“Okuması yok ama yazının kurdudur.” Ben çocukken çevremdeki büyükler arasında “cahil” buldukları kişileri alaya almak için sık kullanılan bir söz oyunuydu bu. Onların çocukluk ve gençlik yaşlarına tekabül eden, okullaşmanın yaygınlaşmaya başladığı, en azından okuma-yazma öğrenmenin neredeyse bir zorunluluk, modern hayata uyum sağlamanın ilk adımı haline geldiği dönemlerde hâlâ hayatını idame ettirecek, kamusal yaşama katılacak kadar okuyup yazamayanları eleştiren, dışlayan, biraz elitist bir tavırdı. Okuyamayan kişinin yazı pratiğinde usta olduğu şeklindeki absürd ima ise küçümsemenin dozunu arttırıyordu. Yazı aynı zamanda düzlük, ova anlamına gelen bir coğrafi terim olduğundan, yazının kurdu, “it, kopuk, işsiz güçsüz, serseri” anlamında kullanılıyor, küçümseme ve alaydan kriminalize etmeye doğru yol alınıyordu.
Hem herkesin okuma-yazma bilmemesi, hem yazmanın gerektirdiği ekipmana sahip olmanın herkesin harcı olmaması, hem de iki lafı bir araya getirmenin bir yetenek olması sebebiyle arzuhalcilik, katiplik, daktiloluk, sekreterlik, yazmanlık gibi meslekler çok uzun süre muteber oldu. Daktilografi kursları, o zamanlar “daktilo kız” denilen ve Yeşilçam filmleri, reklamlar, edebiyat ve popüler müzik aracılığıyla erotize edilen sekreterlerin yetişmesini sağlıyordu. Kamusal alana çıkmanın, meslek sahibi olmanın ve karma sosyalliklerin hâkim olduğu ortamlarda çalışmanın kadınlar için hâlâ yakışıksız bulunduğu bir kültürde, kadınlara uygun görülen ilk mesleklerden biriydi sekreterlik/daktiloluk. Sekreter-patron/amir ilişkisinde yazı dikte ettirme zorunluluğundan kaynaklanan bedensel yakınlığın romantik ve erotik bir ilişkiyi akla getirmesi adeta kaçınılmazdı. “Daktilo, daktilo/cilveli daktilo” şarkısı dillerde dolaşırdı. Dikte eden ve ettiren, okuyan ve okutan arasındaki yakınlığa daha çok romantik ve düşünsel bir akış atfedilen bir ilişki türü de, fiziksel bir engeli bulunan veya yaşlılığın izlerini bedeninde taşıyan çoğunlukla erkek bir yazarla/düşünürle şahsi sekreteri olan çoğunlukla genç bir kadın arasındaki olurdu. Yine sinemaya, edebiyata konu teşkil eden bu tür ilişkilerin en bilinen örneği Borges ile sonradan eşi olacak Maria Kodama arasındakidir sanırım. Gözleri iyice görmez olduktan sonra kızının eşliğinde düşünsel ve yazınsal faaliyetlerini sürdüren Cemil Meriç’i de anmadan geçmeyelim.
***
Çocukları kız-oğlan demeden okutmanın çoktandır yerleşik bir kural olduğu, Cumhuriyet geleneğine bağlı aile ve sosyal çevremde, okuma-yazma dahi bilmeyen, öğrenme imkânı bulamayan veya okul bilgisine sırt çeviren kesim “cahil” olarak nitelenirdi. Kronik beka sendromunun laik kesimdeki tezahürü olan irtica tehdidinin “cahiller”le alttan alta varlığını koruyor olduğu düşünülürdü. Okullaşmanın artması ve okuma-yazma kurslarının yaygınlaşması, hatta devlet televizyonunda okuma-yazma öğreten bir programın yayınlanmasıyla okur-yazar olmayanların sayısı giderek azalıyordu. Artık arzuhalcilerin resmî dairelerin önlerine attıkları masalarda, antika daktilolarda yazdıkları dilekçelerin talipleri ve imza atmak yerine parmak basanların sayıları azalmışsa da, yaşayan en eski kuşak hâlâ mektup, dilekçe vb. yazdırmak, yolun başında beliren otobüsün güzergahını öğrenmek, adres bulmak vb. konusunda yardıma ihtiyaç duyuyordu.
