiniz?
Çok affedersiniz millete kazık atarak değil! Finansmanı en ucuz şekilde sağlayarak projeleri yapabilirsiniz. Yani o mega dedikleri projeleri yapmak çok kolay. Ben hayatım boyunca bu tür işleri ürettim. Ben bir iş insanıyım ve o tür işlerin nasıl yapılacağını onlardan çok daha iyi biliyorum. Ama belediyecilik için o en basit iştir. Halbuki ben İstanbul için en zor olanını yapmaktan, çocuklar, kadınlar lehine projeler geliştirmekten söz ediyorum. Ayrışan insanları hemşehrilik duygularını geliştirerek tekrar buluşturmak, birleştirmek, insanlara “ben bu şehrin insanıyım, İstanbulluyum” dedirtebilmek, gelecekle ilgili güzel hayaller kurdurtabilmek, bu şehri tekrar cazibe merkezi yapmak. Budur bizim mega projemiz.
BENDE KİŞİYE, GRUBA GÖRE DEĞİŞEN BİR DİL YOK
Ankara’daki siyasetin tüm ülkede yarattığı ayrışmanın bir yansımasını yaşıyor İstanbul. Bir belediye başkanının söylemi veya icraatları bu yansımaları kırmaya yeter mi?
Kesinlikle!
Sağ seçmene hitap etmeye çalışırken, size oy vermeye niyetli sol veya laik kesimlerden tepki alıyorsunuz. Bu zorlu denklemin üstesinden nasıl geleceksiniz?
Hangi koşulda, hangi ortamda ve kiminle olursam olayım dilimi hiç değiştirmedim. Farklı ortamlarda bana yöneltilen aynı sorulara yanıtım değişmez. Bende başkalaşan, kişiye veya gruba göre değişen bir dil yok. Öte yandan, ortak sorunlara yönelik ortak çözümler sunmak kime aykırı gelebilir ki? Muhafazakâr kesimle karşılaşırken sorunlara sunduğum çözüm önerilerini başka kesimlerle karşılaşırken de anlatıyorum. Bana muhafazakâr kesimin, HDP’lilerin veya İYİ Partililerin oyunu nasıl alacaksınız diye soruyorlar. Oysa tüm bu kesimler, tespit edip çözüm önerisi sunduğum sorunların muhatapları. Onlar da ailedir, kadındır, erkektir, çocuktur, toplumdur. Dolayısıyla hepsi de beni dikkatlice dinliyor. Elbette bize kulağı kapalı bir kesim var ve bu seçimde onlara ulaşmak şimdilik mümkün değil. Ama onun dışında muhafazakâr birine anlattıklarım bir sosyal demokratı, solcuyu ya da sağcıyı irite etmiyor. Elbette solculuk, muhafazakârlık, sağcılık vs, şehir yaşamı içinde değerli kavramlardır ama bir yanıyla da insanın özelini ilgilendiren hususlardır bunlar. Toplumsal bütünlük yaratmak, herkesin hakkına saygı duymaktan geçer. Ben bunu vaat ediyorum insanlara. İlla büyük kitleler veya belli gruplar değil, bir kişinin bile mutsuzluğu beni ilgilendirecek. İyi bir belediyecilik, kendini dışarıda bırakılmış hisseden kimse bırakmamaktır. Demokrasinin kuralı da budur. Size oy vermeyenlerin de var olma hakkının korunduğu sistemdir demokrasi. Mevcut sistem tam da buna riayet etmeyerek insanları ötekileştirdi. İktidarın söylemi çok net: “Ya tarafsın ya bertaraf.” Bu söylemi kim satın alabilir? Seçimi kazanmak için her yol mubahtır anlayışı benim kitabımda yazmaz. Benim açımdan esas olan değerlerdir ve o değerleri yitirmemektir.
SEÇİLİRSEM, HER PARTİ AYNAYA BAKMAK ZORUNDA KALABİLİR
İstanbul’daki gibi farklı politik yaklaşımlara bölünmüş bir toplum için bu söyleminiz biraz apolitik değil mi? Bu dilinizin bir karşılığı olduğunu düşünüyor musunuz?
