"İç içe geçen yaşamlar vardır.
El örgüleri gibi.
Bu örülen giysi sizin sırtınızda da olabilir,
karşınızdaki bir insanın sırtında da."
Tezer Özlü
Bazen bir kitap, yaşamda durduğunuz noktaya ve çevrenizi kuşatan detaylara dair birçok farkındalığa varan bir başlangıç fitilini yakar.
Son dönemde elim sürekli ağaçlarla ilgili kitaplara gidiyor. Çoğunda da ağaçlar, adeta birer birey olarak başrolde.
Bu kitapların içine süzüldükçe, on yıllardır yanından geçip gittiğim zeytin ağacına, sabahları su verdiğim incir ağacına, kızımın doğduğu gün diktiğimiz defne ağacına ve daha nicesine daha farklı bir gözle bakar oldum.
İlk fitili yakan, Peter Wohlleben'in efsanevi kitabı Ağaçların Gizli Yaşamı oldu. Onunla birlikte ağaçların acıyı hissedebildiğinin ayrımına vardım. Birer belleklerinin olduğunun... Kendilerini korumak için kimyasal ürettiklerinin ...
Almanya doğumlu bir ormancı olan yazar Wohlleben, ağaçların memelileri andıran davranışları olduğunu, özellikle türdeş olanların birbirleriyle iletişim kurup kökleriyle bağlantıya geçtiğini anlatıyor.
Hatta öyle ki aralarında acı çeken veya hasta ağaçlar varsa, kökleri üzerinden gıdalarını bile paylaşıyorlar, komşularına yardım ediyorlar. Çünkü, yazar, “Bir zincir en fazla en zayıf halkası kadar güçlüdür” diyor.
Wohlleben’e göre, ağaçlar kökleriyle öyle bir ağ sistemi kurmuşlar ki, adeta bir “süper-organizma” oluşturmuşlar. Aç zürafaların yapraklarını yemek üzere geldiğini gören Afrika akasyaları, diğer türdeşlerini uyarmak için havaya etilen gazı yayıyorlar ve bu gazlar rüzgarla yayılıp diğer ağaçlara haber salınca, “bilgilenen” akasya ağaçları yapraklarında öyle bir toksin üretiyorlar ki zürafalar bu “acılaşan” yapraklarla beslenmekten vazgeçiyorlar.
Wohlleben, kayın ağaçlarının birbirlerini beslediklerini ileri sürüyor ve ağaçlarda köklerden yapraklara su akışı kesildiğinde gövdede titreşim olduğunu ve böylelikle türdeş diğer ağaçları da susuzluğa karşı uyardığını söylüyor. Öyle ki fide kökleri 220 Hertz’deki çatırdamaya bile tepki veriyor.
“Ağaçların acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve ebeveyn ağaçların çocuklarıyla birlikte yaşadığını öğrendiğinizde, artık onları sanki sıradan bir işmiş gibi devasa makinelerle kesip hayatlarını altüst edemiyorsunuz,” diyor Wohlleben.
Son dönemlerde birçoğumuz köklerimizden koparılmış hissediyoruz kendimizi. Sanki devasa makinelerle kesiliyor gövdelerimiz, katmanlarımızda ve yaş halkalarımızda gizlediğimiz binlerce sırrımızla...
Hayat ağacımız eskisi gibi meyve vermez oldu.
Köklerimizle birbirimizi mümkün mertebe besleme, dayanışmayı el üstünde tutmaya çabalıyoruz. Elden geldiğince...
“Nasılsın?” sorusuna, “e memleket gibiyim” diyoruz.
Bu his, demokraside ve insan haklarında yaşanan sistematik gerilemelerde, basın özgürlüğünü ortadan kaldıran uygulamalarda, modernleşme karşıtı atılan adımlarda, kadın ve çocukların ve hatta ağaçların haklarının hiçe sayıldığı uygulamalarda daha da belirginleşiyor.
Tıpkı Gezi’de bir ağaç uğruna can veren gencecik fidanlar gibi... Akbelen’de ağaca sarılan Zehra teyze gibi... Hopa’da hidrolektrik santral projelerine karşı çıkışını canıyla ödeyen Metin öğretmen gibi...
