Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz: İktidara yaranma arayışında subaylar göreceksiniz
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, 15 Temmuz sonrası özellikle silahlı kuvvetlerin örgütlenmesine yönelik tedbirlerin orduyu siyasallaştırma riski taşıdığını söyleyerek, “Şimdi tamamen siyasal iktidara yaranma arayışında subaylar göreceksiniz. Bu çok tehlikeli bir noktaya getirir işi” diyor.
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni en yakından tanıyan isimlerden biri. Bugün bir kısmı tutuklu ya da firari olan hâkim ve savcılar tarafından yürütülen Balyoz soruşturması kapsamında tutuklanan subaylardan biriydi. 3 buçuk yıl hapiste tutuldu, 18 yıl ceza aldı ve sonunda beraat etti. Ahmet Yavuz’un Vesayet Savaşları isimli son kitabı geçtiğimiz ay Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayınlandı. Bundan birkaç sene önce ‘darbe planlamakla’ suçlanan ve askeri kariyeri sona erdirilen Yavuz, bu kitapta, askeri vesayet kavramını, bir dönem kendi tutukluluğuna da neden olan “askeri vesayetle mücadele” adıyla yürütülen süreci ve bunların sonuçlarını tartışıyor. 28 Şubat süreci, 15 Temmuz darbe girişimi gibi Türkiye’nin yakın tarihinde iz bırakmış olayları analiz ediyor ve çarpıcı sonuçlara ulaşıyor. Bir vesayetin ortadan kaldırılması için girişildiği söylenen sürecin sonunda bir başka vesayetin inşa edilmesine dikkat çekiyor. Özellikle 15 Temmuz sonrası yaşanan gelişmeleri, siyasal iktidarla ordu arasındaki ilişkilerin seyrini ve olası sonuçlarını anlamak isteyenler için çok ilgi çekici veriler ve fikirler barındıran Vesayet Savaşları’nın yazarı Ahmet Yavuz’la, kitabı ekseninde tüm bu konuları konuştuk.
Vesayet Savaşları kitabınızda ilginç bir teziniz var: Askeri vesayet olarak adlandırılan ve sizin de bazı itiraz şerhleriyle varlığını kabul ettiğiniz bir sürecin sona erdiğini ama bunun yerine demokrasinin gelmediğini, bilakis 15 Temmuz’da acı sonuçlarını yaşadığımız bir zaafın ortaya çıktığını söylüyorsunuz… Bir bakıma, ‘askeri vesayetin kaldırılması’ denen sürecin sonunda 15 Temmuz’daki kalkışmaya olanak yaratan bir ortamın oluştuğunu vurguluyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Askeri vesayetle ilgili kitapta ana fikir olarak söylediğim şey şu: Tamam bir askeri vesayet vardı; bu zaman zaman demokrasinin gelişmesinin önünde engel de oldu; ancak vesayet kalkınca demokrasi gelecek tezini ileri sürenler, yaşadığımız olaylardan sonra açıkça görüldü ki yanıldılar. Ve şunu söylemek bugün mümkün hale geldi: Askeri vesayetin ortadan kaldırılması denen şeyin sonunda Türkiye daha büyük sorunlarla karşı karşıya kaldı…
Bunu esasen üç olay üzerinden açıklamaya çalıştım. Birincisi açılım süreci, ikincisi Suriye ve üçüncüsü 15 Temmuz darbe girişimi. Darbe öncesi yaşanan devrede, Silahlı kuvvetlerin genetiğiyle oynandı, itibarsızlaştırıldı, kendi faaliyet alanında başarısız ve başka işlerle meşgul bir ordu görüntüsü çizildi. Kirli bir şekilde kurulan tertip davalara konu edildi. Ve öyle bir noktaya gelindi ki askerin bizzat kendi konusuyla ilgili görüşlerinin bile iktidara yansıtılamadığı, belki yansıtılsa bile bunun kabul görmediği, dikkate alınmadığı bir ortam oluştu.
