El Turco 5: Bakan

Buenos Aires... İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası... İspanyol devrimcileri, Naziler, Patagonya'nın anarşistleri, Peron, iktidar, para, Tango, aşk ve kim olduğu bilinmeyen gizemli bir adam: El Turco! Bir labirent öykü. Bir Metin Yeğin polisiyesi...

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Fransızca birkaç nezaket cümlesi kurduk karşılıklı. O enteresan adam, bizim doktorun arabasındaki hemen biraz arkada ayakta şampanya içiyordu. Tanışmaya gelecektir diye düşündüm, sadece başıyla selamlamayı tercih etti. Şoföre baktım şöyle. Anladım der gibi hafifçe başını salladı. Tekrar madam Florance'ın elini sıkıyorum zannederken elin bizim Yugoslav'ın olduğunu anladım.

-Görüşelim Senyör Petrovic… Sinyorita…

Tepki gösteriyor mu diye biraz duraksadım. Hoşuna giden bir şey oldu bir kompliman ya da gerçek.

-Sizi de mutlaka beklerim. Salı günü Senyör Petrovic 4'te bakanlar kurulu toplantısından hemen sonra...

Yugoslav masaya koyduklarıyla ya da en azından ilk potla oyuna tekrar başlamıştı…

El Turco - Bütün bölümler....

YUGOSLAV

Kadın ve para. Bakan Jimanez  hiçbir zaman bu ikisine karşı duramaz. Florance’ı tanıştırınca nasıl eridi. Salı bakanlar kurulu toplantısından sonraymış. Oyun yeniden başlıyor. İlk görüşmede henüz bir şey olmasa da maça bakanla başlamak iyi bir hamle oldu. Hemen gelecek hafta Uruguay’a, Columnia’ya gitmeliyim. Hipodrom, arena, kumarhaneler ve otel ne durumda acaba? Soyguncular sürüsü yine içerideki her şeyi söküp gitti mi? En son gittiğimde,"bekçi diye bıraktıklarınız olmasa daha az hasar alırdı yerleriniz" diyordu bir balıkçı. Nehire uzanan küçük iskelenin tahtalarını da tanıyordum. Bizim Arena’nın hayvan ahırlarının kapılarıydı. Arena! Güney Amerika’nın ilk ve tek arenası. Tam her şey bitmiş, çalışmaya başlarken ve Güney Amerika’nın hatta Avrupa’nın önce macera sevenlerinin sonra bütün burjuvazisinin akacağı yer olacakken tek engel olabilecek şey çıktı; Savaş! Savaş bütün Avrupa’yı kavururken oradaki zenginliğin kaynağı buradaki işbirlikçilerini yani benim müşterileri, kumarbazları, yarış atçılarını, boğa güreşçilerini, boğaları ve bahisçilerini, fahişeleri ve pezevenklerini, soyluluğun son kalıntılarını, para yemek dışında hiçbir şeyi bilmeyenleri, para kazanmak dışında sadece kumarda kaybedenleri, her şeyi ve benim bütün yatırımlarımı yaktı. Şimdi Uruguay’da boş bir arenam, yatakları bile çalınmış bir otelim, yarış atları çift süren bir hipodromum ve rulet masaları nehirdeki balıkçılara iskele olmuş bir kumarhanem var. Fakat ben namı değer Yugoslav, bugüne kadar hiçbir yerde paramı bırakmadım. Madem savaş bitti. Yine buralar bu zenginlik ile dolacak. Hiçbir zaman savaşa girmemiş olanlar, savaşta Rus ruleti oynayanlar, her şeyin olduğu gibi savaşın tacirleri, karaborsacılar, savaş soyguncuları buralara gelip benim rulet masamda kırmızıya paralarını sıfıra basacaklar, en güçlü görünen ve kulaklarına yalan yanlış çalınmış tüyolarla at yarışı oynayacaklar ya da yere yıkılan boğalarda döktükleri kanı hatırlayacaklar ve Uruguay’da bir şehir, Columnia, Yugoslav'ın şehri olarak anılacak…