Bir yandan aramızda ağaçlar misali öyle bir ağ kurmuşuz ki, kendi mahallemizi olası tehlikelere karşı bilgilendiriyoruz; ama diğer mahallelerle aramızdaki duvarlar da büyüyor.
Çocuklara her gün ücretsiz bir öğün yemek istemek bile “muhaliflik” olarak görülüp reddediliyor. Kendi ekosisteminde olmayanların taleplerini reddeden bir kutuplaşma git gide kök salıyor, “geçer akçe” oluyor.
Ağaçların aksine, komşumuz açken, çocuklar açken, biz tok yatabiliyoruz. Ücretsiz okul yemeği, okulöncesinde bile askıya alınırken biz belediye bütçelerinden gastronomi festivallerine kaynak ayırabiliyoruz.
Tüm bunlara karşın iyi ki reçinemiz var da, kah duyarlı medyayla kah vicdanlı sivil toplumla kah merhametli muhalefet milletvekilleriyle gövdelerimizi sarıp sarmalayan merheme dönüşüyor; zarar görmüş yerlerimizi “bir ağaç ve bir amaç etrafında toplanma hissi” bir nebze onarıyor.
Kendimizi uçsuz bucaksız Sahra Çölü’nün ortasında tek başına var olmaya çalışan, kum fırtınalarına dimdik direnen bir tenere ağacı gibi hissediyoruz. Kervan yollarının kesiştiği noktada olmasına rağmen kendini “dünyanın en yalnız ağacı” gibi hisseden, köklerini en derinlere salıp kuraklığa da susuzluğa da direnen, ancak bundan tam tamına 50 yıl önce Libyalı sarhoş bir kamyon şoförünün çöldeki tek ağaca çarparak öldürdüğü akasya ağacı oluveriyoruz.
Ümidimiz tükendiğinde dijital yerlilik, dijital melezlik, dijital göçmenlik gibi kalıplar içerisine sığınıyoruz.
Tıpkı ana rahmine geri dönmek istercesine kaçıyoruz...
Tıpkı üzerimize battaniye gibi örtülü toprağın altındaki sıcak günlerimize dönüp minik minik kök salmak, ardından yeni bir coğrafyada, insan haklarını önceleyen bir ekosistemde yeniden filizlenmek, ardından da ufacık bir ağaç gibi başını dışarı çıkarmak ister gibi...
Dallarımıza yolunu kaybeden ötücü kuşlar konuyor, zamansız yağmur damlalarıyla ıslanıyoruz, iklim değişikliği kavuruyor yapraklarımızı.
Belki de hepimizin içinde köklü bir ağaç var ve yaşamımızın farklı döngülerinde sürgünler veriyor toprağın içinde, zaman zaman kuşaklararası anılarıyla kök salıyor, zaman zaman köklerini de toplayıp farklı diyarlarda yeni bir su, yeni bir toprak, yeni bir mineral arayışına giriyor, zaman zaman da diğer ağaçların kökleriyle birleşiyor toprağın binbir fersah derinliklerinde...
Ağaçlara kulak vermenin zamanı çoktan gelmedi mi sizce?
Yollar, köprüler, oteller, madenler için ağaçların kesildiği ve ormanların yakıldığı, doğayla acımasız bir mücadelenin yaşandığı ve ağacın kimi çevrelerde çok fazla da itibar görmediği bir çağda yaşarken, her yaz birbirinden daha kavurucu sıcaklarla karşılaşırken, yaşadığımız bir sürü doğal afetten sonra, ağaçları daha yakından tanımanın, onları eski çağlardaki gibi “kutsal” görüp gözümüz gibi korumak için yepyeni bir sebebin izinden gitmenin vakti çoktan gelmedi mi?
Son dönemde karşıma çıkan çok özel bir ağaç var. Hem de adeta lirik bir destanın ana aktörü... Elif Şafak’ın Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan son romanı Kayıp Ağaçlar Adası’ndaki Ficus carica, yani incir ağacından, Dar Hejiroke’deki gam götürenden söz ediyorum.
Bu ağaç, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin döngüsel bir zaman içerisinde iç içe çemberler çizdiği bir yaşamda, birkaç kuşağın travmalarına nasıl ses ve nefes olabileceğini gösteriyor.