Askeri vesayetle mücadele adı altında yürütülen süreç sadece ordunun hedef alındığı bir süreç de olmadı. Başta yargı olmak üzere, medya, sivil toplum gibi siyasi iktidarı denetleme ve kontrol mekanizmaları da aynı kapsamda tahrip edildi ve sindirildi. Bu, iktidarın ülke meselelerini, bir anlamda kontrolsüz, denetimsiz, keyfiyetçi bir yaklaşımla ele alma alışkanlığını geliştirdi. Bunun da bedeli ağır oldu… Demokrasiye ulaşmak bir yana demokrasiden hızla uzaklaşıldığını, hatta darbeye sahne yaratıldığını söylüyorum.
Bu dönemlerden biri için ‘diğerinden daha iyi’ denebilir mi?
Bunları söylerken amacım ülkenin vesayetçi bir yaklaşımla yönetilmesi değil. Aksine ülkenin tamamen vesayetsiz bir yaklaşımla, demokrasiyle yönetilmesi… Bunun için de anayasaya, hukuka, yasalara saygılı olmak, onun içinde kalmak gerekiyor. Yani bir iktidar hukukun içinde kaldığı zaman silahlı kuvvetler bir konu hakkında ‘böyle yapamazsın’ derse, bu vesayetçi bir yaklaşım olur ve bunu kabul edemeyiz. Hiç kimse de kabul etmemeli. Ama siyasi iktidar yasaların dışına çıkıyorsa, kendilerine emanet edilen ve yasalar çerçevesinde düzgün işletmesi gereken devleti bu şekilde işletmiyorsa, buna askerlerin değil tüm vatandaşların karşı koyması gerekir –ki bunun adı da vesayetçilik değildir.
'2007'DEN SONRA AK PARTİ TÜRKİYE'NİN SORUNLARINI BÜYÜTTÜ'
Bugünkü iktidarın ilk dönemlerinde temel demokratik kriterlerde gelişme olduğu yönünde, hem yurt içinde hem de dışında çok yaygın bir kanaat var.
Önce şunu ifade edeyim: Ben 2007’ye kadar, AK Parti’nin görece başarılı bir süreç yönettiğini ve ülkede çok daha uygun bir demokrasi vasatı oluştuğunu kabul ediyorum. Bunu kitapta da belirttim. İktidara geldiği 2002 sonundan 2007’ye gelindiğinde AK Parti toplumun bütün katmanlarından çok fazla eleştiri alacak bir durumda değildi. Bu kadroların geçmişlerine ilişkin kaygılar vardı ama olanlara baktığınızda çok eleştirel bakılabilecek bir yan bulunamayabilirdi. Ama 2007’den sonra, özellikle de 2010 referandumu ve 2011 seçimlerinden sonra askeri vesayeti hedef alma adı altında orduyu itibarsızlaştırmayı, kurumları zayıflatmayı amaçlayan bir tutum içerisine girdi. Bu dönemde her ne kadar yüksek oy almış olsa da etkinlik açısından oldukça geriye gitti. Yanlışlarıyla Türkiye’nin sorunlarını büyüttü.
Ben bir yandan da şöyle bir şey anlıyorum sizin kitabınızdan: Evet bir sıkıntı vardı, ama bu sıkıntının çözümü adı altında yapılan şeyler esasen başka bir şeyi amaçlıyordu, dolayısıyla da var olan sorun çözülmedi, aksine biçim değiştirerek büyüdü...
Evet, askeri vesayeti kaldırdılar, başka bir vesayet inşa ettiler. Önce bir FETÖ vesayeti geldi; yargıda gördük bunu, çeşitli devlet kurumlarında gördük... Arkasından da siyasi iktidarın vesayeti geldi. Neden? Çünkü anayasa ve yasalar çerçevesinde hareket etmek yerine keyfiyetçi bir tutum takındı siyasi iktidar. Ve ne tehditleri zamanında ve doğru değerlendirebildi ne de ülkenin önemli sorunlarında olumlu adımlar atarak bu sorunların hafiflemesini sağladı.
Türkiye enerjisini, ordusunu itibarsızlaştırmak ve devletini ele geçirmeye çalışan ekiplere zemin hazırlamak yerine, sorunlarının gerçek çözümü için samimi arayışlara ayırsaydı; yakın dönemde yaşadığı sorunlar olmazdı. Ne ‘açılım’ ardından hendek savaşları olacaktı, ne Suriye’deki savaşın doğurduğu problemlere bugün tanıklık edecektik, ne de FETÖ bu kadar palazlanıp darbeye kalkışabilecekti.