Gemideki şu adam El Turco, şimdi Florance’ın konuştuğu. Kalıbımı basarım bir kumarbaz ve esas büyük oyunu bekleyecek kadar profesyonel. Florance içine düşecek neredeyse. Kıskanıyor muyum? Belki ama oyuna girme zamanını iyi bilmek lazım yoksa kaybedersiniz ve eğer bir kumarhaneniz yoksa her zaman kaybedersiniz… Bir de ne yapsalar hiç kazanamayacak olanlar var işte şu yaşlı Sovyet elçisi. Yatırımıma ortak olmasını önermeyeceğim tek insan ve salı oyun yeniden başlıyor…

.

ELÇİ

Savaş bitti mi yoksa yeni bir cephede mi başlıyor bilmiyorum? Benim savaşım başlayalı çok oldu. Şu bir otel dolusu burjuva kadar eski neredeyse. Çar Nikolay’a bombalı saldırı yapıldığında oradaydım. Saldırıdan haberim yoktu. Sadece bana verdikleri sepeti yoldaş Ulyoçov’a taşıyan bir çocuktum. En üstünde iki sıra balık olduğunu hatırlıyorum ve patlamayı. Yoldaş Ulyaçov idam edildiğinde evde herkes hüzün içindeydi. Babam bir demiryolu işçisiydi ve o matemden kısa bir süre sonra o da Sibirya’ya sürgün edildi. İç savaş sırasında da Petrograd’da sonra Ukrayna’daydım. Önce beyazlara karşı Mahnocularla beraber, sonra da Mahnoculara karşı kızıllarla. Hep böyle oldu aslında. Sonra İspanya’da faşistler ve Nazilere karşı sonra Polonya’da direnişçilerle yine Nazilere karşı ve sonra karşı devrimcilere. Bu arada olan diğerlerini saymıyorum. Sadece düşmanlar değişiyor. Savaş devam ediyor. Arjantin nasıl olacak bakalım. Beş yıldır İspanyolca neredeyse hiç konuşmuyorum. Geçen hafta Arjantin komünist partisinden yoldaşlarla buluştuğumda neredeyse hiçbir şey anlamadım denilebilir. Her halde hatırlarım yeniden. Bellek böyle bir şey sanırım onu harekete geçiren, üstünden külü silkeleyen bir hareket mekaniği olmalı. Yoksa birden nasıl bazı şeyleri insan hatırlayıveriyor anlaşılamıyor. Mesela buraya gelirken limanın orada kaldırımda oturmuş birilerini bekleyenlerden o kadın Barselona operasının en çılgın aktristi Lu olduğuna o kadar eminim ki. Üzerinden en az 7-8 yıl geçti. Belki daha fazla ama onun opera binasının önünde "Bu akşam ben bilet satacağım. Biletçiler Parsifal’ı oynasın" dediği zamanı hatırlıyorum. Birden bellek üzerindeki külleri silkeledi ve attı. Üstündeki giysiler, yanındakiler ve hatta ayaklarının dibindeki Arjantin şarabı bile engelleyemedi onu hatırlamamı. Kolay kolay unutulacak bir güzellik değildi ama hâlâ o kadının sonra nasıl olur da anarşistlere katıldığını anlayamam. Sonra bu olayı defalarca anlatmıştım. Hatta bir kere barda Anabel’de, arkamızda duran Duruti ve Garcia Oliver duysunlar diye bağıra bağıra anlattığımı hatırlıyorum. Sinyorita Lu burada ha. Daha sonraki karşılaşmamız bu sefer onun beni hatırlamasını sağlar ama bakalım bu hatırlamayı onarabilir miyim….

