Elif Türkölmez: Şehir insanın en kıymetli özelliğini elinden alır

Elif Türkölmez'in yeni kitabı "Her Şey Geçer" Çınar Yayınları tarafından raflarda yerini aldı. "Kelimeler, çilemizi ve arzumuzu birbirimize iletebilmemiz için geliştirdiğimiz pratik kodlardır" diyen Türkölmez ile hayatla başa çıkmayı ve "Her Şey Geçer"i konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Her şey hızla akıp geçiyor. Büyük şehirlerde hızla kayboluyoruz. Hep bir arzumuz var. Keşke şöyle kıyı köşe bir kasabaya gidebilsek. Olmadı İstanbul’un sessiz sakin semtlerinden birine taşınabilsek... Elif Türkölmez’in Çınar Yayınları tarafından yayınlanan yeni kitabı Her Şey Geçer işte bütün bu yapamadıklarımızdan bahsediyor. Elif Türkölmez bize çeşitli reçeteler sunuyor. Bu reçetelerin kimi şifalanmak kimisi kalkıp pişirmek üzerine. Derdiniz mi var, biraz çorba karıştırın diyor adeta. Okudukça ah’lar çekiyor bir yandan da nefes almayı hatırlıyorsunuz.

Elif Türkölmez’le yeni kitabı üzerine konuştuk, uzun uzun hayatla baş etmekten bahsettik.

Elif Türkölmez

Daha önce Anne Kız Harikasın ile öykülerini okumuştuk. Şimdi ise elimizde hayata dair notların ve denemelerin var. Kitabın içinde yer alan yazılar sosyal medya hesabında fotoğraf altında paylaştığın yazıların bir derlemesi. Öncelikle şunu sormak istiyorum. 30’lu yaşlarındasın ve birkaç kez hayatını değiştirip yeniden kurdun. Bundan çoğu insan korkar, hiç korkmadın mı?

Korku insanın hayatta kalması için gerekli bir duygu, bir içgüdü. Fazlası, başkası değil. Eğer içimde yırtıcı hayvanlardan kaçmak, bedenimdeki bir kesiği iyileştirmek hususunda tezcanlı olmak ya da karnımı doyurmak için yeni meyve ağaçları bulmakla ilgili bir heyecan yaratıyorsa korku buyursun gelsin, varlığımı da gelişimimi de dünyaya kökler salmamı da bu korkunun varlığı belirler elbette. Ama öğrenilmiş korkulara, insan eliyle yaratılmış endişelere kalbimde yastıklı minderli ağırlamalar yapmayı bırakalı çok oldu. Yaşamaktan hiç korkmuyorum çünkü yaşamayı çok seviyorum. Bütün davranışlarımızın ya sevgiden ya korkudan geldiğini biliyorum. Korkudan gelen korku yaratıyor. Sevgiden gelen sevgi çoğaltıyor. Korku ve sevgi birbiriyle yaşayamayan bitkiler, mesela domatesle lahana gibilerdir. Domatesin yanına lahana ekersen ikisi de solar gider, toprak verimsizleşir, hayat bereketsizleşir. Yere düşen tohumları karıncalar sürükler. Sırıklara kargalar tüner. Etrafta ayrıkotları biter. Yani sevginin yaşadığı toprağa korku ekilmez. Seven korkmaz. Korkan da sevemez.

'HAYATTAN KAÇMAK YERİNE KALBİ SONUNA KADAR AÇMAK GEREK'

Senin hayatla başa çıkma metodun ya da metodların neler? Bir şeyi değiştirmeye karar verdiğinde ilk adımın ne oluyor?

Kaçmak, üstünü örtmek, yokmuş gibi davranmak yerine, tam karşısında durup gözünün içine bakmak, elini uzatıp dokunmak, bilmek için, sezmek için kalbini açmak... Bunlar galiba benim yollarım, patikalarım, yokuşlarım. Hani her ailede vardır ya... Aile albümündeki fotoğraflardan kesilip çıkarılmış bir dayı, asla bahsi geçmeyen bir kuzen ya da bir baba mesela ha bire “Benim öyle bir kızım yok” diyen. Bunlar bana hem acı veriyor hem de çok komik geliyor. Senin öyle bir kızın, elbette, var. O dayı o fotoğraftan kesilince yok olmuyor. O kuzen şimdi kim bilir nerede ne yapıyor?

