Buenos Aires... İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası... İspanyol devrimcileri, Naziler, Patagonya'nın anarşistleri, Peron, iktidar, para, Tango, aşk ve kim olduğu bilinmeyen gizemli bir adam: El Turco! Bir labirent öykü. Bir Metin Yeğin polisiyesi...
Koridordaki pencereden dışarı baktım. Markiz ve Pedro arabaya biniyor. Yüzlerinde ne olduğunu seçemiyordum buradan ama mutlu olmamalılar. Doğrusu beni şaşırttı yine Yugoslav. Özellikle o kadın. Çekici olduğu kadar akıllı. Etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Bunda tabii ki 20 bin frankın payı var. Bir de şu hisse senetlerinin. Bu hisseler yeni para kaynağım benim ve geri dönüşsüz. Birileri bunu satın alıp doğrudan bana ödeme yapabilirler tabii. Neden hâlâ başkanın odasına doğru yürüyorum ki? Odaya doğru geri döndüğümde sekreter hâlâ önden gidiyordu. Salak. Şu Alman'ı bulmalı. Hisse senetlerinin ilk müşterisi. Bütün parayı ben alsam aslında bunun şirkete de yararı var. Belki de hepsini elden çıkarmamak lazım çünkü bu planla sahiden çok değerlenebilir bu şirket. Özellikle benim gibi bedavaya aldığınızda. Çekmeceden dışarı çıkardım hisse senetlerini. Bir boğa, üç at ve rulet masası. Sekreter yeni farkına varıp dönmüştü.
"Emperyal otelde yemek ayarla. Şu odalardan birinde. Alman, İsviçreli Herr Hesman’a da yemeğe beklediğimi haber ver" dedim ve koşarak çıktı. Bankaya da uğrar. İyi tarafı, hiç unutmaz bu işleri. Hisse senetleri de elimdeydi. Hiçbir şey olmasa da bir para tahsil aracı benim için ve şimdiden 20 bin frank sahibi yaptı beni.
Beni bekliyormuş bakan. Umduğumdan çabuk aradı. Umduğumdan aç ve hırsız. Soysuz bir hükümetin soysuz bir bakanı. Bu sefer bakalım ne isteyecek? Dikkatli davranmak zorundayım. Elimde olanı ne çok az ne de çok fazla göstermeliyim ve her zaman daha fazlasının da olabileceğini hissettirmek lazım. Şu insanlara bak. Buranın en güzel otelinin en güzel salonu burası. Daha çok Picasso ve Gauguin’in Avrupa kültürünü kirlettiği resimlere benziyorlar. Bu salondakilerin neredeyse hepsi, bir nesil önce Avrupalı olsa da yine de bu kirlilik içinde böyle görünüyorlar. Şu garip adam El Turco değil mi? Bu sefer Arjantinliler etrafını çevirmiş. Cizvitlerin hipnotizma gücü sanki onda varmış gibi. Nereye gitse birilerini peşinden sürüklüyor. Kısa araba yolculuğumuzda bile Arjantin’de en çok güvendiğim insan gibi hissettirdi bana. Ya bir büyücü ya da çok güçlü bir düşman.
Garsonun kapısını açtığı şu odada buluşuyoruz galiba. Tabii ki bakan henüz yok. Kendi gücünü gösterecek güya solucan. Tesadüfen gelişkin organizmalar arasında yer alan canlılar bunlar. Bir şarap söyledim. En güzel tarafı şarabın burada güzel olması. Bu kadar kabalığın üst üste biriktiği bir yerde şarap gibi bir inceliğin bu kadar güzel olması şaşırtıcı. Nisan’nın 13’ü bugün. Sayıların gizemine göre önemli haberler günü bugün. İyi ya da kötü. Üstün insanların medeniyetinin sıradan kalabalık tarafından yenilmesinden başka daha kötü ne olabilir ki? Ah daha kötüsü şu soysuz müzik tango. Ya her yerde var ya her yerde beni buluyor. Şu kalabalıkta bir hareketlilik olduğuna göre Bakan Jimanez geliyor. Herkes bir parçasını satın almak için kalkıp önüne gidiyor. Benimse ayağıma geliyor. Bütünüyle emre amade. Daha doğrusu elmasların önünde eğilir bu adam. Onun gibi 10 doymazı bile satın alabilecek elmasın bende olması sonunda gene dayandığım yer. Aşağı tabakada bir laboratuvar incelemesi gibi düşünmeliyim. Geliyor ayağa kalktım.
