Emin Alper’in "Kurak Günler" filmi Cannes Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından Altın Portakal’da Türkiye prömiyerini yaptı ve büyük ses getirdi. Film cuma günü vizyona girmeden önce Kültür Bakanlığı tarafından verilen destek resmi olarak ve faiziyle geri istendi. Bu sıcak gündem içinde, Emin Alper ile sanat yönetmenliğini yaptığı Sinematek’te buluştuk. Filmin ortaya çıkış sürecini, Savcı Emre’nin zaaflarını, filmin ‘muğlak’ yanlarını, manipülasyonun sınırlarını, Özcan Alper’in “Karanlık Gece” filmi ile olan benzerlikleri konuştuk uzun uzun…
Bürokrasi ve iktidar dinamiklerine dair bir hikâye anlatma fikri nasıl ortaya çıktı?
Asıl harekete geçirici motivasyon memlekette son yıllarda yaşadığımız siyasi kâbus atmosferine dair bir şeyler söylemekti. Söz konusu otoriterizm dalgası tabii sadece bizi ülkemize vuran bir dalga olmanın ötesinde çok evrensel bir süreç. Fakat yine de bu evrensel eğilimin en uç ve en sağcı versiyonunun yaşandığı ülkelerin başında geliyor Türkiye. Son altı yılda yaşadıklarımız Cumhuriyet tarihinde de benzersiz. Şahsi dünyamıza da fazlasıyla nüfuz etmiş bu travmatik siyasal sürece dair bir şeyler üretmek, yaşadığımız boğuntu, çaresizlik ve yalnızlık hislerini bir şekilde beyaz perdeye tercüme etmek istedim.
Bir söyleşinizde Henrik Ibsen’in “Bir Halk Düşmanı” oyunundan ilham aldığınızı söylemişsiniz. Nedir bu metni önemli kılan?
Bu metin halkın uzun vadede yararına olan ama kimsenin o esnada duymak istemediği bir gerçeği dile getiren bir karakterin, sırf kâr ve para kazanma kapıları kapanacak diye endişe eden bir grup taşra eliti ve onlarla suç ortaklığı yapan kasaba halkı tarafından şeytanlaştırılmasının hikâyesi. Bu metin benim için bir otoriter popülizm eleştirisinin başlangıcı olabilirdi diye düşündüm. Çünkü bütün bu otoriter liderler halkın kısa vadeli çıkarlarına yönelik kestirme ama uzun vadede son derece tehlikeli çözüm önerilerinde bulunarak, çoğunluğun ön yargılarını azınlığa karşı kışkırtarak, “doğru söyleyenleri”, eşitlik talep edenleri acımasızca ötekileştirerek yalan ve manipülasyon üzerine bir iktidar inşa ediyorlar.
Türkiye'de böyle mikro bir siyaset anlatısı gerekince taşraya, köye doğru bir hatta daha çok kasabaya doğru gidiliyor. Sizin “Tepenin Ardı” filminiz de biraz öyleydi. Bunun bir sosyolojik ve politik temeli de var. Kasabalılık sizin açınızdan sadece mekânsal bir anlam ifade etmiyor sanırım?
Tabii tabii. Bir kere yaygın ifadesiyle Türkiye siyasetinin de son yıllarda merkez dünyadan kopma ve ona karşı daha ezik, daha kompleksli ve öfkeli bir tepki üretmeye başlaması anlamında bir taşralılaşmadan söz edebiliriz. Dolayısıyla memleket siyasetine dair bir anlatının taşraya yerleşmesi çok şaşırtıcı değil. Ama bunun yanında kasabanın -tarihsel olarak temsil ettiği değerler itibariyle de eleştirdiğimiz şeylerin beşiği olma gibi bir özelliği var. Taşranın temsil ettiği değerlerin başında muhafazakârlık geliyor. Taşra neredeyse evrensel bir biçimde daha muhafazakârdır merkeze göre. Hani Amerika Birleşik Devletleri’nin seçim haritasına baktığın zaman da aynı şeyi görürsün. Taşra daha erkektir, daha serttir dolayısıyla bizim bu ülkeye dair eleştirmek istediğimiz olumsuzlukların bir anlamda daha yoğunlaştığı, daha keskinleştiği bir mekân taşra coğrafyası. Daha erkek, daha milliyetçi, daha muhafazakâr, militarist, vahşi...