Kadınlar başta olmak üzere müthiş bir karşılık buluyor. Çünkü tehlikeyi ilk önce sezenler onlar. Sevgi, saygı, güzel dil, herkesi kucaklayan anlayış ilk önce kadınlarda, bilhassa annelerde karşılık buluyor. İktidara göre bugün seçimi kazanmak için muhafazakârlara, milliyetçilere seslenmek yeterli. Ee, yarın konjonktür değişince bu sefer solculara, Kürtlere seslenelim diyecekler. Ne olacak? Konjonktüre göre toplumu böldüğünüzde paramparça olur memleket. Millet kalmaz, ulus kalmaz, şehirler kalmaz. Bu dil kötü bir dildir. Kötü söz de sahibine aittir. Ben kötü konuşmayacağım, sizin sorunlarınızı ve çözümlerini, şehir hayatını konuşacağım. Niye şehir hayatına odaklanıyorum; çünkü toplumun neredeyse yüzde 90’ı artık şehirlerde yaşıyor. Dolayısıyla bu ülke bir değişim, dönüşüm, düzelme yaşayacaksa, bir uzlaşma sağlanacaksa, bunun merkezi kentler olacak. İstanbul barışı, sevgiyi, özgürlüğü, mutluluğu yaratabilirse, herkesin var olma fırsatını elde edebildiği bir ortama dönüşürse, şehrin nimetlerini olabildiği ölçüde toplumun tüm kesimlerine dağıtabilirseniz, Bağcılar’ın arka sokaklarındaki ortamla Beşiktaş’ınkini birbirine yaklaştırabilirseniz, işte o zaman Türkiye’de bir değişimi başlatmış olursunuz. Türkiye’nin huzura, üretkenliğe, gerçek sorunlarını çözmeye dönük eğilimi İstanbul’dan başlayacaktır.
“İstanbul’u alan, Türkiye’yi alır” gibi genel bir kabul var. Sizin İstanbul’u almanızın Türkiye siyasetinde ne tür sonuçları olur?
İktidar açısından nasıl sonuçlar doğuracağını bilemem, bunu onlar düşünsün. Ama ben, ülke açısından iyi sonuçlar doğuracağını görüyorum. Ayrıca mesele kazanmakla bitmiyor. Kazandıktan sonra üretmek ve var etmek gerekiyor ki, insanları ikna edebilesiniz. O yüzden bizim ortaya koyacağımız beş yıllık hizmet çok belirleyici olacak. Öte yandan biz İstanbul’u aldığımızda siyasi iktidar kendisini tekrar gözden geçirir mi? Her parti aynaya bakmak zorunda kalabilir.
Binali Yıldırım’la mukayese edildiğinde sözünüzü aktarabildiğiniz bir anaakım medya neredeyse yok. Bunu aşmak için ne yapıyorsunuz? Kapı kapı dolaşıyor musunuz?
İki buçuk aylık süreçte tanınırlık oranımız neredeyse dört katına tırmanmış durumda. İnsanlar sizi bir şekilde tanıyor. Hele hele sesiniz kulağa hoş geliyorsa, ilgi daha da artıyor. Medyadaki dengesizliği, hamamdaki sıcaklığı bu yola çıkmadan önce de biliyorduk zaten. Ama görüyoruz ki, insanlar bizi konuşuyor. Beni başkalarına bildiğiniz ve hissettiğiniz gibi anlatın, diyorum. İnsanların bizi birbirlerine anlatması da şehirde organik bir tanınma yaratıyor. Ayrıca kendimizi en fazla duyurabildiğimiz alan sosyal medya. Birkaç televizyon ve gazete dışında medyada bizimle ilgili özgün veya tarafsız bir yayın yok. Fakat kulağını bizim sesimize kabartanlar açısından var olan iletişim alanlarının şimdiye kadar yeterli olduğunu söyleyebilirim.
Siz nasıl bir tempo içindesiniz?
Sarf ettiğimiz efor da çok önemli tabii. Çok geziyorum, çok yürüyorum. Sabahın 5’inde başlayıp gecenin 1’inde biten, üç-dört saatlik uykuyla yetindiğim günlerim oluyor. Ama yorgunluk hissetmiyorum. Çünkü toplumdan gelen pozitif dönüşüm inanılmaz bir motivasyon kaynağı. Bu da diğer rakibime karşı sahadaki performansımı 20-30 kat artırıyor.
MÜLTECİ VEYA DEĞİL, ÇOCUK ÇOCUKTUR, KADIN KADINDIR, İNSAN İNSANDIR
Metroyla buraya gelirken, dilenen mülteci çocuğa bir adamın nasıl tepki gösterdiğini gördük. İstanbul son yıllarda Türkiye’nin en büyük sığınmacı-mülteci şehirlerinden biri oldu. Mültecilere ilişkin herhangi bir vaadiniz var mı?