-Sayın bakan hoş geldiniz
Şu askerce selamdan bir türlü kurtulmuş değilim. Üstümde üniforma yokken oldukça komik duruyordur muhtemelen.
FERNANDO
İşkenceci Nazi Doktor Hessler ile Bakan Jimenez bunlar. Henüz kaç gün oldu geleli, bu ne samimiyet! El Turco bunu görmem için çağırmadı sanırım. Bunu da biliyor olamaz. Belli olmaz onun işi. Henüz otele geleli kaç gün oldu ama mutfak kapısından beni garson kıyafeti ile içeri aldırıp görüştürmek için ayarladıklarına bak. İki ahçıbaşı, üç garson, bir garson kıyafeti, bütün bunları koyarken önüme konan güzel yemek ve hangi şarabı sevdiğimi bildiği için gelen güzel kırmızı şarap. Hepsi tam bir El Turco işi. Bir şeyi örgütlüyorsa, her şeyi düşünür o. Henüz senyör (!) El Turco kendisi ortada yok ama her şeyin bu otelde döndüğü belli. Bugün buraya çağırma nedeni ne acaba? Belki sadece yemek ve şarap değildir, tanışıklığımızın da sadece gemide olmadığı gibi. Bizimkilere de bunu söylememi engelledi Anabella da. Bütün politika burada. Bütün iş adamları da. Tam bizim Pancho’luk bir yer. Eğer burada olsaydı, hemen cebinden bir fitil ve iri kesilmiş bir dinamit çıkartırdı. Ah işte El Turco. Yanında yine alımlı bir kadın pardon iki... Üç…
Birden yanlarından ayrıldı. Elinde üç bardak vardı. Ustalıkla iki elinde taşıyordu, bir kadına kompliman yapıyor, bir iş adamını nazikçe selamlıyor ve bana kaşlarıyla Bakan Jimanez’le Doktor Hessler’in konuştuğu yeri işaret ediyordu. Bara geldi bardakları önüme koyup şarap istedi.
-Nasıl buldun işini?
-Ben mi? Ben bardak döküp kırmakla meşhur birisiyim.
O neredeyse düşürmek üzere olduğum şarabı elimden aldı. Bardaklara doldurdu. Güldü.
-Burada çalışmak size iyi gelir senyör… Ya da en az sizin kadar iyi birisinin burada çalışması…
Bardakları aldı gitti. İki elinde üç bardak ama sanki çiçek taşır gibi. Bardakları verdiği kadınlar da böyle düşünüyor olmalıydılar.
Aynı gün Pancho’ya Şili’li ... için bir kimlik hazırladık. Pancho’da her zaman vardır bunlar. Kimlik, bir iki renk peruk, bir kel kafa maskesi, iki takma sakal, uzun ve ucu yukarı kıvrılmış bıyık ve bir sürü şey. Barcelona tiyatrosu bombalar altındayken herkes kaçarken Pancho makyaj odasından buna benzer malzemeler çıkarıyordu. Başka kıtada olmak bir şeyi değiştirmezdi. Mutlaka bulmuştu. Hatta o kadar çoktular ki içlerinden seçmek zor oldu. Bir Uruguaylı kimliği seçtim. Gerisini Pancho hallediyordu. Ona El Turco’dan hiç söz etmedim. Neden Şililiyi orada işe soktuğumuzdan da. Zaten bilmiyordum. Henüz Şilili de bilmiyordu ve umarım Bakan Jimanez hiç bilmeyecekti. Yediği yemeğin başında üç kere öldürmek istediği, kendisinin baş düşmanı bir devrimci ahçının olduğunu düşünmesi bile kalp krizi geçirmesine neden olabilirdi. Belki bir peruğa ihtiyaç olabilirdi. Bu sakalı denemeliydik.
