‘Türkiye’de eleştiri yok!’ cümlesini yaşlı, genç neredeyse tüm yazar ve şairlerden duyabilirsiniz. Yaygın bir kanıdır, değiştirmeye çalışmak da pek mümkün değildir. Yazmaya başladığımda benim de yürekten inandığım bir yargıydı eleştiri yokluğu ve hâlâ da inanıyor olabilirim. Oysa bugünden 80’li yıllara baktığımızda durum hiç de bu kanıyı doğrulayacak bir görünümde değil. Memet Fuat, Mehmet H. Doğan, Fethi Naci, Asım Bezirci, Rauf Mutluay, Füsun Akatlı, Mehmet Kaplan, Hüseyin Cöntürk, Berna Moran, Adnan Benk, Selahattin Hilav ve daha niceleri hayattaydı. Daha da ilginci, Adnan Benk tamamen eleştiriye ayrılmış bir dergi olan Çağdaş Eleştiri’yi yayınlıyordu. Ama bize göre eleştiri yoktu, çünkü bu eleştirmenler bizlerin yazdıkları ile ilgilenmiyordu.”
Metin Celal Edebiyat Haber’deki ‘Eleştiri mi ballı lokma tatlısı mı?’ başlıklı yazısında 80 kuşağı şairlerin eleştiri meselesine bakışını böyle özetlemiş.
Yazısında şairlerden ve yazarlardan, özellikle kendi kuşağından söz etmiş; ama ‘Türkiye’de eleştiri yok’ yargısı tiyatroda, sanatta, müzikte hatta sinemada bile aynen edebiyat dünyasında olduğu gibi kuşaklar boyu telaffuz edilir durur. Ben de Metin Celal gibi bunun haksız bir yargı olduğunu düşünüyorum. Sadece gazetemiz Duvar’da sinema, edebiyat, sanat alanlarında pek çok eleştirmenin her hafta birçok yazısı yayımlanıyor. Bunun dışında pek çok başka edebiyat-sanat sitesinde ve dergilerde yayımlanan sayısız yazı var. İnternet bu kadar yaygın değilken de dergilerde, kimi gazetelerde yayımlanırdı. Ama bu yargıdan kurtulmak mümkün olmazdı. Çünkü aslında garip biçimde birçok sanatçı (yazar, tiyatrocu, sinemacı, ressam…) yaptığı her iş görülsün ve mümkünse beğenilsin ister. Olmayınca da eleştirmenler bir meseleye dönüşür.
Bunu Radikal’in Kültür Sanat sayfalarını yönettiğim zamandan gayet iyi biliyorum. Orada sanatın her alanında her gün en az bir yazı yayımlardık. Olumsuz bir yazı yayımlandığında hiç hatırlamıyorum ki söz konusu sanatçı arayıp da sitem etmesin. Hatta işi sitem etmekten daha ileriye götürenler de olurdu… Sonunda anlamıştım ki çoğu kişi küçümseyip yüzeysel buldukları büyük gazetelerde çıkan, ‘beğendim beğenmedim’ diye zar atan yazarları takip ediyor. Aslında onlar kendilerini yazsın istiyor, daha az meşhur emektar eleştirmenlere de razı oluyor; ama kendisini övmesi koşuluyla… 1940’larda Ataç’ın temsil ettiği o karizmatik eleştirmeni özlemle ananlar da vardı ve bizim zamanımızda ister inanın ister inanmayın merakla beğenisi takip edilen yazar Hıncal Uluç’tu. Özellikle sahne sanatları ve sinemada onu çok önemserlerdi. Sonra bu karizmatik eleştirmenler, zamanın ruhu gereği tamamen ortadan kalktı. Bunun hem toplumun entelektüellere ve kanaat önderlerine olan ilgisinin azalmasıyla, hem de güçlü medya organlarının ortadan kalkmasıyla alakası var. Ve eleştiri yokluğu hissiyatında bunun da etkisi olduğunu sanıyorum…
Radikal Kitap ve ondan önce ve sonra çıkan pek çok kitap ekinde edebiyat, kitap üstüne sayısız yazı üretildi, üretiliyor. Mesela kitap eklerinden önce de edebiyat eleştirisiyle uğraşan, hâlâ da üretimlerini sürdüren Ömer Türkeş ve Asuman K. Büke’yi burada anmak isterim.