Ben duygularımıza da, özellikle zor olanlara, o fotoğraftan kesilen dayıya davrandığımız gibi, hak etmediği biçimde hantal, özensiz, izansız ve en önemlisi şefkatsiz muamelelerle yaklaştığımızı düşünüyorum. Bazı duygularımızı, hayatın zor taraflarını, hikayemize pürüz yahut tümsek olan detayları, o fotoğraf gibi, belirli yerlerden kesiyoruz ve içimizde hem trajik hem komik, orası burası kesik fotoğraflarla yaşamaya devam ediyoruz. Dayımızın hikayesini dillendirip, onu onurlandırmak varken, fotoğrafından bile korkmak mı bizi daha iyi bir insan yapar? Duygulara, hislere, düşüncelere, başımıza gelenlere, iyi kötü demeden, zor kolay bilmeden, dostça el uzatırsak, onları yok saymak yerine sarılmalarla karşılar, ağırlar ve uğurlarsak, her ağrı yavaş da olsa, şifalanır, iyileşir, onanır, onurlanır. Bence hayattan kaçmak yerine burada ve şimdi kalbini sonuna kadar açmak gerek.

'ŞEHİR BİR İNSANIN DİNLEME VE ANLAM BULMA HALİNİ ELİNDEN ALIR'

Her Şey Geçer’in içerisinde yer alan yazılar doğumdan-ölüme, yastan-düğüne, neşeden-hüzne hayata dair pek çok şeyi ele alıyor. Ve pek çok insan seninle bu yazıların sayesinde bir ortaklık kuruyor. Büyükşehirlerde koşturmaktan yaşamaya fırsat bulamayan insanlar bunların çoğu. Sence büyükşehirler bizden neyi alıyor, biz bu koşturmacanın içinde neyi kaybediyoruz?

Şehir, dinlemenin zevkini ve kıymetini unutmuş insanlar yaratır. Korna sesi, makina gürültüsü, bin çeşit uğultu... Kişi bir müddet sonra bu seslere alışır, kendisini korumak için önce kulaklarını, sonra kalbini kapatır, böylece zamanla şeylerin özünü duymaz olur. Bütün sesler birbirinden farksız gelir. Kuş sesi, rüzgâr sesi, kar sesi, yağmur sesi, hatta sessizliğin sesi artık ayırt edilemez şeylerdir. Bu yüzden şehir bir insanın belki de en kıymetli özelliğini, dinleme ve bu yolla genişleme, anlam bulma ve iyileşme halini elinden alır. Şehir ışıklarının azaldığı yerlere yaklaştıkça yıldızlar da daha net görünür olur. İnsan daha derin duyar, daha keskin görür, özüne yürür. Basit bir hayvan olduğunu hatırlar ve memnun olur.

Farkındayım kitaptan daha çok hayata dair sorular soruyorum. Lâkin kitabın beni buna ister istemez itiyor. Marianne Faithfull’dan bir cümle paylaşıyorsun Yuvayazında: “Evim yaşadığım yer değil. Evim, benim.” Ev bizim büyük derdimiz, ev bizim büyük çaresizliğimiz. Toplumsal alanlarda sıkıştıkça daha güzel olmasına gayret gösterdiğimiz alan. Ev senin için ne, bu cümle senin için ne ifade ediyor, defalarca ev değiştirmiş birisi olarak. Ev kurmak artık ne anlama geliyor?

Bu soruya benim yerime kıymetli Can Kazaz cevap versin. Kalbimin içindekiler, Sürsün Bahar şarkısından birkaç lokma kelimeyle havalansın:

Artık ev istemiyorum

Ama ağaçlar olsun

Ormanlık sağım solum

Ev sen isen, bu evi nasıl kurdun? Bu evin çatısını, kolonunu, dayanıklılığını ne ile yaptın, ördün?

Ayrılık bilinci insan tarafından yaratılmış bir şey, aslında insan, ev, yatak odası, mutfak, hayvan, bulut, dışarısı, içerisi, o ülke, bu din diye ayrımlar yok, sınırlar yok. Hal böyleyken, Big Bang’den beri ‘daha ne kadar ayrılabiliriz’ diye yaşıyoruz dünya üzerinde sanki. Ama asıl mesele ne kadar birleşebiliriz olmalı. Ben bir olma, her şeyle ayni titreşme, her bir şeyle eşit olma hukuku üzerinden kuruyorum galiba tüm yapılarımı.

Sadelik, doğa, hatırası olan eşyalar, bitkiler, hayvanlar senin yaşamda oyun arkadaşların, sırdaşların gibi dolaşıyorlar yazdıklarının arasında. Böylesi bir hayatı keşfedene kadar yaşadığın hayat ile şimdiki hayat arasında nasıl farklar var?