Bir yönetici olarak deprem senaryosunu kafamda şekillendirdiğimde “Allah esirgesin” diye dua ediyorum. Çünkü deprem tehlikesine karşı son yirmi yılda hiçbir şey yapılmadı, zaman boşa harcandı. Geçen ay Kartal’da bir bina yıkıldı ve yirmi canımızı kaybettik. Mülteci konusu da böyledir. Bu mesele için de yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa kabul edelim ki ülkedeki dört milyon mültecinin neredeyse bir milyonu İstanbul’da yaşıyor. Sokaklarda çocuk yaştaki insanların anne olduğunu görüyorum. Arnavutköy’de çocuklu genç bir kadını gördüğümde, kardeşini gezdirdiğini sandım. Sorduğumda ise kardeşi değil, çocuğu olduğunu söyledi. Mülteci çocukların maruz kaldığı böylesi travmalar var. Öte yandan bu nüfus, hiçbir gelecek tasarımı olmaksızın bu topluma dâhil edildi. Dünyadaki mülteci kavramından tamamen farklı, tümüyle bilinçsiz bir süreç işletildi. Daha da kötüsü, özellikle büyük kentlerde bir karşıtlık oluştu, sokak çatışmaları yaşanıyor. Bize hep “barış olduğunda ülkelerine geri dönecekler” dendi. İyi ama sorun devam ediyor ve dönmemeyi düşünen büyük bir kitle var. Peki ne yapıyor belediyeler? Hiçbir şey.
Ne yapmalı sizce?
Bir kere mültecilerin şehir içindeki yaşam koşullarının düzeltilmesi için çalışmalar yapılmalı. Karşılıklı diyaloğun geliştirilmesi için platformlar oluşturulmalı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin son beş yılda bu meseleyle ilgili kurduğu tek bir cümle yoktur. Biz göreve gelir gelmez mültecilerle ilgili özel bir masa kuracağız. Aynı şey ulusal ölçekte de yapılmalı, uluslararası ölçekte de. Bakın, eğer Suriye barışı sağlanmaz ve bu insanlar vatanlarına dönemezse, artık meseleyi mültecilik ölçeğinde tartışamayız. Bu, bir halkın topluca yer değiştirmesidir. Avrupalı dostlara “hep beraber bu meseleyi çözemezsek, yarın siz de aynı tehditle karşılaşmaya hazır olun” dedim. Mültecilerin sorunuyla ilgili de İstanbul’un sesi gür çıkmalı.
Somut bir çözüm öneriniz var mı?
Keşke somut bir çözümüm olsa. Net bir çözümüm yok ama bu işin uzmanları var. Dolayısıyla göreve geldiğimiz anda bu meseleyi yerel, ulusal ve uluslararası boyutlarıyla ele alacağız.
Yani mültecileri, her şartta ülkelerine göndermek gibi bir anlayışta değilsiniz, öyle mi?
Mümkün mü böyle bir şey! Mülteci çocuklarının eğitiminin, hayata tutunmalarının sağlanması lazım. Mülteci veya değil, çocuk çocuktur, kadın kadındır, insan insandır. Bizim anlayışımız bu. Ama bunu yönetsel bazda da ele almak durumundayız.
HDP’LİLERİN BANA OY VERİRKEN TEREDDÜT YAŞAYACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM
İstanbul aynı zamanda en büyük Kürt şehri ve burada karşınıza aday çıkarmayan HDP’nin de çok büyük bir seçmen kitlesi var. Dolayısıyla HDP’nin aday göstermemesi sizin lehinize gibi görünüyor. Peki sizin İstanbul’daki Kürtlere bir vaadiniz var mı?
Bu sorunun çok karmaşık bir yanıtı yok. Kürt vatandaşımıza başkası gözüyle bakmadığınız anda zaten sorunu çözüyorsunuz. Kürt vatandaşımız İstanbul’da ne ister? Evvela ekmeğini kazanmak ister. İstanbul’un maharetlerini, varlıklarını paylaşmak ister. Başkası olmak, dışlanmak istemez. İstanbul’da yaşayan hiçbir vatandaşımıza başkası gözüyle bakan bir dilimiz olmadığı nettir. “HDP’li vatan haini, diğeri değil” gibi bir yaklaşımımız da yok. İnsanımıza eşit bakıyoruz ve onların özgürlüklerine, İstanbul’da kurdukları hayallerine yol arkadaşlığı yapmaya hazırız. İstanbul’un gerçekten önemli bir Kürt nüfusa sahip olduğunu biliyoruz. Ben de sonuçta bu kentte, Beylikdüzü’nde beş yıl belediye başkanlığı yaptım. Burada kurduğum bir çok platformda, insanlara özgürlük tanıyan tavrımızı net olarak ortaya koyduk.