Arjantin iyice İspanya’ya döndü. Herkes burada. Şu Nazi suratlı adamı da hatırlayacağım ya da barda duran şu hoş kadınla sohbet eden çok dikkat çeken adamı. Savaşların altında kalan İspanyolcam ve küller altında kalan belleğim bir kere hareket geçti ve bunu yapan Sinyorita Lu. Öyleyse hatırlayamadığım hiçbir şey kalmayacak sanırım…

LU

Şu geçen arabadaki o da tanıdık geldi İspanya’dan. Fernando geliyor diye midir herkesi İspanya’dan birilerine benzetiyorum. Fernando orada işte. Yük vagonuna dayanmış yoksullar arasında. 10 yıl geçti ama hâlâ o aynı. Hah üzerindeki siyah tişört bile aynı galiba. Pancho gözlerini kısarak görmeye çalışıyor. Bu kadar uzaktan koca yük kasasını bile zor görüyordur. Gördüğümü hiç söylemedim. Kendisini tutamaz her yeri sarsan sesiyle naralar atar. İçinde koca bir çocuk var bu adamın ya da üç-beş. Oyun bahçesi bile sığar bu gövdeye. Umarım bir sorun çıkarmazlar. Gerçi bugünlerde kim gelse alıyorlar ama bu alçak polis müdürüne güven olmaz. Önce kodamanlar çıkıyor her zamanki gibi. Tiyatro, opera ya da gümrük hepsi aynı protokol sırasına göre bir hayat. Garcia Oliver olsaydı "bunların hepsini yıkacağız işte Lu" derdi. Kızdırırdım onları. Önce biraz aldırmaz gibi yaparlardı sonra dayanamazlar beni inandırmaya çalışırlardı. Halbuki ben çoktan inanmıştım onlara. Benim işim buydu çünkü kimin rol yapıp kimin gerçekleri söylediğini iyi anlardım. Bir tek Pancho aldırmazdı dediklerime. O beni baştan beri benden iyi tanıyor galiba. Gene çok heyecanlandı kesin, farkında olmadan şarabı bitiriyor. Hiçbir zaman son yudumu içmez. Ona göre her zaman o yuduma ihtiyacı olan vardır. Hahhh bırakıyorlar hepsini… Fernando’yu da. Pancho’nun önce ağzını kapatıp sonra söyledim.

-Fernando’yu gördüm. Geliyor.

Çığlığını içine attı. Yankısını duydum o kadar yani. Ya benim söylediğimi ya da yankıyı duydu Francisko Şilili. Yanımızda birlikte şarap içiyorduk, bekliyorduk.

"Biz gidelim sonra tanışırız" dedi.

Sesimizi çıkarmadık. Eski kurt Patagonya isyanın öncülerinden. Henüz dün sabah çıkmıştı cezaevinden. 20 yıl sonra. Hugo’yu da alıp gitti. O da Şililiydi. Uzun süre birlikte yatmışlardı. Pancho olduğu yerde dönüp duruyordu. Acıktığına emindim. Benim de içim içime sığmıyordu. Fernando geliyordu. En son Madrit’teydik

PANCHO

Francisko gitti. Çok iyi aşçıydı. Cezaevinden çıkar çıkmaz ilk işi bize yemek yapmak olmuştu. Uzun süre çocuğuna hasret birisinin ona yeniden kavuşması gibiydi. Elindeki bıçak hiç tökezlemeden hızla patatesleri doğradı. Kişniş kokusunu havada bırakarak parçalar halinde üstüne serpti. Büyükçe bir et parçası tesadüfen arada bırakılmış gibi bir yere hemen yerleşiverdi… Bir yandan bize cezaevini anlatıyordu. Patagonya isyanından sonraki büyük kıyımı. Onu öldüreceğiz diye aynı isimli üç Şililiyi nasıl öldürdüklerini. İkisini kurşuna dizip, birini atın peşinde sürüklediklerini.

DEVAM EDECEK…

Tüm yazılarını göster