Hatırladığım en eski vakitlerden beri bu böyle. Maddi bolluk içinde değil ama gani gani sevgi ve şefkat içinde büyüdük. Oyuncak alınmamasını dert etmezdik, onun yerine sopalar, dallar ve taşlarla kendimiz yaratırdık dünyamızı. Annem akşamları evde otururken, durup dururken, kendine kostümler uydurur, bıyık çizer, peruk takar, alt komşuya inip şaka yapardı. Biz de tabii peşinde gezerdik. Şimdi dönüp bakınca, bence muazzam bir şeymiş yaptığı. İnteraktif tiyatro! Üstelik doğaçlama. Gece gündüz sokakta, hep beraber, üreterek ve mutlu yaşamak isteği kalpten gelen bir şey bende. Gittiğim her yeri gül bahçesine çevirme arzusu, niyeti, annemden, çocukluğumdan ve belki hatta daha öncesinden miras. İçimde hep, hadi gülümse hissi asılı, neden bilmem. Daim olsun. Âmin olsun.

Peki seni bu sadeliğe ve doğallığa iten şey ne idi?

Hani bir laf vardır ya “Az çoktur” diye, o bence “Çok azdır” olmalı. Lüzumundan bir lokma fazla olan her şey içimi rahatsız ediyor. Konuşma, yeme, ilgi, eşya, kıyafet, yaşamın ta kendisi... Her şey... Kararında, kanaatkâr bir hayatta, çok büyük ve önemli bir sır da gizli esasında. Böyle olduğunda biliyorum ki dünya üzerinde tıpkı benim gibi kendi biricik ömrünü yaşayan bir başkasının, hiç görmediğim bir kardeşimin hakkını yemiyorum. İki tane ayakkabım varsa, bilmeliyim ki bir yerlerde birinin ayağı çıplak.

Kişisel günlüğünü adeta okurlarınla paylaşıyorsun, bu çok güzel bir şey çünkü pek çoğumuzun düşündüğü ama yapamadığı bir hayatı yaşıyorsun ve bize ilham oluyorsun. Bütün bunları yazmak senin için neden önemli?

Kelimeler, çilemizi ve arzumuzu birbirimize iletebilmemiz için geliştirdiğimiz pratik kodlar aslında. Yazarak, birisine ulaşmak muazzam ölçüde kıymetli bir şey. Bu yüzden yazıyorum. Hepimizin aynı olduğunu tekrar ve tekrar anlatmak için. Hal böyleyken bir yazar olarak kelimelere de değer verme konusunda da soğukkanlı ve hakkaniyetli davranma taraftarıyım. Bazen istediğiniz kadar konuşun anlatamazsınız, istediğiniz kadar yazın ulaşamazsınız. Çünkü Orhan Veli’nin dediği gibi kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlar var. Belirli bir anlam ifade etmeyen sesler çıkararak, iniltilerle, gözyaşıyla, beden diliyle, hatta telepatiyle de iletişebiliriz. Buna da işte gönül dili deriz. “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa...” Öyle geçersiz bir ifade ki... Bir kere insanı ‘konuşabildiği’ için hayvandan üstün gören bir zihniyet var orada. Ne münasebet! Nereden biliyoruz hayvanların ‘konuşamadığını’. Sen anlamıyorsun diye, senin gibi konuşmuyor diye iletişim biçimini aşağıladığın hayvan barış ve refah ve neşeyi senden çok daha incelikli bir biçimde tesis ediyor. Ayrıca koklaşarak anlaşmak kadar yüce bir şey olamaz! Büyülü! Gözlerim doluyor. Biz insan kokusuna, kendi türümüzün kokusuna tahammül edemeyen, kendi kokumuza yabancılaşmış hayvanlarız. Milyon çeşit parfüm ürettik bugüne kadar bastırmak için kokumuzu. Hayvanlar ne kadar güzeller, hala birbirlerini derin derin kokluyor, birbirlerini seviyorlar. Vahşi dünya da masum değil demesin kimse, kurt ancak açsa yer, yaşamak için, hayatta kalmak için, kimsenin kafasına bomba atmaz.

Her Şey Geçer, Elif Türkölmez, 232 syf., Çınar Yayınları, Eylül 2019.

Herkes bir gün şehrin dışında bir yere taşınmak ister ama yapamaz sence neden?