Bu ağaç aslında, bu topraklarda din ve etnisite üzerinden yaşanan ötekileştirme, düşmanlaştırma, sürgün ve pogromların tanığı olan ve belleklerini bu açıdan her zaman taze tutup, “bir daha asla” diyebilenlerin simgesi...
"İyimserlerle kötümserler arasındaki fark, temelde unutmayı başaramamakla ilgilidir," diyor Elif Şafak ve ekliyor: "Olanları hafızanızda tutma gücünüz ne kadar büyükse, iyimser olma şansınız da o kadar küçüktür. Bizler hiç bitmeyen bir hafızadan mustaribiz. Yüzyıllardan bahsediyorum. Bir lanettir sağlam hafıza. Yaşlı Kıbrıslı kadınlar birine beddua ettiklerinde, 'asla unutamayasın' derler. "Mezara kadar her şeyi hatırlayasın."
Romanındaki incir ağacı, 1974 Kıbrıs Harekatına dek 96 yıl boyunca yaşam bulduğu tavernadan başlayarak, İngiltere’de bir Kıbrıslı Rum olan Kostas’ın bahçesine, içine kattığı ruhlar ve anılarla dikildikten sonra devam eden bir yaşam döngüsü içerisinde adeta bir devrin tanığı. Diğer ağaçlar gibi yaşananları hep seyredip, bekleyen ve tanıklık eden bir birey adeta...
Kutsaldır incir ağacı birçok kültürde. Gövdesinde türlü türlü ruhları barındırdığı rivayet olunur.
Elif Şafak’ın incir ağacı ise, dalları altında paylaşan, şarkılar söyleyen, kah gülen, kah ağlayan, ama en önemlisi de ortak sofralar paylaşan “cennet ada”nın halkı ve “Mutlu İncir” tavernasının müdavimleri için “büyülü” bir sığınak... Ve ailelerinden gizli, onun hemen yanı başında buluşan Rum Kostas ile Türk Defne’nin aşkının ilk elden tanığı...
Akşamları üzerine yerleştirilmiş mumlar sayesinde kabuğundan altın renkli bir ışık yansıyan, yapraklarının arası ışıl ışıl aydınlanan bir incir ağacı bu... Yiorgos ile Yusuf’un Kavafis’ten “Oraya varmak senin başlıca yazgın, ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın” dizelerini okuyarak birbirlerine hediye vermelerine sessizce tanık olan bir ağaç...
Zamanında sulu sulu, bol incir veren, güçlü yapraklı, çevresine umut aşılayan, ancak tavernanın orta yerinde bomba patladığında dalları kıvılcımlardan tutuşan, bazı uzuvları kömürleşen, gövdesinin bir bölümü hafifçe yanan, ince kabuğu ve narin dallarını bu tahribata karşı koruma ihtiyacı duymayan, çünkü sadece neşeli bir tavernanın içinde var olmayı anlamlı bulduğu için yaşama küsen bir ağaç...
“Aileler, söylendiği gibi, ağaçlara benziyorlarsa, birbirlerine dolaşmış kökleri ve tuhaf açılar yaparak uzanan bireysel dallarıyla ağaçsı yapılarsa, aile travmaları da kabuktaki bir kesikten damlayan yoğun, şeffaf reçine gibidir. Damla damla akar durur nesilden nesle,” diyor Elif Şafak, ağaçlarla aile travmaları arasında benzerlik kurarak.
Kah 6-7 Eylül olayları sırasında yaşanan saldırılar ve yaşatılan tarihi utanç, kah Kıbrıs’ın ikiye bölünmüşlüğü ve savaş sonrası yaşanan acılar, kurulan Kayıp Şahıslar Komitesi, topluluklar arası yaşanan ayrılıklar ve artan hoşgörüsüzlük ortamları olsun, aile travmaları işte bu şekilde aktarıldı.
Benzer şekilde 90 yaşında ninelerin “vatan haini” diye İstanbul’dan sınır dışı edildiği, İstanbullu Rumların 1964 sürgünü de, 1986 Tarlabaşı yıkımları da...
Ve bu travmalar da rasgele, korkarak, ama genelde bir nesil aktararak torunun omuzlarına yüklenecek şekilde ilerledi döngüsel çizgisinde...
