Yirminci yüzyılın bana göre köşetaşı İngiliz şairlerinden Philip Larkin “Manzara” adlı şiirinde “Elli’den manzara çok güzeldir / Yahut tecrübeli tırmanıcılar öyle derler” diye yazar. Oysa kendi dönüp ardına baktığında, tarlalar, karlı dağ tepeleri göreceği yerde, manzaranın hemen ayaklarının dibinde kaybolduğunu anlatır. Adeta dehşetle haykırırcasına “manzara yok ki” dedikten sonra hayatından geriye ne kaldığını sorgular ve geriye kalanın koyu bir karanlıktan ibaret olduğunu teslim eder.
Larkin’in bu güzel şiirinin çevirisi muhtemelen, bana göre kendi de sıkı şairlerimizden olan, Şavkar Altınel tarafından yapılmıştır. Ancak epeydir düzgün bir kitaplığım yok, dolayısıyla kitabı arayamıyorum, kendi uyduruk tercümemin ise anlamı çok bozmadığını umarım. Neredeyse tüm ömrünü iç bunaltıcı Hull kasabasında üniversitenin kütüphane müdürü olarak geçirmişti Larkin. Hull için İngilizler “hell” de dermiş, “cehennem” anlamında.
Oysa daha sonra yapılan biyografik araştırmalarda, bunalımlı şiirlerinin aksine, Larkin’in kırmadığı ceviz kalmadığı ortaya çıkmıştı. Çoğunlukla, iki hatta üç sevgilisini aynı anda idare edermiş meğer rahmetli. Firenklerin dediği gibi, “kazciğeri sevmek, kazı seveceğiniz anlamına gelmez” demeli belki. Belki yerli ve milli deyişe sığınarak, “hasbelkader muhterem imam yestehlenecek olsa, cemaat tövbe ne yapmaz ki” diye sorgulanabilir de.
Musa Eroğlu’nun dinleyenin ciğerine işleyecek biçimde yorumladığı Yolun Sonu Görünüyor’da ise şair Dursun Ali Akınet “Geçtim dünya üzerinden / Ömür bir nefes derinden / Bak feleğin çemberinden / Yolun sonu görünüyor” diye mıhlamış duvara gerçeği. Özdeğerlerimizden büyük halk ozanı Aşık Mahzuni Şerif ise “Ölüm bizim için tozlu yol olur” diye yazmış. Uzun girizgâh yaptım, bu pazar sizlere yoldan, varmaktan değil yolda olmaktan, yol ayrımlarından söz edecektim.
Şimdi anlatacaklarımı laboratuvar koşullarında yapılmış bir deney gibi canlandırın lütfen gözünüzde. Varsayalım tek başınıza bir çölden geçiyorsunuz tabana kuvvet. Yanınızda belirli bir uzaklık için yetecek kadar su var. Ve bir yol ayrımına geliyorsunuz. Bildiğiniz iki yoldan birinde çeşme olduğu. Ama hangisinde, onu bilmiyorsunuz. Öyleyse seçeneğiniz tamamen yüzde elli başarı olasılığı olan bir temelsiz tahmine dayanacak.
Diyelim tutturuyorsunuz sol taraftan. Belirli bir uzaklık kat ettikten sonra orada çeşme olmadığının bilincine varıyorsunuz. Dönüp yol ayrımına dek geri yürümek ve diğer seçenek, yani sağ taraftan gitmek için ise artık çok geç. Her hal ve kârda ölüm kaçınılmaz son. Bu durumda olduğunuz yerde durmakla, ilerlemek arasında ne fark kalıyor? Hiç. Bununla birlikte, çoğumuz hatta hepimiz belki, ileri doğru yürümeye devam ediyoruz.
Neden? Varoluşçuluk tarikatı şeyhlerinden cennetmekân Albert Camus gavs hazretlerine danışsak, “Sisifos’u mutlu tahayyül etmeli şekerim” diye cevap verirdi muhtemelen. Bana sorarsanız, “anlamı bulamayacağımızı bilsek de, absürdü sürdürmek zorunda olduğumuz için” derim. Absürdü sürdürmek; tüketmek, bitirmek umudu olmasa da sürdürmek. Özetle, oyuna devam.
