Elmas Eren. Elmas anne. Gözlerinden yeşil bir ışık yayılırdı. İçindeki acıyı ve merhameti, onuru ve direnci yayardı gözleri.
Zulmet, ışığın ve aydınlığın olmamasıdır. Nurun ve ziyanın. Zalim, nuru ve ziyayı yok edendir. Zulüm, karanlıktır. 12 Eylül gibi. Generaller 12 Eylül’de yönetime silah zoruyla el koyduklarında ülkenin üzerine bir kara perde çekildi. Karanlık lazımdı. İşkence için. Cinayet için. Bir hedefi vardı işkencelerin, cinayetlerin: Ülke, bugünlerdeki sahiplerine teslim edilecekti.
Adaletin, ahlakın, erdemin, onurun, hakkın, sağlığın, eğitimin, hasılı, maddi ve manevi değerler toplamının küresel neo-liberal egemenlerin iştahına teslim edilmesi harekatıydı. Direnenler yok edilecekti. Direnişe yol açan moral değerler yozlaştırılacak, ahlak, erdem, onur yerini güce ve çıkara iman etmiş kişilerin kirli çıkılarının sarılacağı kaba, lümpen mügalatalarına bırakılacaktı.
BİR İŞÇİ AİLESİ
İşçiydi. Cibali Tekel fabrikasında. Yeşil gözlü, beyaz tenli, boylu poslu bir Çerkez güzeli. Elmas. Gözlerinin ışığı, yüzünün nuru elmastandı. Bir başka işçiyle evliydi. Çerkez delikanlısı Kemalettin Eren ile. Gerçek bir delikanlıydı Kemalettin amca. Elmas hanıma laf atıldığını duyduğunda bir sokağı birbirine katmıştı. Küçük oğlu 14 yaşında gözaltına alındığında, “Bir çocuk mu yıkacak lan devletinizi. S..erim devletinizi” diye karakolu alt üst etmişti.
Dört çocukları oldu. Cemile. Hayrettin. İkbal. Faruk. Hayrettin üniversiteye gittiğinde Türkiye’de sol rüzgarlar esiyordu. Böyle gelmiş böyle gider ülkesinde ancak bu böyle gitmez şarkıları yükselmeye başlamıştı. Köyler kentlere akıyor, toprak insanları şehir insanlarına dönüşüyordu. İşçiler, dönüşen ülkede işçi sınıfı lehine bir gelecek imkanı için örgütleniyordu. 1960’larda esen sert rüzgarlar, 1970’lerde fırtınaya dönüşmüştü.
SİYASAL MÜCADELE YILLARI
Hayrettin, dönemin şöhretli liselerinden Pertevniyal öğrencisiydi. 1954 doğumluydu. Üniversiteye girdi. Hayrettin bir başka gelecek imkanına inanan kuşağın insanı olarak siyasal mücadeleye atılmıştı.
Yine 1960’larda başlayan işçi örgütlenmeleri ve işçi hareketleri hızla güçleniyordu. Ülke “sol” ve “sağ” rumuzları altında siyasal bir kutuplaşmaya doğru gidiyor, NATO sopası altında ülkeyi yerli ve küresel piyasacıların insafına bırakmak isteyen güçlerle buna direnen, başka bir gelecek imkanına inanmış güçler yaka yakaya geliyordu. Hayrettin, Dev-Genç’liydi. Devrimci gruplar içinde örgütlüydü. Devrimci-sol militandı. Generaller, “sivil” politikalarla yükselen neo-liberal iştaha gıda yetiştirilemeyeceğini anlayınca “vaziyete el koydu.” Sol-sosyalist-devrimci gruplar, işçi örgütlenmeleri, işçi-emekçi ile dayanışma içindeki kişi, grup ve kuruluşlar doğal hedefti. En çok direnen en çok kaybeden olacaktı. Yok etmeye kararlıydılar. Ülke açık cezaevine dönmüştü. Cezaevleri, nezarethaneler imha merkezleri olmuştu.