İşte bu sebepten okuma-yazmayı öğrenmemle birlikte, kendimi okuma-yazma bilmeyen bu kuşaktan kadınların kucağında buldum. Kimi askerdeki, hapisteki, gurbetteki çocuklarına, kocalarına, kardeşlerine mektup yazdırmak, onlardan gelenleri okutmak, kimi dul maaşı bağlatmak, kimisi de mahkemeye başvurmak, vergi borcu ödemek, elektrik-su bağlatmak için nazlarını çekecek, ellerinde büyümüş birisinden medet umuyorlardı. Onlarla yaptığımız uzun mesailerden hafızamda kalanlar özlemler, ahlar, beddualar, küfürler, hayaller/sükût-u hayaller, hevesler, beklentilerdi. Resmî makamlara yazılan dilekçeler ise birer hak arayışı vesikası değildiler, çoğunlukla yakarış ve teslimiyet tınısı taşırlardı. Bana resmiyetten uzak, acıma hissini harekete geçirecek, mağduriyeti köpürten satırlar yazdırmak isterler, itiraz edince bozulurlardı. Bazen dedikodu mahiyetindeki enformasyonu, bazen de muhatabını veya onun yakını olan bir başkasını karalayıcı ifadeleri yazıp yazmamakta, okuyup okumamakta tereddüt ederdim. O tereddüt, dikte eden veya dinleyen tarafından hemen fark edilirdi. Adeta memur edildiğiniz bu vazifede, yüzünüzden geçen bir gölge, bir duraklama anı, hafif bir itiraz jestiniz, memur eden tarafından sitemli veya öfkeli bir tavırla savuşturulurdu. Biraz daha uyanık olsanız önleyebileceğiniz aile facialarını, yıllar sürecek küslükleri, ayrılıkları önleyememenin vicdan azabını taşırdınız.
Öte yandan, bırakın mektubu, bir dilekçe bile otobiyografik bir anlatıya dönüşürdü bu kadınlarla birlikteyken. Çocuk aklımla ve sonraki yıllarda ergen pervasızlığımla ölüme yakın ve cinsiyetsiz gibi algıladığım, birer birey olarak değil de, birinin annesi/teyzesi/ablası/yengesi olarak gördüğüm bu kadınlar bana yazdırdıkları ve okuttukları satırlarda türlü rol ve kimliğe bürünür, çocuklaşır veya gençleşir, âşık olur, arzu duyar, aldatılır, kendilerini yalnız veya güvende hissederlerdi. Zihinlerindeki otorite figürlerini, korkularını, cesaret abidesi kesildikleri durumları, travmalarını, cinselliğe bakışlarını ve benzeri birçok duygu durumunu, ruh halini, dünya görüşlerini, yazdırmak için seçtikleri veya dinlerken kulak kesildikleri kelimelerden, verdikleri örneklerden, mimik ve jestlerinden takip etmek mümkündü. Mektuba yazayım diye bir türkü mırıldanır, olağanüstü bir yaratıcılıkla doğadan, nakış motiflerinden, tatlılardan ödünç aldıkları türlü benzetmelerle sevdiklerine güzelleme yaparlar, sevmediklerine ise doğal afetlere, zehirli otlara göndermelerle akla gelmedik beddualar savururlardı. Mektuplarına karşılık geldiğinde, dilekçelerine olumlu yanıt aldıklarında bana küçük hediyeler alır, güzel yemekler yapar, sarılıp öperlerdi. Onlar için hayatı kolaylaştıran, mürekkep yalamış bir dert ortağıydım ben. Bu kadim halet-i ruhiyenin izini türkülerden, şarkılardan sürmek de mümkün: “Kul olayım kalem tutan ellere/Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle/Şekerler ezeyim şirin dillere/Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle.”
Bana dikte ettirilen veya yüksek sesle okuyup dillendirdiğim metinlerde duygular, düşünceler, taleplerle iki tarafın da mahremine sızmış olurdum. Hele ki mektuplarda… O yaşlarda değil ama “dile gelmek” üzerine düşündüğüm sonraki yıllarda, okumayı ve yazmayı bilmenin ötesinde eli kalem tutmanın ayrı bir yetenek ve cesaret gerektirdiğini anladım. En çok da kadınlar için. Sözünü başkasına emanet etmeden bir mahremiyet çemberi çizmekte, kendiliği inşa etmekte, benliği temsil etmekte ve dünyada kendine bir yer açmakta yazarak kendini ifade etmek paha biçilmez bir yapabilirlik, değiştirebilirlik haliydi. Birçok kültürde ve bizim kültürümüzde de istisnaiydi aynı zamanda. Kendini ifade etmenin sağaltıcı ve güçlendirici yanını ve bireysel hikayelerin o büyük tarih anlatısında açtığı gediklerin önemini keşfedince başladım sözlü tarih görüşmeleri yapmaya. Eli kalem tutmayanlara ve başka bir yoldan kendini ifade edemeyenlere aracı olayım istedim. Benim hikayem onlarınkine dolansın, birbirimizi dinleyelim, anlayalım diye uğraştım. Bunun için gerekli motivasyonu, çocuk ve gençken yazdığım ve okuduğum mektuplardan, dilekçelerden edindim.