Coğrafyamızın bir köşesinde, bir ülkenin kadınları bu çağda saçlarını rüzgârda özgürce dalgalandırmak ve bedenleri üzerindeki tüm zorunluluklara karşı çıkmak üzere korku eşiğini aşarak canlarını siper ederken, İran’da Hananeh Kia (23), Ghazale Chelavi (32) ve daha niceleri protestolarda vurularak öldürülürken, aynı zaman diliminde, bir diğer yanımızda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başkanlığına mahkeme tarihinde ilk kez bir kadın, İrlandalı Siogra O’Leary, büyük uğraşlar sonunda seçiliyor.
Farklı coğrafyalar, farklı düzeylerde mücadeleler, farklı cam tavanlar, farklı “Beyaz Çarşamba”lar...
Ama hepsinin ortak bir yönü var. Siyasal ve toplumsal düzen üzerinde kurulan ataerkil sisteme, farklı düzeylerdeki “ahlak polislerine” karşı büyüyen, daha görünür hale gelen ve farklı tarihsel, kültürel, dinsel ve siyasi bağlamlara rağmen ortak bir özgürlük arzusu etrafında şekillenen bir kadın itirazı...
Kadınlar “tırnak içine” alınarak yaşamak istemiyor. Adeta o Latince güzel deyişi birlikte mırıldanıyorlar: “Vi veri veniversum vivus vici”.... Anlamı “Gerçeğin gücüyle yaşadığım süre boyunca, kâinatı bile fethedebilirim”.
Perşembe günü “Ben Seçerim” diyen kararlı bir topluluğun hayallerini, hedeflerini ve gerçekleştirdiklerini büyük bir mutlulukla dinledim.
Siyasi dilin ve siyaset yapma biçiminin daha katılımcı, eşitlikçi ve kadınları da sürece dahil eden bir tarzda yeniden kurgulanması için yaklaşık iki yıldır yoğun bir çaba içerisinde bulunan, toplantılar, eğitimler, seminerler düzenleyen Ben Seçerim Derneği, yönetim kurulu başkanı Nilden Bayazıt önderliğinde ve birbirinden değerli akademisyenlerin ve siyasetçilerin katkılarıyla Türkiye genelinde 16 ili ziyaret ederek bu illerde her siyasi partiden kadın siyasetçilerle bir araya geldi, ortak sorunları anlamaya yoğunlaştı ve ortaya konulan çıktılar üzerinden siyasi partilerle görüşmeler gerçekleştirdi.
Bu kadınlar topluluğu, adeta iki avuçlarıyla kocaman bir kayayı tepeye itip, onun gerisin geri aşağı yuvarlanmaması için de yılmaz bir güçle, kan ter içinde Sisyphos misali çabalıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, Nietzsche’nin dediği gibi “susulan bütün hakikatlere zehir karışır”. Çünkü biliyorlar ki, Platon’a göre “çetindir güzel olan”.
Ben Seçerim Derneği’nin amacı, önümüzdeki yıl gerçekleşecek olan genel seçimlerde isimlerinin Ben Seçerim tarafından belirleneceği ve İstanbul Sözleşmesi savunucusu 5 siyasi partiden 5 kadının seçilebilecek yerlerden listeye konmasını sağlamak.
Bu süreçte önümüzdeki dönemde bir “aday adayı” havuzu oluşturularak bu kadınlara müzakere tekniklerinden etkili kampanya yürütme stratejilerine dek geniş bir yelpazede eğitimler verilecek.
Seçimlerin ardından derneğin kuruluş amacı elbette son bulmayacak; barolardan akademiye yerel yönetimlere dek birçok farklı katmanda toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya dönük çabalarını sürdürecekler.
Bu hedef doğrultusunda, Dernek, ilk adımı atarak Kanada Hükümeti desteği ve KONDA Araştırma iş birliği ile, seçmen üzerindeki kadın siyasetçi algısını Türkiye genelinde 31 ilin 80 ilçesindeki 126 mahalle veya köyde toplam 2 bin 258 kişi ile yüz yüze ve derinlemesine görüşmelerle ölçen araştırma çalışmasını tamamladı.
Doğrudan “aktörlere” yönelen araştırmada hangi şehirde hangi profilden kadının seçilme ve siyasi sürece katkı sağlama imkanının daha güçlü olduğu ortaya çıkarıldı.
Türkiye’de demokrasi tarihinde şu ana kadar 19 ilden –Kırklareli, Karabük, Sinop, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Rize, Ardahan, Artvin, Kilis, Osmaniye, Adıyaman, Karaman, Nevşehir, Niğde, Yozgat, Kırşehir, Kırıkkale, Burdur- hiç kadın milletvekili çıkmadı.