'DARBEYİ ÜLKEYİ İYİ YÖNETMEK ÖNLER'
15 Temmuz sonrası, silahlı kuvvetleri de yakından ilgilendiren bir dizi tedbir alındı. Askeri bürokrasinin denetimi konusunda, askeri liselerin kapatılması, askeri hastanelerin sağlık bakanlığına bağlanması konusunda birçok adım atıldı. Kitapta değiniyorsunuz ama burada da sormak istiyorum: Bu tedbirler olası bir darbeyi önlemek açısından da etkili ve işlevli tedbirler midir?
Bu tedbirler darbeyi önlemez. Yeni sorunlar üretir. Darbeyi önleyecek olan din-devlet; asker-siyaset ilişkilerini doğru düzenlemek ve ülkeyi iyi yönetmekten geçer.
Sorduğunuz diğer konulara gelince…
Bakın askeri sağlık sistemi başlı başına ayrı bir konudur. Askeri hastanelerin bir bölümü sivilleştirilebilirdi. Ama örneğin İstanbul ve Ankara’daki GATA’lar askeri sağlık personeli yetiştiriyordu. ‘Kapasite kullanılmıyor, hastaneler atıl duruyor’ gibi gerekçeler üretildi o dönem. Bunun çözümü de çok basitti: Açardınız sivillere hastaneleri. Bir dakikalık bir işti bu. Bakın onca noktada asker zehirlenmeleri oldu. Bu konudan bağımsız olduğunu düşünmüyorum o zehirlenmelerin. Sonra askeri liseleri kapatıyorsunuz, gerekçe ‘darbeci üretiyor’… Aynı esnada da imam hatipler ortaokul seviyesine indiriliyor. İyi ama görevden attığınız o binlerce yargıç ve savcının önemli bir kısmı imam hatip mezunuydu… Diyanet’ten attığınız 3 bin adam imam hatipten değil miydi? Diğer yandan darbeye direnen 1. Ordu Komutanı, Ege Ordu Komutanı, 52. Tümen Komutanı askeri lise mezunu! Demek ki doğru cevaplar için önce doğru sorular lazım. Şu olabilirdi: Askeri liseler yatılı olmaktan çıkarılabilirdi. Harp okullarına geçiş sınavla yapılabilirdi.
Kuvvet komutanlıklarını önce MSB’ye bağladı, baktı olmadı, sadece personel, lojistik ve idari bakımdan bağlılığı sürdürdü; harekat ve istihbarat bakımında Genelkurmay Başkanlığına yeniden bağladı… Kendisi ülkeyi kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine döndürürken TSK’yı kuvvetler ayrılığına yöneltti. Oysa tam tersi olmalıydı.
Askeri yargıyı tamamen kaldırdı. Oysa birinci derece mahkemeleri korunmalıydı. Askeri Yargıtay, Yargıtay bünyesinde; Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Danıştay bünyesinde dairelere dönüştürülmeliydi.
Tek tek bu uygulamalara karşı daha birçok şey söylenebilir. Kitapta da bunları belirttim. Ama genele ilişkin olarak şunu açık yüreklilikle söyleyelim: FETÖ’nün bütün devlet kurumlarından ve ordudan temizlenmesi Türkiye’nin yararınadır. Ama sorunu üreten neyse onu görmek ve ona da tedbir almak koşuluyla. AK Parti bu süreçte, palazlanmasına katkı verdiği FETÖ’yü devletten temizlemenin yanında, kendisine muhalif olma ihtimali bulunan kişileri bile temizlemeye yönelik adımlar attı. Bir taşla iki kuş vurmaya kalktı. FETÖ’yü temizlerken önümüzde başka engel bırakmayalım, istediğimiz gibi bu ülkeyi yönetelim dedi. Oysa bu mümkün değil. Bir ülkeyi “canınızın istediği” gibi yönetemezsiniz. Ülke hukuk içerisinde yönetilir. Ha dersiniz ki, Olağanüstü Hal var, biz kanun hükmünde kararname çıkarma yetkimizi kullanıyoruz… Bu meşru gibi görünse bile, işlerini şimdilik kolaylaştırsa bile, geleceğe dönük sorun kümeleri yaratıyor ve ülkenin problemlerini artırıyor. Dolayısıyla AK Parti’nin hedef büyütmesi yanlıştı ve kendisi de sorunları çözemediğini gördüğünde 16 Nisan referandumuna yöneldi. Şimdi zannediyor ki başkanlık sistemi getirirsem ben devleti hızlı çalıştırırım ve sorunları çözerim, diyor… Devletin hızlı çalışması iyidir; ama her zaman değil… Üstelik doğru çalışması daha da önemli…
Denetim dışı kalması anlamında mı söylüyorsunuz?