Ne tür platformlar kurdunuz?
Örneğin belediye başkanı olarak senede bir kez tartışma platformu kurup, oraya da siyasi partilerin ilçe başkanlarını koyarak kendimi tartıştırdım. O platforma HDP’liyi de oturttum MHP’liyi de. Ak Parti ilçe başkanı katılmadı ama İYİ Parti’liyi de Saadet’liyi de oturttum. Kendimi onlara sorgulattım ve ben cevap verdim. Bu demokrasi arenasını kuran kaç belediye başkanı vardır, bilmiyorum. Büyükşehir Belediye başkanı olduğumda bu tutumuma devam edeceğim. Mesela seçim ortamlarında da kendi ilçemde herkese eşit fırsatlar tanımaya dönük hamlelerim oldu. Demokrasi Sokağı kurdum, hatta birbiriyle üstünlük kurmasınlar diye her partiye, aynı boyutta çadırları ben yaptım, hediye ettim. Bir sokakta bütün partiler kendilerini ifade ettiler. Sabah çekingen davrananlar, günün sonunda mutlu oldular, selamlaşıp evlerine gittiler. Uzun lafın kısası, kastım aslında eşit vatandaşlığı, eşit yurttaşlığı kurmak. Bir şehirde bunu sağladığınızda hangi Kürt vatandaşımız mutsuz olabilir ki? Yahut bir Türk veya Laz vatandaşımız… Önemli olan, insan odaklı bir yönetim anlayışını yerleştirmek. Dolayısıyla HDP’lilerin de bana oy verirken en ufak bir tereddüt yaşayacağını düşünmüyorum.
SOKAKTA “YALVARIYORUM AK PARTİ’YE GEÇ” DİYEN DE VAR
İktidar medyasına bakılacak olursa, ziyaretleriniz sırasında sık sık tepkilerle karşılaşıyorsunuz. Çalışmalarınız sırasında bu tür hadiseleri çok sık yaşıyor musunuz?
İki-üç tane kurgunun dışındakilerin tümü samimi sohbetlerdi. Artık her şeyi söylemeyi siyasi marifet sanan insanlar olduğu gibi samimi diyalog kurmaya çalışanlar da var. Sokakta, “yalvarıyorum AK Parti’ye geç” diyen de var! Dün bir hacı amca “bu parti seni yiyecek, onun için seni aday yaptı” dedi. Sonuçta kendisine “yahu hacı abi anladım, sen derin bir CHP’lisin, partiyi benden çok düşünüp analiz ediyorsun” demek zorunda kaldım. Kurgu ve kötü niyetli birkaçının dışındaki diyalogların hepsi samimiydi.
Erdoğan’la da diyalog kurma çabanız dikkat çekiciydi…
Ben eski belediye başkanlarını ziyaret etmek istediğimi, bunların içinde Sayın Cumhurbaşkanı olduğu için onu da ziyaret edeceğimi söylediğimde bana tepki gösteren çok insan oldu. Hem de kendi partimden. Onlara da hep şunu söyledim: Ben bir uzlaşma talebini ortaya koyuyorum. Bu uzlaşma talebinin bir şahısla değil, o sürece inanmış insanların bizi de tanımasını istemekle alakası vardı.
Peki ya “milletin gönlü kırılacaksa biz seçimi kazanmayı da istemeyiz” sözünüz?
Bu da aslında “seçimi kazanmak için her yol mubahtır” anlayışına bir tepkiydi. “Kendi tabanımı konsolide edeyim, geri kalanına da ağzıma geleni söyleyeyim” anlayışına karşılık söyledim ben o sözü. Ben seçimi insanların kalplerini paramparça ederek kazanmak istemem. Bu benim dilim değil.
“BÜYÜK BİR HATASINI YAKALAR MIYIZ” DİYE BEKLEYENLERİN VAKTİNE YAZIK
Geçen gün medyascope.com’daki yayınında Ruşen Çakır, Binali Yıldırım’dan daha fazla oy alma potansiyeline sahip olduğunuzu söyleyip şu şerhi koyuyordu: “Tabii çok ciddi bir hata yapmazsa. Ki kendisine hata yaptırmak istenecektir.” Yapmaktan en çok korktuğunuz hata nedir?