Peki, siyasete de çok yansıdığı için mi politik eleştirilerde mekân olarak kullanılıyor taşra, kasaba?
Tabii en azından bizim siyaset kültürümüzde eleştirdiğimiz şey bu. Yıllardır bunu eleştiriyoruz ama son yıllarda siyasal hayatımız bu eleştirdiğimiz şeylerden ibaret olmaya başladı. Hiçbir zaman bizim ülkemizin siyaset kültürü istediğimiz, arzu ettiğimiz değerleri taşımadı ancak özellikle Gezi sonrası içine sürüklendiğimiz koşullar önceki dönemlerle kıyasladığında ciddi bir kopuş içeriyor. Proto-faşist, aşırı sağ düşüncenin siyasete hâkim olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bunu ancak 1970’lerdeki Milliyetçi Cephe hükümetleriyle falan kıyaslayabiliriz ki o dönem bugünküne kıyasla çok kısaydı. Az önce saydığım ve taşrada daha yoğun bulunduğunu iddia ettiğim bütün özelliklerin, erillik, milliyetçilik, saldırganlık, homofobiklik gibi bütün negatif özelliklerin siyasetin ana damarını işgal ettiği bir dönemden geçiriyoruz.
Filme doğru gelirsek, daha önceki üç filminizde de alegorik anlatım söz konusuydu ama burada daha doğrudan, derdini dolaylamadan anlatan, hatta bazı sahnelerde -örneğin çocukla savcının karşılıklı konuştukları- sözünü sakınmayan bir tercih var. Bunun nedeni neydi? Yeni bir dil arayışı mı?
Sana kesinlikle katılıyorum ama bunlara bakarak da tam anlamıyla anlatı dilimin değiştiğini söyleyemem. Evet daha açık, daha doğrudan ama bir sürü nokta hala çok örtük hikâyede. Gerçekte o gece ne olduğu hiçbir zaman tam olarak anlaşılmıyor mesela. Ama politik anlamda daha doğrudan şeyler söylediği doğru. Bir kere bugünle, zamanımızla doğrudan ilişkinin en net olduğu film bu. Diğer filmlerim hep biraz zamansızdı, mekânsızdı. Örneğin “Abluka”da hangi dönemi kastettiğimiz, örgütün ne olduğu gibi şeyler hep saklı olduğu için doğrudan güncel politik duruma dair değil memleketin siyasi ahvaline dair daha genel şeyler söylüyordum. Burada güncelle ilişki bu anlamda daha doğrudan ve evet daha şahsi. Güncelle kurduğu ilişki anlamında daha şahsi olduğu için de biraz daha öfkeli. Dolayısıyla lafını söylemek konusunda da yer yer daha doğrudan. Ama bu kalıcı bir değişime işaret ediyor mu? Ondan emin değilim, göreceğiz. Kısacası bu filmin motivasyonu özellikle son yıllarda yaşadığımız hissiyata, politik gerçekliğe dair bir şeyler söylemek olduğu için kendimi sakınmadım. Yani doğrudan laflar etmek konusunda, bahsettiğin sahnede olduğu gibi, estetik anlamda oldukça kalın kaçabileceğini bildiğim halde, kendimi dizginlemedim ve açıkçası bu beni çok da rahatlattı.