O gün otelde bir şarap da ben içtim. Etrafa baktım. Kapıların nerede olduğuna, pencerelerin yüksekliğine, Jimanez ve Doktor Hessler’in yemek yediği locaya ve diğerlerine, dans edilen yere, bara giriş yerine, asansöre, insanlara, Yugoslav’a, içeri girdiğinde coşkuyla karşılanan Peron’a, o sırada işçilerin gülen yüzüne, etrafındakilere, sahte ve gerçek kişilere, işadamlarına, askerlere, kadınlara ve bazılarına daha uzun, Jimanez’in şoförüne mesela, silahı olup olmadığına ve tabii ki bütün salonun mutlaka baktığı kişiye El Turco’ya…
ŞOFÖR
El Turco adamın adı. Herkes bunu biliyor ve sadece bunu biliyor. Sevmeyene rastlamadım bu arada. Ben bile seviyorum sanırım. Bakan araştır dediğinden beri bütün bulduklarım bu. Bir de bolca bahşiş dağıtması. Ülkesinde adettenmiş diyorlar. Bu sevgimin arkasında bunun da bir payı var herhalde. Sadece diğer şoförlerle durduğum için bana da verilen bahşişin. Bir bahşiş satın alamaz beni ama yaşlanıyorum galiba. Nerede o Patagonya’da gönüllü olarak idam mangalarında yer alan ben, nerede şimdi Jimanez’in kapısını açan şoför. Gerçi unuttuğum yok günleri. Kurşunu yemeden önce gözlerindeki son bakışlar kabusum artık. Halbuki bu bakışlar için katılıyordum ve her şeye rağmen yüzümüze küfredenlere nefretimden. Korkuyordum ben. Korkmadıkları içindi nefretim. Güçlü olandan korkmak gerektiğini bilmedikleri içindi. Benim yapamadığımı yaptıkları için ama sonunda kazanan ben oluyordum çünkü parçalanmış bedenleriyle yere düşenler, onlar oluyordu. Bakışları havada son bir kez uçuyor ve düşüyorlardı. Hâlâ rüyalarımda uçan o bakışlar. Jimanez’le ortak yanımız bu aslında. O da korkar. Çok korkar. O yüzden beni yanında hep istemesi. Büyük bir suç ortaklığı bu. Aynı korkunun iki tarafıyız. Emir veren ve yapan. Benim korkmadığımı sanır. Bunun nedeni her zaman vurduklarımız öldüler mi diye kontrol edenin ben olmasıdır. Onlara bir son kurşun sıkmamı hep yanlış anladı. Onlardan korkmadığım için bunu yaptığımı sandı. Tam aksine emin olmak istiyordum. Korkacak bir şey olmadığına emin olmak.
Bu salonda bile, kadınların alımlı bir şekilde dolaştığı, erkeklerin onların gözlerinin içine, memelerine ve kalçalarına baktıkları, şarabın ve iki yüzlülüğün boğazlarına kadar battığı bir yerde bile, ölülerin aklıma girmesi garip. Bir katil olarak oldukça duygusallaştım. Jimanez bunun farkına vardığı anda atar beni bu işten. Elime tutuşturduğu Patagonya’dan yeni çıkanlar listesinin sonunda da bu çıkacak. Korktuklarını ortadan kaldırmamı isteyecek. Bir çöplükte boğazı kesilmiş, dar ve karanlık bir sokakta kurşunlanmış, fena şekilde dövülerek yüksek bir yerden atılmış cesetlerin faili meçhul dosyaları olacak bunlar. Böyle şeyleri istemiyorum artık. Bu insani bir duygudan değil korkunun yön değiştirmesinden, ben de artık iyi biliyorum ki, duygusal bir katil olarak, tehlike sınırının kenarındayım. Birkaç adım sonra ben de artık tahammül edilmeyecek kadar çok şey bildiğim için, bir yeni katilin ilk cinayeti olabilirim. Bu yüzden serbest kalanlar arasında baş düşmanın Şilili ahçının olduğunu söylemedim. Kendisi fark ederse etsin, yoksa ben şu yakışıklı, gizemli El Turco ve çevresindeki kadınlarla ilgileneyim ve erkeklerle…
LU
İkinci gördüğümde seviştik. Çok geç kaldığımızı düşündüm. İlk gece sevişmeliydik. Hırsız kız onu kollarımdan söküp götürdüğünde bunu hissetmiştim. Kollarımdan bir mecaz tabii. Tek kolumdan demeli. Diğeri rüzgarda sallanan bir et yığını sadece. Sevişmeden sonra bu yüzden çok kızgındım. Neden bu kadar geç kaldık diye. El Turco ise harikaydı. Sadece sevişme sırasında değil sonrasında da. Sevişme sonrası çıplak erkeklerden nefret ederim. Yok giysilerden bahsetmiyorum. Gerçek duyguları açığa çıkmış erkeklerden. Şehvetten arındıkları için kabuksuz ıstakoz gibidirler, her şeyleri ortada ve bol limonla ancak yenilebilir. Ve biraz tuz. El Turco ise sevmeye devam ediyordu. Herkesle böyle miydi bilmiyorum. Mesela o hırsız kızla. Alçak, orospu, fahişe, böcek sırtı, köpek tersi bir gece mi benden çaldı. Ona kızmıyorum bu onun hakkı ama sövüyorum. Sövmek de benim hakkım.