Eleştirinin tanıtım ya da beğeni belirtmenin ötesinde bir eserin analiz edilmesi bazen sanatçının, yazarın bile farkında olmadığı özellikleriyle eserin kendi alanındaki tarihin içinde bir yere oturtulması, yaşadığımız hayatla farklı etkileşimlerinin görünür kılınması da eleştirinin temel uğraşlarından biri. Ne o eski karizmatik gazete eleştirmenlerinin ne de günümüzde mesela kitap eklerindeki okuduğumuz tanıtım ağırlıklı yazıların çoğu böyle değildir. Bugün, mesela K24 olabildiğince analitik yazılara ağırlık veren bir site. Öte yandan mesela Nurdan Gürbilek, yıllardır kaleme aldığı kitaplarda tam da bunu yapar. Ama tüm bu metinler ne kadar okunur, sanatçılar ve yazarlar tarafından bile okunur mu? Bilmiyorum.
Eleştirmenliğin nasıl karşılıksız bir çaba olduğunu da kimse pek düşünmez. Hayır açık sözlü yazılar yazmaya kalktığınızda bol bol düşman edilmek değildir tek mesele, bu işin Türkiye’de hiçbir profesyonel karşılığı yoktur. Geçmişte ve günümüzde okuduğunuz yazıların sahiplerinin bu işten ya hiçbir şey kazanmadığına ya da sembolik bir para aldığına emin olabilirsiniz. Özellikle sanat dünyasında bu çok daha belirgin bir meseledir. İsterse milyonluk resimler satılıyor olsun, bir serginin en küçük maliyet kalemlerinden biri her zaman katalog yazısıdır. Sonuçta bu ülkede yazdıklarıyla geçinen eleştirmen, sanat ya da sinema yazarı yoktur.
Tabii işin en önemli yanı eleştirinin kimin için yazıldığı. Aslında o yazıların muhatabı sanat izleyicisi ya da edebiyat okuru. Eleştiri yazısı sanatçı için değil, sanatsever için yazılıyor olmalı. Ama sanatsever de bunu yeterince talep edip desteklemediğinde, eleştirmen maddi ve manevi olarak hakkında yazı yazdığı alanın bir aktörü oluyor ve endüstri karşısında savunmasız kalıyor. O zaman da dostluklar, kamplaşmalar, bin bir türlü başka denge devreye giriyor ki neticede kabak yine eleştirmenin başına patlıyor; kimse yapılan işe güvenmiyor, yazılan yazıdan memnun kalmıyor…
Yıllardır eleştiri meselesi her açıldığında söyleyip durduklarımızın bir özetini Metin Celal’in yazısı vesilesiyle tekrar edeyim istedim. Bu yazıyı yine ondan bir alıntıyla kapatayım:
“Kendimizi ne kadar Avrupalı saydırmaya çalışsak da aslında bir Doğu Akdeniz ülkesiyiz. Eleştiri denilince de aklımıza sadece övgü ya da sövgü gelir. Hakkımızda yazılmış bir yazıya “beni ne kadar övmüş” diye bakarız. Çünkü beklediğimiz övülmektir, yazıyı yazan eleştirilerini kendine saklamalıdır. Ataç’la ilgili anılarda sevmediğini beğenmediğini yazdığı şiirlerin yazarlarının kendisine nasıl saldırdığı, tekme tokat giriştiği de yazılıdır ki bu şairlerin bazıları yakın dostudur, onları meşhur eden yazılar yazmıştır ve övdüğünde Ataç’a minnet duymuşlardır. Ama bir tek olumsuz söz yeter kendinden yaşça çok büyük adama bastonla girişmeye.”