Kültürel çölleşme, sonraki nesilleri girdap gibi içine çekmesin, travmalar bilinçli bir amneziyle unutulmasın diye...
Elif Şafak, bu “travma aktarımı”nı da şu şekilde açıklıyor: “Hayatta kalanların ilk kuşağı, en çok ıstırap çekmiş olanlar, acılarını yüzeye yakın tutuyorlardı, onların hatıraları derilerinin altına saplanmış kıymıklar gibiydi; bazılarının ucu dışarıda, diğerleri göze hiç görünmeyecek durumda. İkinci nesil, bildikleri ve bilmedikleri kısımlarıyla beraber tüm geçmişi bastırmayı tercih ediyordu. Buna karşılık, üçüncü nesil sessizlikleri kazıp ortaya çıkarmaya hevesliydi.”
O yüzden de, “Bölünmüş adalar, kenarları kabuk bağlasa da, içi hâlâ sıvı olan, hâlâ kan gibi damlamaya devam eden ağaç reçinesiyle kaplıdır,” diyor Şafak.
1970’lerde adada yaşananların sonucunda binlerce kişinin öldüğü, binlercesinin kayıp olduğu, binlercesinin ada içinde yer değiştirdiği, insanların “kendi ülkelerinde mülteci olduğu”, köylerin ve kasabaların terk edildiği, komşulukların ve dostlukların sonlandığı bir ortamda bu asla birbiriyle temas etmeyen “paralel çizgiler”, bir incir ağacının anlatımıyla en objektif, en insani ve en “incir tadında” ulaşıyor okura. Çünkü, diyor incir ağacı, “nerede savaş ve sancılı bir ayrışma varsa, orada kazanan hiç kimse olmayacaktır.”
İyileşmek için anımsamak zorundayız. Romalı şair Ovidius’un “Bir gün bu acı senin için yararlı olacak” sözünü doğrularcasına... Dolayısıyla, Kıbrıs’tan alınarak İngiltere’ye dikilen incir ağacı, aslında adanın ortak belleğinin yeniden yeşermesi, anımsanması, aile travmalarının sağaltılması, açık yaraların kapatılması için uzatılan bir “incir dalı” aslında.
Hepimizin bir incir ağacı var özümüzde. Ve hepimiz de aslında ağaçlara çok benziyoruz birçok açıdan... Kah bir diken kelebeği konar dallarımıza, kah bir sivrisinek; kah bir karınca kolonisi yuva kurar köklerimizin arasına, ve bize bir insani trajediyi aktarırlar tüm çıplaklığıyla.
Zaman zaman susuz topraklara tutunuruz; özsuyumuzun izini ararız.
Gövdemiz, Şafak’a göre, düzenin, güvenliğin, sürekliliğin simgesidir. Dallarımız değişim ve özgürlük duygusuna olan arzudur. Köklerimiz ise, kimliklerimize, kişisel miraslarımıza uzanan derin duygusal bağlarımızı ifade eder.
Ve geçmişten ağır travmalar taşıyorsa köklerimiz, atalarımızın yılmazlığından güç alarak, gerektiğinde ağaçlar gibi “ekstra proteinler” üreterek veya yapraklarını aç zürafalardan korumak için toksinlere başvurarak, türlü yangınlara, afetlere ve haksızlıklara çok daha güçlü tepki gösterebiliyoruz.
Tıpkı içinden geçtiği tüm yangınlara, susuzluğa ve karınca kolonisine karşı direnen incir ağacı gibiyiz...
Ve geçmişimizde bizi boğan travmalar ağırlaştıkça, Şafak’ın sözünü ettiği “girdling” yaşanıyor – yani ağacın köklerinin gövdesinin dibini sarması ve ağacın kendi kökleri, yani üstüne örtü çekilmiş geçmişi tarafından boğulması...
İşte Elif Şafak, bize ağaçlarla ve yeryüzüyle dünyadaşlık kurma imkanı vererek aslında bir ağacın tanıklık ettiği devasa bir politik sorunun özünde ne kadar insani ve “doğal” olabileceğini anımsatıyor.
Kim bilir belki bu kitap, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği kanallarının yanı sıra, insani anlatıların ve sivil toplumun yakınlaşma adımlarının da bir taşıyıcısı olur.İncir ağacı, gam götürendir ne de olsa...