Filmin ana temalarından ikisi galeyan ve linç. Böyle bir hikâyede haliyle kurban/kurbanlar olmalı ve biliyoruz ki, iktidar gözlüyle bakınca bu ülkede kurban haline getirilecek malzeme bol. Kürt olur, Alevi olur, göçmen, kadın olur… Siz iki karakterin cinsel yönelimlerine dair kasabada yayılan söylentinin, linçin gerekçesi haline getirilmesini gösteriyorsunuz. Bu tercihte iktidar dilinin son dönemde LBGTİ+ karakterleri düşmanlaştırıcı tutumunun payı var mı?
Tabii ki var. Galeyanın tek nedeni bu değil tabii. Su meselesi de çok önemli bir mesele. Yaklaşan seçimler, savcının belediye başkanını tekrar gözaltına almak istemesi vesaire gibi başka politik faktörler de var ama tabii ki homofobi çok önemli bir mesele. Tam da söylediğin gibi son dönemlerde hükümetin LGBTİ + karşıtlığını resmi bir devlet politikası haline getirmesi bu tercihimdeki en önemli etkenlerden bir tanesi ve giderek de ağırlaşan bir biçimde devam ediyor bu politika. En sonunda bir aşama daha geçildi. RTÜK’ün nefret suçu işleyen eylemi kamu spotu yapmasından sonra, anayasaya da anti LGBTİ+ karşıtı bir madde kullanacağının ilan edilmesi çıtayı Türkiye tarihi açısından değil, global olarak da daha yükseğe taşıdı.
Savcı Emre, kasaba eşrafına ve onların kurulu düzenlerine bir noktada kafa tutuyor. Yasaları, kuralları herkes için işletmeye çalışıyor. Bir de uyum sağlamak zorunda kalmış hâkime hanım karakteri var. Antalya’da filmle ilgili yazıyı kaleme alırken, Emre’nin motivasyonuna dair de soru işaretleri olmuştu kafamda. Karşı taraf, bir politik hattı, bir siyasi fikri açıkça temsil ediyor. Ama Emre’de böyle bir motivasyon göremiyoruz. Bana açık edilmese de, var olası gerekirmiş gibi gelmişti. Siz ne düşünüyorsunuz?
Yok, ben politik bir motivasyonu olsun hiç istemedim. Tam aksine benim için politik motivasyonu olmaması daha önemliydi. Yani oraya sol bir motivasyonla giden bir karakterin yaşayacağı çatışma zaten en başından kendini çok belli ederdi. Yahut Cumhuriyet edebiyatında sıkça olduğu gibi Kemalist ve modernleştirici bir misyonla gitmesi çok bildik ve tanıdık bir çatışma ortaya çıkarırdı. Bu karakter büyük ölçüde apolitik, kimi sahnelerden Kemalist, orta sınıf bir ailenin iyi yetişmiş bir evladı olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Sadece yetişmiş olduğu, öğrendiği değerler itibariyle; kitaptan öğrendiği şeyleri uygulamaya çalışan naif, yer yer de kentli bir kibir taşıyan dürüst ama tecrübesiz bir çocuk. En baştaki tavrı da aslında gelgitlerle dolu. Yani en baştan gelip tavrını koyan bir insan değil. Önce yemeğe gidip gitmemek konusunda tereddüt yaşıyor. Sokakta avlanmak konusunda çok sert çıkıyor karakterlere ama yemeğin ilerleyen saatlerinde tekrar onlarla arkadaş oluyor, gülüp eğlenmeye başlıyor. Son bir noktada çizginin aşıldığını tekrar hissedene kadar uzlaşma yolunu da çok kapatmayan birisi. Bu gelgitler benim için önemliydi.