Valla düşüncelerim içinde hataya sebebiyet verebilecek herhangi bir şey görmüyorum. Ama ağzımdan çıkacak bir lafı alıp başka bir yere taşırlarsa ve bu büyük bir hata olarak gösterilirse, bilemem. Tabii Ruşen Bey’in bu tespiti benim için önemli ve değerlidir. Nitekim ben de arkadaşlarıma sürekli söylüyorum: Kampanya bütüncül bir iştir ve kampanyamızın şu an itibariyle birincil stratejisi hata yapmamak üzerine olmalıdır. O dikkatle gitmeye çalışıyoruz ve umarım da öyle bir hatamız olmaz. Fakat ben, büyük hata yapacak riskler taşıyan biri değilim. Geçmişimde de yok, şu anki dilimde de. “Acaba bunun büyük bir hatasını yakalar mıyız” diye bekleyenlerin vaktine yazık.
Erdoğan, artık anket şirketlerine güvenmediğini söyledi. Sizin anket verilerine yaklaşımınız ne yönde?
Valla çok temkinli yaklaştığım bir sektöre, anket şirketlerine benim de ilk defa inanasım geliyor. Çünkü sonuçlar iyi geliyor (Gülüyor). Sayın Cumhurbaşkanı’nın duyduğu güvensizliğin sebebini anlayabiliyorum.
İLKOKULA GİTMEDEN ÖNCE SATMAYI, TİCARET YAPMAYI ÖĞRENDİM
Söyleşiye “tanınırlık” meselesiyle başlamıştık. Fakat sormam gereken ilk soruyu sona sakladım. Çocukluktan başlayarak bize kendinizi biraz tanıtır mısınız?
Bir kere eğitim koşullarındaki farklılığın beni çok pişirdiğini söyleyebilirim. Trabzon merkezde, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki çocukların geldiği bir ilkokulda okumak benim için bambaşka bir deneyimdi. Daha sonra babamın, spordan uzak durayım diye beni yazdırdığı Trabzon’un tek kolejinde de 15 kişilik sınıfta ortaokul okudum. Lise eğitimini ise Türkiye’nin en köklü okullarından olan Trabzon Lisesi’nde, 60 kişilik sınıfta gördüm. Spor düşkünlüğüm dolayısıyla iki yıl Kıbrıs’a gittim, ardından da İstanbul Üniversitesi’ne geldim. Böylesi bir karma eğitim benim açımdan müthiş deneyimdi. Çok farklı arkadaşlıklar ve hepsinde de güzel diyaloglar kurdum. İyi insan olmayı o günden beri ruhumda taşıyan birisiyim. Okul için Trabzon merkeze gidip geliyordum ama lise bitene kadar hep köyde yaşadım. Çok çalışkan bir annem vardı. Dokuz-on ineği, tütün bahçesi vardı. Günün 17-18 saatinde çalışan bir kadınla büyüdüm yani. Dolayısıyla kadının emeğinin önemini biliyorum. Ona dönük bir hassasiyeti olan bir oğul olarak büyüdüm ve dokuz yaşımdayken kızkardeşim doğana kadar tek çocuktum.
Baba?
O da gecesini gündüzüne katan çok çalışkan bir tüccardı. Dolayısıyla beş yaşımdan itibaren çalışmayı da öğrendim. Okula gitmeden, okuma-yazmayı bilmeden satmayı, ticaret yapmayı öğrendim. Ama onu da hassasiyetleriyle yapmayı öğrendim. Bu nedenle çok çalışkan bir insan oldum. Yani 5-6 yaşımdan beri ticaretin içinde olduğumu söylesem yeridir.
Hayatınızda belirleyici olan veya size yön veren bir yazar, kitap var mı mesela?
Hayatımı ilkler belirlemedi, ben biriktirdim. Hep üst üste koydum. Sağcı, muhafazakâr bir aile formatı içinde büyüdüm. 12 sene Kur’an kurslarına gittim, orayı da gördüm. Ama analiz gücüm yüksekti ve o zaman bile yadırgadığım taraflar vardı.
“NASIL BİR İNSANSIN” SORUSUNA YANITIM BASİT: İYİ BİR İNSANIM
Ne gibi?
