El Turco 1: Pancho ve
Fernando
El Turco 2: Fernando ve
Dulcania
- Sinyorita Dulcania… diye bağırdı adımı nereden bildiğini
anlamadım. Döndüm.
Elinde bir kolye sallanıyordu. Üstünde adım yazılı.
O, gülüyordu.
- Kolyeniz bende kalmış… dedi.
Ukala ve hırsızdı. Polis şefi ikinci katın penceresindeydi. İş
ortağımız sayılırdı. Kolyeyi alıp kaçtım.
POLİS ŞEFİ
Gene bir gemi geldi. Savaşın bitmesi göçü pek durdurmadı. Yine
kaybedenler buraya geliyor ya da bazen kazananlar. Ekin içindeki
zararlıları ayıklıyor gibiyim. Her suratın bir işareti var.
Bazıları para, bazıları kurnazlık, bazılarında ise sadece
yoksulluk. Yoksulluk boş kalan mideyi aşındırır gibi yüzdeki
ifadeyi de yiyor. Sadece hayatta kalmak izi kalıyor geriye.
Uzaktan bir tango sesi geliyordu ya da gelmeliydi. Buenos
Aires’di çünkü. Birileri gelince hemen onu duyacaklarını zanneder.
Ofisin camlarını hep kapattırıyordum. Sesler beni ele geçirmeye
çalışıyor bazen. Tangoyu sadece gerçek yerinde, genelevde dinlemeyi
seviyordum.
Hemen sınırın kıyısında, 3-4 gemici kenarda bacaklarını denize
doğru sarkıtmış şarap içiyorlardı. Tam göremiyorum ama biri kadın.
Ellerindeki şarap olmalıydı çünkü elden ele dolaştırıyorlardı.
Birkaç gemici zengin bavulu taşımak için kenarda bekliyordu. Uzun
zamandır işsiz gibiler. Ellerinde şarapları yok çünkü.
Gemideki mevkiler arasındaki fark, bir an için kalkmıştı. Hepsi
aynı tahta iskeleden iniyorlardı. Mevkiler sırtlarına işlemişti.
Pasaportlarına bakmadan yoksul olanlar bir tarafta bekletiliyordu.
Hatta onlar doğrudan o tarafa geçiyordu. Sırtlarını kenarları sırt
dayamaktan temizlenmiş, nedense oradan aylardır taşınmayan büyük
bir yük kasasına dayıyorlardı. Her yeni birisi geldiğinde biraz
daha sıkışıyorlardı ama kasa hepsine yeter görünüyordu. Hepsi
birbirine benziyordu. Uzun süren bir yolculuk ve yoksulluk izleri
vardı. İşçi ceketleri giyiyorlardı ya da iyice yıpranmış işçi
ceketleri. Hepsi iskelenin üzerinden, gözümün önünden resmi olmayan
bir resmi geçit gibi peş peşe geçiyorlardı. Saat 11.30'du. Bir
polis şefi için bile oldukça pahalı bir saat bu. Hoşuma gidiyor
bakmak. Pepe, yardımcı… her seferinde o da bakıyor.
- Senin Yugoslav! Geri dönmüş dedim. Alaycı. Saat yüzünden
aramızda konuşulmamış kırgınlığı ortadan kaldıracak bir konu ortaya
çıkması iyi olmuştu.
Pepe’de keyif duydu bu işten. Güldü.
- Bir yerlerden para bulmuştur yine yatırım için...
Yugoslav'ın yanından hamallar zorlukla bavulları taşıyordu.
Yanında kendi yaşlarında şık bir kadın vardı. Pencereye, bize doğru
baktı Yugoslav. Kadınsa kendisini izleyen gemicilere bakıyordu.
Gemiciler bir şişeyi boşaltmış ayaklarının dibine yuvarlamışlardı.
Şişe sonuna kadar emilmiş olmalıydı. Bir damla bile şarap
damlamıyordu. Susuz kalmış köpek gibi boynunu bükmüştü. O da sanki
kurumuş başını kadına çevirdi. Kadının bu kadar ilgiye uzun ve
geniş etekleri havalanmak istedi sanki. Pepe’ye söyledim yine o boş
boş bakıyordu sadece.
- Fransız... bir madam ve Paris'ten değil
Pepe yüzüme baktı. Elinde not tutmak için kağıt kalem vardı.
Şaşırdı.
- Nereden anladınız şapkasından mı?
Güldüm.
-Yoo çantasından. Üstünde Lyon yazıyor. Bazen çok ayrıntılara
takılıyorsun Pepe. Bazen sadece doğrudan bakmayı atlama.
Elindeki kaleme baktı yardımcı. O sırada başka bir şey yapmak
aklına gelmedi, not aldı. Salak her şeyi de not alır.
Kadın üstünde 'Lyon' yazan küçük bavulu eline aldı. Uzun
zamandır işsiz gemicilerden ikisi diğer bavulları kaptılar. Dolu
şarap şişelerini taşır gibiydiler. Kısa bir süreçti
zaten. Bavullar bahşişe ve dolu şarap şişelerine dönüşeceklerdi.
Kalan bavullara diğer biraz daha kısa zaman işsiz kalmış gemici
yaklaştı. Henüz pantolonunda kuramamış şarap lekesi duruyordu. Bu
yüzden biraz daha yavaş, biraz daha kibirliydi. Bavulları
yüklenince diğerleri gibi avuçları içinde şişeye benzedi koca
bavullar. Alman olduğu bağıran adamın peşine takıldı.