Denetim dışı kalması anlamında da söylüyorum. Şimdi bakınız, yargı siyasal iktidarın denetimine girmiş vaziyette… Anayasa Mahkemesi, yüksek yargı, HSK vs. bunların durumu malum. Ordu kendi alanıyla ilgili konularda bile ses çıkaramaz halde…
Tam bu noktada Yüksek Askeri Şura’yı sormak istiyorum. Geçen yıl bir ‘darbe şoku’ vardı; ama bu yıl da YAŞ çok tartışıldı. Siz orduyu da tanıyan biri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz bu şurayı ve tartışmaları?
Şura’nın yapısı değiştirildi ve askerin, askeri konularda bile sözü geçmez hale geldi. Zaten dinlemiyordu, şimdi iyice kendisi yapar hale geldi. Orgenerallerden sadece kuvvet komutanları şuraya giriyor. Bu doğru bir adım değil ve bugün değilse bile yarın başka yanlışları doğuracak.
Fakat anladığım kadarıyla siz eski sistemi de sağlıklı bulmuyorsunuz…
Şöyle; benim kendi görüşüm, albaylardan tuğgeneralliğe ve tuğgenerallikten tümgeneralliğe terfi konusunda tamamen silahlı kuvvetlerin içi egemen olmalıydı. Bu çünkü biraz liyakati korur. Ama korgeneral ve orgeneral seçimlerinde siyasi iktidar daha baskın olabilir. Ama alt kademelerdeki iktidar etkisi bazı tehlikeleri içinde barındırır. Orduyu siyasallaştırır. Yoksa ordunun siyasi iradenin emrinde olmasına karşı olamayız. Meclis’in de denetiminde olmalı. Ordunun zaten dış denetime ihtiyacı var. Ordu denetimini, terfisini, tayinini her şeyi kendi içinde yaparsa o da birtakım problemler doğurabilir. Doğurmuştur da zaten.
Meclis’in, yani iktidar dışındaki siyasetin de dahil olduğu bir denetimden söz ediyorsunuz…
Dış denetimi hem siyasi iktidarın hem de Meclis’in yaptığı mekanizmalar kurmamız lazım. Oysa böyle yapmıyorsunuz ve herkesi yürütmenin emrinde iş görecek hale getiriyorsunuz; bu tehlikeli. Darbe girişimi sonrası orduyu bir yandan temizlemek ama bir yandan da güveni, morali yeniden tesis etmek gerekirken, aksine, silahlı kuvvetlerin siyasallaştırma adımları atıldı ve siyasi iktidar ordu üzerinde aşırı, onun kişiliğini örseleyici bir etkiye sahip oldu. Oysa ordu son noktada bir harp unsurudur ve bu kadar sıkarsanız savaşacak bir kapasite bırakmazsınız. O insanların kısmen özgür olması lazım. Şimdi tamamen siyasal iktidara yaranma arayışında subaylar göreceksiniz. Bu çok tehlikeli bir noktaya getirir işi.
Böyle bir siyasi kadrolaşma faaliyeti sonuç alabilir mi?
Alamayacaktır. Ama sonuç alıp almamasından ziyade yarattığı zaman kaybını ve tahribatı iyi görmemiz lazım. Ben bu tahribatı konunun uzmanı olarak görüyorum ve esasen buna itiraz ediyorum.
15 Temmuz’dan beri çoğunlukla şu soru üzerinde duruluyor: ‘Ordu içinde hâlâ Fethullahçılar var mı, ne kadar var?’ Bu kez tersten sorarsak, cezaevlerinde cemaatten olmayan, darbe girişimine katılmamış askerler var mı?
