Ekvator’da yağmur ormanlarının kıyısında, bambu ev yapıyorduk. Bambu deyince, en kalını bir avuç büyüklüğünde, irice bir kamış gibi anlamayın, iki kolumuzu açtığımızda, kucaklayamadıklarımız vardı. Sesini ve kendisini hiç sevmediğim elektrikli testere ile kesiyorduk. Esnek ve çok sağlamdı. Birbirine tutturmak için, birinin karnına bir delik açıp, diğerini ona sokuyorduk. Kendin kesip hazırladığın lego gibi ilerliyordu ev. Her bir tanesi diğerini tutuyordu. Bir yenisini eklediğinde, daha sağlam oluyordu bina.
Kolombiyalı bir mimar arkadaşla çalışıyorduk. Jose idi adı. Oldukça geç gelip, ‘Dün gece çok hesap yaptım, çok yoruldum’ diyordu. Yaptığı hesabı biliyordum. Venezuelalı bir kadına aşıktı. Birlikte müthiş dans ediyorlardı. Latin Amerikalı olmayan hiç kimse böyle dans edemezdi. Bu benim kanaatimdi tabii ki. Hem bu işime geliyordu. Dans etmek konusunda yeteneksizliğime gerekçe oluyordu. Bir gün, bir Peru filminde, başka bir güzel neden de buldum. Bale hocası, ‘Kızınız dağ keçileri gibi’ diyordu. ‘Hiçbir ritme uyum sağlamıyor.’ Eğer bir şey yapamıyorsanız, bunu teorize edebilirsiniz. Oldukça havalı oluyor.
Jose’nin gerçekten mimar olup olmadığını bilmiyordum. Bana öyle söylemişti. Yeterdi. Ben de ona marangozum demiştim. İsa’dan dolayı herkesin marangoz olduğuna inanıyordum. Öğlene kadar uzun ve keskin macheta ile bambuların üzerini temizliyordum. Eğlenceli bir işti. Üstünde çok ince dikenleri vardı. Eldivensiz dokunmamalıydın ve kahve oraya yaslanmış ilk bambunun içindeydi. Bu kadar bilgi yeterliydi. Zaten tek başıma bambuları koyamazdım. Öğlen Jose geliyordu. Gerçekten yorgun görünüyordu ama neşeli. Önce kahvaltı ediyorduk. Genellikle muz pişiriyorduk. Kahvenin yanında çok güzel gidiyordu. Kahveye hep şeker koyuyorlardı, hem de çok. Aldırmıyordum. Muz tatsız, kahve çok tatlı oluyordu.
Öğleden sonra çok sıkı çalışıyorduk. Mutlaka iki ya da üç tane bambuyu üst üste, iç içe koyuyorduk. Birkaç tane bambunun karnını yarıyorduk. Bazılarının, testereyi kaçırınca, uzunlamasına çatladığı oluyordu. ‘Boş ver öbürü tutar bunu’ diyordu Jose. Ustam olduğu için karışmıyordum. Altı ya da yedi kez kahve molası veriyorduk. Sigara içiyorduk. Bütün işçiler gibi sigara bir çalışmama bahanesiydi. Bunu bütün işçiler bilir. Tabii ki patronlar da ve sigara karşıtlıkları bu yüzdendir. Yoksa sağlığımızı düşünselerdi, onların oturduğu evlerde bizim oturmamızı teklif ederlerdi.
Ev yine de sandığımdan da hızlı ilerliyordu. Bambu çok yetenekli bir malzemeydi. Esneyerek bir diğerine uyuyor, birbirine sıkıca sarılıyordu. Çatının arasına daha incelerini bağlamaya başladığımızda, bu daha iyi anlaşılıyordu. ‘Yağmurlar başlamadan bitirmeliyiz.’ diyordu Jose. Öğlen geldiğinde ve ilk iki kahve molasında. Sonra ‘Çok iyi hesaplanması lazım yoksa bina çöker.’ diyordu. Erkenden hesap yapmaya gidiyordu! Hiçbir zaman kağıt kalem görmedim elinde. Hiçbir bambuyu da ölçerek koymadık. Boyuna ve huyuna göre kesip yerleştiriyorduk.
Bir sabah biraz daha erken geldi Jose, ustam ve mimar. Çok neşeliydi. Binanın üstüne koymak için palmiye dallarından kesiyordum. Geniş yapraklı dallardı bunlar ve kalın dikenli. ‘Yağmurlu mevsimden önce bitirmeliyiz Mateo’ dedi ve ilk defa kahve içip, muz pişirmedik, çalıştık. Palmiye dalları üst üste yığılmaya başladı. Ormanın nemi, ince bambu dikenleriyle bedenimize yapıştı. Öğlen ‘Geliyorum şimdi’ dedi. Bir kahve sonra, bir jip durdu önümde. İçinde Jose vardı, mimar ve ustam ve Venezuelalı kız arkadaşı. ‘Al çantanı gidelim.’ dedi.
Ve yağmurlu mevsime kadar, ormanda bir şelalenin önünde çadır kurduk, muz pişirip, kahve yaptık ve yüzdük…