Kur’an’ı okumak ama niye anlamamak diye eleştiren bir insandım. Salt Arapça okumakla dinini öğrenememenin sıkıntısını o yaşlarda bile görüyordum. Daha sonra ilkokul öğretmenimin önüme koyduğu felsefe, cumhuriyeti daha iyi anlamak, tanımak, değerlerini hissetmek, laikliği öğrenmek, devleti tanımak… Ben de çok okuyup araştırdım. Evet, 20 yaşımdan sonra Nâzım’ı tanıdım ama çok sevdim. İlla 10 yaşımda tanımak zorunda değildim yani. Bir başkasının annesi-babası beş yaşında ona Nâzım’ı okumuş olabilir ama ben 20 yaşımdan sonra tanıdım. Keza 25 yaşımdan sonra Yaşar Kemal’i tanıdım ve sevdim. Dünyayı, yakın tarihi okudum. Beş yılda 13 tane kütüphane açmak da bu düşkünlüğümden; herkes çok okusun istiyorum. Beylikdüzü’nde 200 bine yakın kitabı halka sunmak değerli bir iştir. Karma olmak suç mudur, bilmiyorum. Ama ben karma kültürün ürettiği bir insanım. Netice itibariyle “nasıl bir insansın” diye sorarsanız, yanıtım çok basit: İyi bir insanım. Hiç kimse hakkında kötü bir şey düşünmem. Hayatımda hiç kavga etmedim ama hiç dayak da yemedim! Bu önemli bir karakter bence.
Sizce bir yöneticinin olmazsa olmazı nedir?
Mutlaka demokrat ve toleransı üst seviyede olmalı. Herkesi dinleyebilmeli, doğru kararı verebilmek için de ortak aklı ve ortak masayı kurabilecek hoşgörüye sahip olmalı.
KAVGADAN KAÇMADIM AMA KAVGAYI UZLAŞIYA DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN ÇOK ÇABALADIM
Gerçekten hayatınızda hiç dayak yemediniz mi?
Gerçekten hiç dayak yemedim ve kimseyi dövmedim (Gülüyor). Hatta babam da bazen şaşırarak, “yahu oğlum ben öyle biri değilim, sen benim oğlum musun” diye espri yapar. Ha, kavgadan hiç kaçmadım ama kavgayı uzlaşıya dönüştürmek için çok çabaladım. Nitekim ilkokuldan itibaren çok insanı uzlaştırdım.
Eğer seçimi kazanırsanız, uzlaştıramayacağınız iki kutup var ama. İstanbul’daki büyük sermaye ile yoksullar ve işçi sınıfı. Rantın da şehri olan İstanbul, çeşitli sermaye gruplarının iştahını kabartıyor ve onların lehine olan hemen her şey kent yoksullarının aleyhine işliyor. Belediye başkanı olduğunuzda bu sermaye gruplarının da sizden beklentileri olacak. Ne yapacaksınız?
Dünyada bile artık çok fazla kazanmanın kimseyi mutlu etmediği, ekonominin kurallarının tekrar yazılması gerektiği tartışmaları var. Bir şehirde güvensiz bir ortam oluştuğunda, kimsenin malının, mülkünün öneminin kalmayacağını herkes biliyor. Paylaşmanın ve mutluluğun çok önemli olduğunun iş insanları da farkında. Önemli bir iş insanları kurumunu ziyaretim sırasında, “bu bir seçim öncesi ziyareti değil, ‘beş yıl boyunca bu şehrin gelişmesi için nasıl işbirliği yaparız’ın ilk ziyaretidir” dedim. 0-4 yaş arasındaki çocukların okul öncesi eğitimini, iş imkânı olmayan insanların istihdam sorununu tek başına belediye karşılayabilir mi, hayır. Bu işin partnerleri, iş insanları var. Çevrede, eğitimde seferberlik yapacağız. Hem planlı-programlı, hem de gönüllülükle yapacağız bunu. Bunları başardığımızda iş insanları da mutlu olacaklar. Bütüncül bir yaklaşımla, tüm insanlara mutluluk vaat etme çabasındayım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi hiçbir soruna el atmayan, hiçbir vazifesini yapmayan bir kuruma dönüşmüştür. Partizanlık yuvasına dönmüş bir belediye var karşımızda. Bırakın hangi partiden olduğuna, AK Parti içinden kimin adamı olduğuna kadar bölünmüştür bu belediye. Onun adamıysan lafın geçmez, öbürünün adamıysan lafın geçer. Gelinen nokta bu. Biz ise başka bir boyut vaat ediyoruz.