Elbette vardır. Zaman içinde açığa çıkacaktır. Ordu içinden Fethullahçıların temizlenmesi çok önemli. Ama ben bu ayıklanmanın her zaman çok iyi yapıldığına emin olamıyorum. Hâlâ içeride FETÖ’cü vardır, olabilir… Benim elimde bu adamların hard diski yok, öyle oran veremem, spekülasyon olur. Ancak içeride haksız yere yattığını düşündüklerim de var. Kitapta yazamadım, burada söyleyeyim; Fetullahçı olduğu kesin olan subayların verdikleri sicillere bakmak lazım. Bunların hepsi kayıtlı, bakılır. Sistematik olarak ortaya çıkar, bir örüntü bulunabilir. Yoksa dedikoduyla falan bu işler olmaz. Ben yapılanları hafife aldığımı söylemiyorum. Yargılamalar için de öyle söylemiyorum. Ama bu işin başarısı, kurunun yanında yaşı yakmayacak sistem kurmaktır.
Sorunuzun diğer kısmına gelince… Balyoz, Ergenekon süreçlerinde insanlar korkutuldu. Bazı subaylar, ‘bana ne zarar gelir’ diye düşünmüş olabilir. Aslında subaylığın tabiatında böyle bir şey yok. Ama insanlar yalnız bırakıldı o dönem. O geceki kaotik ortam… Komutanından emir de gelmiyor –asker emirle çalışır sonuçta. Böyle bir durumda sessiz kalanlar olmuş olabilir. Böyle tutuklu subaylar var. Ha, ben takdir etmem böyle davranan subayı, ama darbeci de değildir; darbeye katılmamıştır. O halde tutuklu olması haksızlıktır.
'ORDU İÇİNDE HÂLÂ FETÖ'CÜLER VAR; CEZAEVİNDE DE FETÖ'CÜ OLMAYANLAR VAR'
Son dönemde çok sınırlı da olsa bazı tahliyeler oldu, geçtiğimiz günlerde Antalya’da bir general tahliye edildi… Böyle örnekler midir bu tahliye edilenler sizce?
Bir değil birkaç yerde oldu. Afyon’da oldu, Ankara’da, Antalya’da oldu tahliyeler. Ben yeni tahliyeler de olacağını düşünüyorum. Ve bu tahliyeler de hem hâkimlerin daha yüksek bir özgüvene sahip olması, hem toplumda adalet duygusunun yükselmesi açısından önemli olacak, hem de FETÖ’nün ortalığı bulandırma hevesini kursağında bırakır. FETÖ, ne kadar çok adam yargılanırsa, ne kadar çok haksız tutuklama olursa o kadar mutlu oluyordur.
Önceki sorunuz kapsamında tekrar vurgulamak istiyorum. Bu darbeyi planlayanlar da yapanlar da FETÖ’cüdür. Ve evet, hâlâ ordu içinde FETÖ’cüler vardır; ama cezaevlerinde de FETÖ’cü ya da darbeci olmayan insanlar da vardır. Bunu ısrarla vurgulayalım. Bu konuda yargıçları da cesur davranmaya davet ediyorum. Hem kendi itibarlarını hem de toplumdaki genel adalet algısını yükseltecek bir tutum içerisinde olurlar. Bu caniler yüzünden masum insanların zarar görmesine müsaade edilmemeli. Ordunun daha fazla zarar görmesine izin verilmemeli. Bakın Irak çöktü, çünkü ordusu çöktü; Suriye ayakta, çünkü ordusu ayakta kaldı, direniyor en azından.
Kitapta ‘kontrollü darbe’ ifadesine katılmadığınızı söylüyorsunuz. Fakat mahkemelerden, sanık askerlerin ifadelerinden ortaya çıkan tabloda birçok kesimin dikkatini çeken bir tamamlanmamışlık, bir tuhaflık var. Şöyle deniyor örneğin: Genelkurmay Başkanı "kışladan çıkmayın" emri verse bu kadar kan dökülmezdi… Ne diyorsunuz bunlar için?