On bir yaşındaki kızım Alaz’a da hep “aslolan oyunun içinde kalmaktır” diye öğütlüyorum. Ben onun yaşındayken minyatür kale maç ederdik işte kendi aramızda. Ne zaman oynadığım takım farklı yenik duruma düşse ve oyun süresi tükenmeye yüz tutmuş olsa, ellerini bellerine koyanlar, oyuna küsenler olurdu. Çok öfkelendirirdi bu durum beni. Hele gereksiz çalıma girip, “ne yapıyorsun” diye sorduğumda, “bari zevkimizi alalım dedik” diyenler, ayakiçi plaseyle mutlak gol şansını heba edenler. “Vur şu topa kardeşim” diye çıkışırdım, “vur gitsin.” Çünkü zevk, makine gibi, adeta “gülen bir saat gibi*” işleyen bir takım oyunundan aldığımdı benim için.
Validelerimizin liginde, al gülüm ver gülüm, gol şansı bol gelir malum. Şampiyonlar ligindeyse, doksan dakika boyunca, belki bir yahut bilemedin iki-üç gol pozisyonuna girersiniz. O topla buluştuğunuz anda ya atacaksınız, ya top direkte patlayacak, ya kaleci kurtaracak, ya çerçeveyi bulacak en azından. Doğru yerde, doğru zamanda bulunmak için doksan dakika boğuşacaksınız, top geldiğinde vurabilmek için o gereken vücut diriliğini idmanlardaki çalışmanızla edinmiş de olacaksınız. Doğru, gerisi Allah vergisi.
İlahi Maradona’nın vücuduna baktığımızda, “bu adamda tam ideal futbolcu tipi var” diyebilir miyiz? Haşa! Oysa o Maradona, İngiltere’ye neredeyse tüm rakip takımı ipe dizip ünlü ikinci golünü attığında maçı anlatan Arjantinli spiker Hugo Morales ağlıyor ve “sana şükürler olsun Tanrım” diyordu, “Maradona için, futbol için, bu gözyaşları için…” İşte o anlar için yaşıyoruz belki; müzelerde gördüğümüz sanat eserleri, okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz senfoniler, izlediğimiz filmler, tiyatro oyunları ve bunun gibi “tanrısal performanslar” ve sevdiklerimiz için.
Ama kendimize “büyük düşüneceğim: Ya Maradona olacağım, ya topa ayağımı hiç sürmeyeceğim” diye bir hedef koymak da anlamsız olurdu, öyle değil mi? Bizim de halı sahalarda, mahalle aralarında attığımız nice güzel goller vardır kim bilir. Nitekim anıt şairlerimizden Behçet Necatigil “Gizli bahçenizde / Açan çiçekler vardı / Gecelerde ve yalnız / Vermeye az buldunuz / Yahut vaktiniz olmadı” diye hayıflanır. Bir başka şiirindeyse, “Çok kavunlar yenmiştir çok beyaz peynirler / Çok içkiler içilmiş / Çok utançlar geçilmiştir” diye betimlemeye girişir Larkin’i anıştıran kendi kalıtını.
Uzattığımın farkındayım, bitiriyorum: Cem Karaca “bir çiviyi çakar gibi / vura vura günlere” diye giriyor, “işte geldik gidiyoruz / bilinmez bir diyara” diye sürdürüp, “yaşamadan günümüzü / deli gibi kutluyoruz yılbaşı doğum günümüzü” diye hayret ediyor**. Ne diyeyim? “Fazla da şey etmemek lazım” demek belki de en anlamlısı olacak. Ama sevgili Hürrem Sönmez’e bir itirazım var: İnsan olmak öyle pek kendiliğinden öğrenilemiyor korkarım. Ve çoğunluğumuzun kalıtı, anıt değil yalnızca katı atık oluyor.
*Nat Hentoff, Count Basie Orkestrası’nı böyle tanımlıyordu: “A clock that laughs…”
**Güfte kime ait tam emin olamadım, okurlarımın bu eksikliği bağışlamasını dilerim.