- Senyörü buraya davet et...
Pepe bir şey demeden denileni yapmaya gitti. Lyon
yazısını niye görmedi diye kendine kızıyordur mutlaka. Bu fırsattan
yararlanıp saatime yine baktım. Güzeldi doğrusu. Saatten gözümü
ayırdığımda Pepe adamın yanına varmıştı çoktan. Konuşuyorlardı.
Yukarıyı gösterdi. Nazi sert yüzüyle yukarı baktı. O sırada
yanından oldukça şık bir erkek duruyordu. Saat kordonu 2. kattan
bile dikkatimi çekti. Bir kadın… bizim hırsızlar prensesi Dulcania
gelip koşarak ona sarıldı. Klasik askerden dönen Sebastian
numarası. Adamı bir yerden tanıyor gibiyim. Kadın adamın
dudaklarından öptü. Nazi ve Pepe onların yanından, ofise doğru
çıkıyorlardı.
Kapı açıldı. Yardımcı elinde pasaport girdi. Tam konuşmaya
başlarken..
- Senyör
Sözünü kestim. Elimle dur işareti yaptım, Nazi selamına da
benzetebilirdi bunu.
- Almanya'dan misafirimize Herr demek daha doğru galiba...
Pepe pasaporta bakmadan Alman olduğunu anlamış olduğunu
anlamamdan yine şaşkındı. O kadar belliydi ki halbuki. Yüzü gamalı
haç gibiydi. Burnu Nazi selamı veriyordu. Pepe ise her şeye
şaşırıyordu. Niye kendinin yardımcı seçildiğine de oldukça
şaşırmıştı. Halbuki bu saflık becerisi yüzünden onu seçtim. Kendimi
yanında iyi hissediyorum. Nazik ama sertçe konuşuyordum Almanla.
Otoritenin burada kim olduğunu göstermek lazımdı.
- Buyrun oturun… senyör… buna alışın artık madem burada
yaşayacaksınız.
Biraz itiraz eder gibi oldu Nazi. O kadar belliydi ki toplama
kampı kokusu sinmişti sanki üstüne.
- Ben İsviçre'de yaşıyordum aslında ve sadece ziyaret...
Gene Nazi selamı verir gibi susturdum. O da muhtemel selamla
karıştırdı bu hareketimi
- Tabii tabii…
Pencereden dışarı baktım. Odanın komutanlık odası olduğunu
anlamasını istiyordum. Aşağıdaki adam Dulcania ile el ele
uzaklaşıyordu. Çoktan Dulcania’nın ondan cüzdanı ile birlikte
ayrılması lazımdı. Kalabalıkta kayboldular.
- Bakın senyör bu ülkeye her gün yüzlerce mülteci gelir. Kimi
sizin gibi düzgün elbiseli, düzgün pasaportu, evrakları olan...
Bu sırada camdan bakıyordum. Basit bir polis numarası idi
kenarındaki yansımadan bütün odayı ve Nazi'yi görüyordum.
- Kimi de çulsuz ve kağıtsız...
Aşağıda sıraya dizilmiş olanlar arasında yüzlerinde silinmemiş
kibirlerinden tehlikeli oldukları anlaşılanlar vardı. Muhtemel
İspanyol anarşistlerdi. Tehlikeliydiler ama benim burada olmamı
sağlıyorlardı. Her şey tehlikesiz olsa, çoktan benden
vazgeçerlerdi. Ekmek paramdı onlar benim.. daha doğrusu saat.
Üstleri aranıyordu. Nedense orada kalmış yük kasası kollarını
dayadıkları yere dönüştü. Benimse başka işim vardı.
- Ancak bazen kağıtlar yalan söyler senyör. Dedim ya size senyör
demeliyim. Burada kalma niyetiniz var çünkü. Buna alışın diye… Ne
diyordum... İşte bizim görevimiz bunları ayıklamak... İyi ile
kötüyü... Elemek...
Nazi sessiz, elinde bastonuyla yanıma yaklaştı. Bu konuşmanın
olacağını bilen birisiydi.
- Anlıyorum kutsal bir görev. Senyör Jimanez bundan söz
etmişti.
Jimanez! İçişleri Bakanı… Rahatladım uzun konuşmalara gerek
kalmamıştı. Saatime bakmak geldi içimden ya da yeni saatlere.
- Ah neden daha önce söylemediniz. Sebastian neden çay
getirmiyorsunuz konuğumuza?
Pepe hareketlendi. Nazi… Artık zaten kesinlikle Nazi'ydi. Eliyle
dur işareti yaptı. Onunki de selamın izini taşıyordu ya da ta
kendisiydi.
- Yok yok teşekkürler komutan ama müsaadenizle çıkayım
biliyorsunuz yol yorgunluğu...
- Buyrun buyrun neden olmasın...
- Saygılarımla komutan görüşmek üzere.
Güldüm. Gerçekten içimden gelerek.
- Muhakkak senyör muhakkak...
Bastonu önümde kaldı. Kapıdan çıkarken Pepe bastonun farkına
vardı. Tam bağıracaktı. Yine elimi kaldırıp 'dur' dedim. Bugünün
favori hareketi buydu. Bastonu elime aldım. Sapını yavaşça
çevirdim.
- Bazı şeyler unutulmaz Pepe… Terk edilir.
DEVAM EDECEK…