Darbeyi önleme konusunda Genelkurmay Başkanının tercih hataları var. Bir defa ordu komutanlarının haberi yok. Emir verirsiniz bütün generalleri bağlayın bana dersiniz, şu seviyeye kadar. Tak tak tak hepsiyle konuşursunuz. Kuvvet komutanları, orgeneraller, garnizon komutanları… Konuşursunuz.
Ne anlama geliyor bunun yapılmaması?
Gri alan yaratıyor. Bunun cevabını bugün kontrollü darbe olarak açıklamak yanlış bir şey. Şundan dolayı yanlış: Yeni bir bilgi gelir değerlendirirsiniz; ama kontrollü darbe olsa kontrolü yapan bir karargahın olması lazım. Oysa darmadağınık adamlar. Kontrolü yapan karargahın bazı emirler vermesi lazım. Ama Başbakanın hava kuvvetlerine, bazı generallere verdiği emirler dışında hiçbir şey yok. Uçaklar birbirini önlüyor, biri diğerini indiriyor. Bunun için diyoruz ki silahlı kuvvetler içindeki meşruiyetçi güçler bu darbenin önlenmesinde herkesten daha çok role sahiptir.
Ama başka bir hikâye yazılıyor darbenin önlenmesine ilişkin…
Çünkü siyasi iktidar başka bir 15 Temmuz ruhu yaratmak istiyor. Kendisini demokrasiyle özdeşleştirmek istiyor. Cumhurbaşkanının, başbakanın, parlamentonun, medyanın, halkın sokağa çıkarak direnmesini hafife aldığım için söylemiyorum. Ama eğer darbe muvaffak olamadıysa, daha doğrusu alan kazanamadıysa, bu silahlı kuvvetler ve polisin içindeki, elinde silah olanların karşı koymasıyla alakalıdır. Çünkü silaha silahla karşı koyarsınız. Kalabalıkla silaha karşı koyulduğu görülmemiştir. Daha çok adam ölür.
Ordu, bürokrasi ve tüm devlet kurumlarında 15 Temmuz’a referans verilerek bir hesaplaşma ve tasfiye yaşanıyor. Peki sizce 15 Temmuz’a varan sürecin siyaseten hesabı sorulabiliyor mu sizce?
Siyaseten bu hesap henüz ne soruldu ne verildi. Ama bunu, bugün olmasa bile yarın bu toplum soracak ve bu konuda kim hatalıysa, hatasının bedelini; ama iktidardayken ama değilken; yaşarken ama –Allah geçinden versin– vefat ettikten sonra ödeyecektir. Yani er geç, toplumun şimdi içinde bulunduğumuz döneme bakışı bugünkünden çok daha berrak olacaktır. Şu anda bir süspansiyon hali var. Psikolojide "bilişsel çelişki" diye bir şey vardır. Yani bir gerçeği görürsünüz, ama kabul ederseniz bütün değer yargılarınızın çökeceği inancıyla inkar edersiniz… Ama görüyor insanlar; buraya nasıl gelindiğini, bu siyasi iktidarın onları nasıl büyüttüğünü, nasıl palazlandırdığını, ne istedilerse verdiğini biliyorlar. Belki bugün çıkarları var, Tayyip Bey’e ilişkin gönül bağları var; ama yarın öbür gün bu bağlar gider. Atatürk gibi vatanı kurtarmış, ülkeyi kurmuş bir kahramanın anıtlarına bile saldırılar olabiliyor. Yarın neler olabileceğini tahmin etmek zor değil…
Böyle bir atmosferde ve iktidarın bu kadar baskın olduğu bir dönemde Mustafa Kemal’e yönelik alakanın azalması beklenebilirdi belki. Ama devletin dayattığı bir Atatürk’ün olmadığı koşullarda, aksine iktidar temsilcileri bu konuda çok rahatken, daha ‘sivil’ diyebileceğimiz bir ilgi var gibi. Eskiden devletin, kurumların itiraz ettiği şeylere toplum tepki gösteriyor. O tarih dergisine gösterilen tepki gibi… Vesayetçi bir dayatmanın olmadığı koşullarda, Atatürk toplum için daha soğukkanlı ve işlevli bir ilginin konusu oluyor… Böyle bir tespite katılır mısınız?