Baştan itibaren politik misyonla gelmiş bir karakter koymak Cumhuriyet tarihinde çok yapılageldiği gibi soldan olsun ister daha Kemalist olsun bir misyonla taşraya gelip o misyonla kasabalıyla karşı karşıya kalan bir figür olsun istemedim. Onun yerine aslında sadece içinde yetiştirildiği değerler doğrultusunda, mesleği savcılık olduğu için, mesleğinin kurallarını iyi kötü dürüst bir şekilde uygulamaya çalıştığı için marjinalize olan bir figür olması, yoz bir yönetimle kendiliğinden çatışma içerisine girmesi, sadece suçlunun kim olduğunu öğrenmek motivasyonunu devam ettirdiği için kasaba elitiyle çatışması bana daha güçlü geldi açıkçası. Bir de şunu eklemeliyim. Emre’yi sadece idealist ya da vicdanlı bir tip olarak çizmek eksik kalır. Onun kibirli ve inatçı bir tarafı da var aynı zamanda. Soruşturmayı ısrarla Şahin ve Kemal’e yönlendirmesinde şahsi husumetinin de etken olduğu izlenimine kapılıyoruz. Kasabalıya karşı duyduğu hor görü ya da hoşnutsuzluk arttıkça da onlara karşı daha da sertleşiyor. Birkaç sahneden de kolaylıkla anlayacağımız gibi en başından “tarafsızlığını” korumaya çalışan ideal bir adalet temsilcisi değil. Şahsi meselelerini de işin içine katmaktan geri durmayan birisi.
Filmde herkes için muğlak bir gece var. Finale doğru da öyle kalmaya devam ediyor. Savcı Emre o gece işlenen suçun bir yerinde duruyor. Neresinde olduğu biz de bilmiyoruz. Kendisi de hatırlamıyor aslında. Ancak finale doğru Emre'yle seyirci arasında bağ giderek güçleniyor. Henüz aklanmamış olan Emre, bir anda kurban haline geliyor. Yani bir suçun parçası olma ihtimali olan birisiyle seyircinin özdeşlik kurulması bir risk. Bu riskin farkında mıydınız? Farkındaysanız nasıl berhava ettiğinizi düşünüyorsunuz?
Bunun farkındayım tabii ki. Bu tam da benim istediğim ve hoşuma giden risklerden biriydi. Aristo'nun 'Poetika'sında yazdığı andan beri özellikle belli tür trajik karakterler hep kusurlu tiplerdir. İdeal veya bizim sorunsuzca özdeşleştiğimiz tipler değildir. Karakterler ne kadar ideal ve sorunsuzca özdeşleştiğimiz tiplere dönüşürse o kadar çok modern Hollywood kahramanlarında gördüğümüz türden, "olumsuz özdeşleşme" ya da "olumsuz katarsis" dediğim şeye yol açar. Yani günahlarımızı, kusurlarımızı seyirci olarak bir kenara bırakırız
İyi karakterlerle, kendimizin aynası olduğunu düşündüğümüz iyi karakterlerle özdeşleşip büyük bir duygusal boşalma yaşayarak salondan dışarı çıkarız. Oysa kendimizden bir şey bulduğumuz karakterlerin kusurlu olması fikri bence daha muhalif, seyircide daha karmaşık hisler yaratan daha sorgulayıcı bir imkâna olanak tanıyor. Yani eğer o karakterle özdeşleşebiliyorsak ve eğer o karakterlerin bir ayna gibi bizi yansıtma işlevi olduğunu düşünüyorsak, onun ortak olabileceği suçlara bizim de ortak olabileceğimiz ihtimalini barındırır bu ilişki. Ve bu katartik ve narsistik bir özdeşleşmeden ziyade kişinin kendisini sorgulamasına dönük bir özdeşleşmeyi mümkün kılar. Biz ne kadar temiziz? Hangi erkek böyle bir akşamda suça karışmış olamayacağının yüzde yüz garantisini verebilir? Bu anlamda savcıyla özdeşleşme yoluyla bize bir tür ayna tutması, kendimizi sorgulamayı barındıran bir özdeşleşme içermesi bence çok daha sağlıklı, çok daha eleştirel. Tabii suç ispat edilseydi o zaman bambaşka bir şey olurdu. Ama bunu hiçbir zaman bilmiyoruz.