Biz, zamanı da yanlış anlamış canlılarız. Dün, bugün, gelecek diye ayrımlar var sanıyoruz. Oysa var olan tek an şu an. Başka zaman yok. Eğer geleceği lineer bir uzantı, ilerleyen bir şey gibi görmeyi bırakırsak, “Gelecekte şöyle yaşayacağım”, “On yıl sonra orada olacağım” demeyi de bırakırız. Şehirlere yığılmanın temel sebebi sermayenin bu merkezlerde toplanması. Üretim araçlarının, kendi yarattığı ihtiyaçlara yönelik üretim yapması. Yani mesela şöyle örnek vereyim: Migreninizi tetikleyen baca dumanını salan fabrikada migren ilacı üretiliyor...

Temel soru şu olmalı: Biz, insanlar olarak, ne üretiyoruz, bunları neden üretiyoruz, neye rağmen üretiyoruz? Her şeyi biz yaptık, sistemleri biz kurduk, her şeyi de değiştirebiliriz. Sadece satın alma alışkanlıklarımızı bile değiştirsek, büyük bir adım atmış oluruz.

Bu hayatta başa çıkamadığın en büyük şey neydi? Ve onunla baş etmeyi nasıl öğrendin?

Sevdiklerimi kaybetmekti galiba. Doğayı izleyerek, sevdiklerinin olmasının telaş, korku, endişe yaratacak bir şey değil mutluluk verecek bir şey olduğunu anladım. Köpeğimi kaybedeceğimi düşünüp üzülmek yerine varlığıyla sevinmenin daha anlamlı olduğuna aydım.

Her Şey Geçer’in içinde insanı hayata ikna eden pek çok şey var. Evet en büyük acılar geçiyorlar, sonra bize nasıl geçtiklerini düşünmek kalıyor. Her şeyin geçtiğine ne zaman, nasıl ikna oldun?

Kompost yaparken. Ciddi söylüyorum. Toprağın içine attığım elma çöpü baktım ki birkaç gün sonra orada değil, en azından attığım formda orada değil. İçim ferahladı. Her şey elbette geçecekti. Aksi çok sıkıcı olur ve bize, dünyaya pahalıya patlardı.

Bunca şeyin içerisinde sen bağımlılık olarak tabir ettiğimiz insandan da kendini azade etmiş vaziyettesin. Yalnızsın ama bununla mesutsun. Yalnızlık sana ne kazandırdı?

Aslında yalnız değilim. Eşim, köpeğim, beraber mutlu sofralara oturduğumuz birbirinden güzel, akıllı, komik arkadaşlarımız, her şeyi bölüştüğümüz, topluluk olma bilinciyle, dayanışma içinde, bir arada olduğumuz dostlarımız, ailem, eşimin ailesi, akrabalarımız, yeni insanlar... O kadar birlik beraberlik içindeyiz ki... Buna yalnızlık denilemez. Eh, ben ha bire Ginger’ı kapıp yürümeye gittiğim ve çoğunlukla ormanın sessizliğinde yazdığım için öyle görünüyor farkındayım. Ama asla yalnız değilim. Kimseye de yalnızlaşmayı ve yalnızlaştırmayı tavsiye etmem. Birbirimize destek olmalıyız. Birbirimize çorbalar pişirmeliyiz. Mesela balkabağı çorbası, şimdi tam zamanı.

Kitabın içinde bol bol bahsi geçen büyüklerin, ailen var. Yaşadığın kayıplar var. Hayatla bağlarının sıkı sıkıya değil örümcek ağı misali sürekli yeniden öre öre kurduğunu görüyorum ben yazdıklarından. Bu bağ, bu mesafe ve bu sadelik içerisinde en çok neyi ya da neleri özlüyorsun?

Bu soruya, birkaç yıl evvel olsa çocukluğum derdim. Ama artık o bile değişti, geçti. Hiçbir şeyi özlemiyorum. Her şeyin bir vakti, zamanı, yeri, oluru var. Dün öyleydi bugün böyle. Bu yıl kışlık domates bile hazırlamadım. Çok lüzumsuz bir ittirme gibi geldi. Kışın da domates yemeyivereyim. Ne varsa onu yiyeyim. Ve inan bana, domatesi, hiç özlemeyeyim! Çünkü özlemek şimdiyi gücendirmekten başka bir şey değil. Ve nasıl beyhude.

Peki bize yani büyükşehirlerde durmadan koşturan, bilgisayar ve telefon ekranlarında zamanı çürüten insanlara son olarak diyeceğin ne var?

Kendinize çok iyi bakın, kendinizi öpüp koklayın, zerdeçal çayı için, hasta olmayın, çok daralırsanız derin nefesler alın, nefeste nefesten fazlası var, bulutlara bakın, umutlu olun ama umudun gelecekle değil, şimdiyle ilgili bir şey olduğunu, kalpten, bilin. Durun, dinleyin, ‘hadi gülümse’yin!