Tamamen katılıyorum. Bizim toplumumuz şunu görüyor: Bu ülkeyi kim kurtardı. Siz istediğiniz kadar Vahdettin 50 bin altın gönderdi hikâyesi anlatın; toplum, bu ülke için kimin gidip savaştığını biliyor çünkü her aileden gitmiş biri savaşmış. Yani toplum kuruluş sürecindeki önemini genetik olarak biliyor.
İkincisi; şimdi farklı kesimlerde de daha kapsamlı bir anlama çabası ve gayreti görüyorum. Ankara’daki Gar katliamına ilişkin dava görülürken Çağlayan’da DİSK Genel Başkanı Kani Beko ile karşılaştım. Kendimi tanıttım, başsağlığı diledim, sohbet ettik. Orada şunu söyledim, bakın Kani Bey, bu ülkenin devrimcileri, Atatürk’ün, Cumhuriyetin kıymetini yeterince bilmediler. Askerler bilmedi. Milliyetçiler bilmedi. İslamcılar zaten genel olarak hiç bilmedi, düşmanlık edenler oldu. Ama şimdi bunun farklılaştığını görüyoruz… Kani Bey de bu söylediklerime hak verdi. Halk da şunu görüyor: Bu adam ne yapmış; hırsızlık yapmamış, malını mülkünü devlete bağışlamış… Bir de bazen bir şeyin kıymetini anlamak için bir musibete denk gelmek gerekiyor belki.
Siz bir yandan da Cumhuriyetin çok önemli bir kazanım olduğunu ama demokrasiye evrilmediğini söylüyorsunuz…
Evet, çok önemli bir kazanımdır. Sahip çıkmalıyız. Ama demokrasi öyle kolay elde edilebilecek bir seviye değil. Uğrunda çok uğraş vermek lazım. Cumhuriyetten 90 yıl sonra bile demokrasiye çok uzağız. Zor iş…
Seçme seçilme hakkı, temsil hakkı ve direnme hakkı özgürlüklerini savunacağız. Ülkenin sıkıntıları böyle aşılacak. Ama bölgenin jeopolitik olarak bir takım sıkıntılar yaşattığını ve bunun bize de sirayet etmekte olduğunu görerek milli beraberlik duygusunu da çok önemsiyorum. Böyle bir zamanda böyle bir ülkeyi yönetenlere önerilecek şey, herkesi kucaklayan bir sistem kurmalarıdır. Sadece bana oy verenleri kucaklayarak sıkıntıdan kurtulamam. Ben olsam böyle davranırdım.
İktidar böyle davranmıyor ama…
Davranmıyor. Zaten böyle davransalar, tüm toplumu kucaklayan bir dil kullansalar yanlarında olurdum. Böyle davranmadıkları için karşılarındayım. Ama öyle davranma ihtiyacı olduğunu da bildiklerini düşünüyorum. Diyor ya Türkiye’nin çıkarları ile AKP’nin çıkarları özdeşleşmiştir diye… Bu son derece yanlıştır. “AKP Türkiye’ye feda olsun” dedikleri noktada çıkışın yolunu bulabilirler. Öte yandan Türkiye’nin varlığı ile ilgili bir tehdit olduğu doğru. Bu tehditten kendi iktidarını sürdürmek yönünde adımlar atarsa buradan çıkış olmadığı bilinmeli…
Nihayetinde Cumhuriyet fikri, Atatürk’ün hedeflediği çağdaşlık kazanacak.
AHMET YAVUZ KİMDİR?
1975'te Kara Harp Okulu'ndan mezun oldu. 1991'de Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni, 1995'te Fransa Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi. 2001 yılında Tuğgeneralliğe, 2005'te Tümgeneralliğe terfi etti. 2011 yılında Harp Akademileri Kurmay Başkanı'yken ‘Balyoz’ adı verilen soruşturma kapsamında tutuklandı. 2012 yılında emekli edildi. Balyoz davasından hakkında 18 yıl hüküm verilen ve 3 yılı aşkın süre boyunca tutuklu kalan Ahmet Yavuz, daha sonra Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı bozmasıyla yeniden yargılanarak 2015'te beraat etti. Siyasi, askeri ve toplumsal konularda yaptığı yorumlar ve yazılarıyla çok sayıda medya organında yer almaya devam ediyor.