'BİZ DE ARIYORUZ'
Hayrettin, 21 Kasım 1980’de gözaltına alındı. Bir daha bırakılmadı. Elmas Eren, o günden başlayarak oğlunun peşine düştü. Polis, savcı, asker, parlamento, hükümet üyeleri, MGK, bütün kurum ve kuruluşların yakasındaydı. Alay ettiler. Dövdüler. Kovdular. İsteğine cevap vermediler. “Oğlumu arıyorum” dediğinde, “Biz de arıyoruz” dediler.
Karanlık işe yarıyordu. Zulüm. Elmas Eren ve çocukları, 12 Eylül sonrasının en direngen, en mücadeleci sivil hak arama örgütü TAYAD’ın da, sonradan kurulan İHD’nin de ön saflardaki hak arayıcılarıydı. 2011 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşen kayıp yakınları heyetinin içindeydi. “Cumartesi Anneleri kullanılıyor” lafının manasını sordu. “Çiçeklerle donatacağım bir mezar arıyorum” sözünü ona da söyledi. Hasköy ve Kasımpaşa iç içeydi, aynı muhitin çocukları olduğunu hatırlattı başbakana. Aynı cephede olmasalar da tanışıyor olabilirlerdi, örneğin birlikte top oynamış olabilirlerdi. Oğlunun bulunması, yani akıbetinin öğrenilmesi, çiçek koyacağı mezar yerinin gösterilmesi için söz istedi, her şey yapılacaktı. Hiçbir şey yapılmadı. Yok edilmesi gereken yok edilmiş, başbakan olması gereken başbakan olmuştu, ne yapılabilirdi ki?
Elmas Eren’in yüzündeki çizgiler, Türkiye’nin 1960 sonrası siyasi ve hukuki serüveninin yazısıdır. Ticari şehvete karşı emeğin geri itilişinin yazısı. Yıkıcı rekabete karşı dayanışmanın küçümsenen yazısı. Üstün güçlere imana karşı hakka inancın burun kıvrılan yazısı.
Dini bütündü. Kuranı siyasal mızraklarına takarak yol yürüyenlerin anlayamayacağı kadar dini bütün. Okudu, okuttu.
Elmas Eren’in ölümü, 50 yıllık Türkiye tarihi içinde yok edilen ve edilmek istenen her şeyin ölümüdür biraz: Hakkını isteme. Adaleti arama. Zulme direnme. Dayanışmayı öne çıkarma. Onurundan vazgeçmeme.
TEMELE GÖMÜLEN CANLAR
Hayrettin öldürüldüğünde, yenilgi söz konusuydu. Sol-sosyalist hareketler, sendikalar, işçiden yana kişi, grup ve örgütler yenilmişti. Kayıplar ve onların akıbetlerinin aydınlatılmaması, siyasal bir kanadın yenilmesinden öte bir değişim demek: Adaletin hiçe sayılması. Ahlakın çökertilmesi. Onurun unutulması. Direncin yok olması. Bugünkü Türkiye’nin temellerinin altındaki canlardan biridir Hayrettin. Hayri abi. Bir daha ne işçi çocuklarından ne de başkalarından egemen güçlere karşı bir itirazın gelmemesi için toplumun toptan dönüştürülmesi operasyonunun zevkle işlediği cinayetlerden. Bugün bakanlara kendini beğendirmeye çalışan işçi düşmanı sendika başkanları o dönüşümün çocukları. Dini bütün numarasıyla haksız kazancına kazanç katma dışında hiçbir ahlakı olmayan güruh o dönüşümün ürünü.
Elmas annenin yüzündeki yazı bu değişim-dönüşüm öyküsünün yazısıydı.
Berrak yeşil gözleri, kalbindeki elmasın ışığı. Zulmün, karanlığın içinde 39 yıl boyunca dirençle baktı herkesin gözüne. Ben oğlumu kaybettim, siz insanlığınızı kaybetmeyin, dedi. Onun oğlu bulunamadı, kalanlar insanlığı bulur mu bilmem.
İnandığı Hakk’ına kavuştu dün. Yattığı yer incinmesin. Mekanı cennet olsun.