“Bu ilçeden neden kadın aday koymadınız listenize?” sorusuna “seçmen istemiyor” yanıtının içinin ne kadar boş olduğu, aslında seçmenin istediği ama partilerin bu seçmenin nabzını tutamadığı ve doğru adayları belirleyemediği, bu araştırmada da gözümüze çarpan ilk bulgulardan biri.
Peki Türkiye’de Kadın Siyasetçilerin Durumu ve Beklentiler araştırması bize rakamların ötesinde neler söylüyor?
Halkın ezici çoğunluğu (dört kişiden üçü), kadın milletvekili sayısının artmasının, kadınların başka alanlarda da önemli roller üstlenmelerini ve karar verici konumlara yerleşmelerini sağlayacağını düşünüyor. Kadınların yönetici olarak karar verenler arasında daha fazla yer almalarını istiyor.
Kadınların çalışma ve eğitim hayatında eşit fırsatlara sahip olması gerektiğini düşünüyorlar. Örneğin 29 yaşındaki Maraşlı bir erkek, siyasi partilerin kadınları bazı rollerde “vitrin” olarak kullandığını düşünüyor.
Seçmende, siyasi partilerin seçilemeyecek yerlerden kadın aday koydukları algısı hâkim.
Ailesinden bir kadının siyasete girmesini, belediye başkanı veya milletvekili adayı olmasını isteyen kişi oranı ise dört kişiden üçüne karşılık geliyor.
Toplumun yarısı, “Türkiye’nin eğitim sorununu kadınlar çözer” diyor.
Partilerde zorunlu kadın kotasının uygulanması gerektiği, toplumun yüzde 61’inin ortak talebi. Toplumun yarısı ise bu kotanın yarı yarıya olması gerektiğini söylüyor.
Alman filozof Heidegger, Varlık ve Zaman’da noksanlığı şu şekilde tanımlar: “Birbirine-ait-olanın henüz-birarada-olmayışı”. Siyasette de toplumda da kadın temsili işte tam da bu ifadelerde karşılığını buluyor.
Konda’nın Ben Seçerim Derneği için yürüttüğü bu çalışmada ise, zihniyet değişimi için, birbirine ait olanın bir arada ülkeyi yönetebilmesi için elverişli koşulların ortaya çıktığı görülüyor. Artık yapılması gereken kurumlar ve kurallar düzeyinde de bir değişim...
Tüzüğe kadın kotası koymanın yanı sıra, “ben yaptım oldu” zihniyeti yerine, listede kadınları seçilebilecek yerlere yerleştirmek gerekiyor.
Zira Bekir Ağırdır’ın da saptadığı gibi, toplumsal değişimin, bir arada olabilmenin önündeki en büyük engellerden biri, kadına karşı bakış ve bu da “at-avrat-silah” metaforu çerçevesinde kadına yönelik bakıştaki ataerkil kodların ağırlığıyla belirleniyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliğini tesis etmek çoğumuzun arzusu. Evet, bu konuda bir niyet de var. Ancak bunu gayrete dönüştürecek mekanizmaları tesis etmek, niyeti eyleme geçirmek gerekiyor.
Bu araştırma ise, sahada bu konuda müthiş bir dönüşümün olduğunu gösteriyor. Ülke demografik olarak değişiyor. Kentleşme toplumun her hücresine temas ediyor; mekânsal dönüşüm toplumsal kabulleri de eğitim düzeyinden sosyal medya kullanımına dek bir şekilde dönüştürmeye başlıyor.
Bekir Ağırdır’ın verdiği bilgiye göre, Türkiye nüfusunun büyük kısmı 11 metropole toplanmış durumda. Artık sobanın etrafında toplanan aileler yerine, metropol yaşamında mekânsal değişime ayak uyduran çekirdek aileler yaygınlaşıyor; kadın toplumsal yaşamın istihdam ve eğitim aşamalarına daha çok katılıyor.
Özellikle metropollerde yaşayan 30 yaş altı seçmenler kendilerini dini inanç veya etnik kimlik yerine, birincil kimlik olarak toplumsal cinsiyet üzerinden tanımlıyorlar. Kendisini dini kimlikleri üzerinden tanımlayan kadınların ise yüzde 63’ü, siyasette kadınların daha fazla yer almasını istiyor.
CHP, HDP, İyi Parti seçmeninin yüzde 80’inden fazlası siyasette daha fazla kadın olması gerektiğini düşünürken, AK Parti seçmeni erkeklerin yüzde 65’i, kadınların ise yüzde 45’i siyasette daha fazla kadına gerek olmadığı düşüncesinde.
MHP seçmeninde ise ilginç bir tablo var: Erkeklerin yüzde 69’u siyasette daha fazla kadın varlığını gerekli görmezken, kadınların yüzde 80’i siyasette daha fazla kadının varlığını savunuyor.
Aynı rakamlarda olmasa da, eş başkanlık sistemine rağmen HDP seçmeninde de kadının siyasette varlığına dair benzeri bir erkek egemen zihniyet yerleşik durumda. Yani kadınlar eril siyasetin ağırlıkta olduğu partilerde kendilerini var edebilmek için çok daha büyük bir efor sarf etmek zorunda.
Şu veri gözden kaçmamalı: Halihazırda toplumun yüzde 40’ı, hiçbir partinin kadın-erkek eşitliği konusundaki duruşunu başarılı bulmuyor. Her iki kişiden biri, kadınların siyasette az temsilinden siyasi partileri suçlu buluyor.
Bu veri ise bizi şöyle net bir gerçekliğe çıkarıyor: Gençlerden oy almak isteyen partiler daha çok kadını seçilebilir sıralardan, mümkünse de liste başından aday göstermek zorunda. Bunu da “erillerin” isteği üzerine, cımbızla seçerek yapmamalı. Bu bir lütuf değil, toplam nüfusun yüzde 49,9’unu kadınların oluşturduğu Türkiye’de bir hak...
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin kadınların siyasi ve toplumsal katılımını güçlendirecek şekilde artırılmasına kategorik olarak karşı çıkan, bunu da geleneksel kodlar üzerinden gerekçelendiren yüzde 20-25’lik bir dilimin dışında, evrensel değerlere giderek daha fazla sarılan, bunu da eylemlerine yansıtan, örgütlü mücadeleyle haklarını güvence altına alan kitle giderek genişliyor. Toplumun yüzde 62’si, kadın siyasetçi artınca Türkiye’nin gelişeceğini, daha iyi bir toplum haline geleceğini düşünüyor.
Kadın muhtarlardan okul aile birliğindeki kadınlara, çok-uluslu şirketlerin üst düzey pozisyonlarına atanan kadınlara, kadın belediye başkanlarına, birbiri üstüne rekor kıran kadın sporculara dek toplumun birçok katmanında “kadın elinin değdiği” başarı öyküleri çoğalıyor. “Biz” duygusunun perçinlenmesinde, bir arada yaşama iradesinin kadın perspektifinden görülmesinde bu ve benzeri saha araştırmaları çok değerli.
Çünkü kadının yönetici pozisyonlarda olmasıyla eşitliğin, adaletin, demokratik meşruiyetin güçlendiği, kamu kaynaklarının daha adil dağıtıldığı, sosyal adaletin arttığı uluslararası pratiklerde de kanıtlanmış bir sonuç.
Erkekler, bir ülkenin eğitim, adalet ve çevre sorunlarının kadınlar tarafından daha iyi ve etkin şekilde çözüleceğini düşünüyorlar.
Kadınların toplumsal ve siyasal yaşama daha fazla katıldığı modellerde kadına dair sorunlar –şiddetten nafakaya, kürtaja dek- bir politika etrafında çözümleniyor; kadınların güçlenmesi diğer kadınlara rol model oluyor; kadınların yerel veya ulusal siyasette daha fazla yer aldığı ülkelerde GSYİH artıyor.
Kadınların siyasette ve toplumun diğer katmanlarında eşit temsili için de, ev-içi emek yükünün sırf kadınların sorumluluğu altında olmadığı, çocuk bakımında eşitlikçi modellerin de geliştirilmesine dönük etkin tartışmalar ve uygulamalar gerekiyor.
Siyaseti “erkek işi” olarak gören zihniyetin artık çağın ne kadar gerisine düştüğü kanıtlandı. Ancak bu hak mücadelesinde kadından beklenen, siyasette eril dille konuşması, eril diskuru kopyalaması değil.
Kadından beklenen net bir şey var: eşitlikçi dili siyasette yaygınlaştırması; İstanbul Sözleşmesi’ni savunması; toplumsal değişimi ileri yönlü taşıması; siyasette adalet bilincini yaygınlaştırması ve kadın sorunlarını gündeme getirip politikaya dönüştürmesi.
Bekir Ağırdır’ın bu konuda çok hoş bir tespiti var: “Kadınlar beden, akıl ve gönül üçgeninde hareket etmede erkeklere kıyasla çok daha yüksek bir kapasiteye sahip.”
Yoksa sorun sadece kimlik kartının cinsiyet hanesinde yazan “kadın” ibaresi değil. Bu kimliğin ötesinde, kadın sorunlarını siyaset mekanizmaları içerisinde çözebilmesi, dönüşümün öncüsü olabilmesi.
Kimlik siyasetinden kurtulmanın tek yolu, toplumun tüm katmanlarındaki ortak eşitlik ve adalet talebini, amasız, fakatsız, mış gibi yapmaksızın, kesin kurallara ve hesap verebilir kurumlara bağlamak.
Seçimler özünde birer araç. Amaç ise, kadınların niceliksel olduğu kadar niteliksel temsilini özendirmek... Günün sonunda, elbette kadınlar seçecek; elbette kadın, hayat ve özgürlük kazanacak.