Neden onların günahlarına ya da suça karışmış olma ihtimallerine rağmen sempati besleriz bütün trajik karakterlere? Onların bütün zaaflarına rağmen bunlara baskın çıkan bir erdemleri vardır da ondan. Benim için de Emre’yi cazip kılan ve en sonunda ona meyletmemize neden olan erdem de şu: Kendisinin de suça bulaşma ihtimali açıkça ortaya konulduğu halde soruşturmaya devam etmek istemesi. Yani ateşe yürümesi. En sonunda hâkimenin uzlaşma çağrısına rağmen bunu reddetmesi. Kısacası kendisini de yakabileceği halde tecavüz soruşturmasını sürdürmekten imtina etmemesi onu bir türlü kusurlu ama erdemli bir karakter haline getiriyor. Beni genel anlamda bu tip karakterlerle daha çok cezbediyor. Kusurlu ve erdemli, iç çelişkiler barındıran karakterler…
Filmin en çok beğenilen bölümü finali. Sizin sinemanız büyük oranda atmosfer sineması. “Kurak Günler” de bunu çok yukarılara taşıdığınız bir film. Finale doğru görüntü yönetimi, kurgu, müzik ve yönetmenlik birleşince müthiş bir atmosfer oluşuyor ama bir taraftan da sinema manipülasyon sanatı. Final bu bakımdan bir manipülasyon da içeriyor. Sizin için manipülasyonun sınırları nedir? Nereye kadardır? Nerede durmalıdır?
Dediğin çok doğru. Bu duygusal manipülasyonu sadece hangi dozda yaptığın değil, niçin, hangi amaçla yaptığını da çok önemli. Yani bunu sadece seyircinin duygularını harekete geçirmek, ağlatmak, verdiği paraya değecek bir deneyim yaşatmak için mi yapıyorsun? Benim motivasyonum en baştan beri son yıllarda yaşadığımız hissiyatı bir şekilde yansıtmaktı. Seyircide “evet ya bunları yaşadık” hissini belli ölçülerde doğurmaktı. Bunu hem sinemada hem bir sanat eserinde yapmak çok zor.
Hani “Soykırımın filmi çekilemez” önermesi üzerinden yapılan bir tartışma vardır. Gerçekten de soykırım ya da benzeri dehşet verici insanlık suçlarını ve orada yaşanan deneyimleri sinemaya aktarman mümkün değil. Ben bir tarihçi olarak da bu fikirle çok uğraşıyorum. Ancak bu sefer söz konusu linç deneyimini tümüyle ekran dışı bir fenomen olarak ele almaktansa hem müziği hem sinemanın diğer araçlarını mümkün olduğu kadar çok kullanarak bu deneyimi sınırlı da olsa yeniden yaratmaya çalıştım. Benim bütün filmlerimde bir atmosfer kaygısı vardır ama seyirciyi özellikle içine almak suretiyle, final sahnesinde olduğu gibi bir anlamda duygusal bir cendereye sokmak işini bu filmde daha uç bir noktaya taşımaya çalıştım. Bir sinemacı olarak denemek istiyordum. Linç hissiyatını bir düzeyiyle de perdeye yansıtabilir miyim? Ve bunun seyircide karşılığını bulabilir miyim?
Dediğim gibi bunu yapma amacımın politik olduğunu düşündüğüm için, benim için meşru bir manipülasyon biçimi bu. Bir duygu sömürüsüne, ajitasyona, yapaylığa, sahteliğe kaçmadığınız sürece meşru. Bunları düşünürken hep kafamda gerçekçi sinemayla 1920’lerin Sovyet Sineması arasındaki teorik tartışma vardı. Genel planların hâkim olduğu, yönetmenin anlatıya çok müdahale etmediği gerçekçi sinema ile kurgunun ön planda olduğu daha propagandif, daha yönlendirici bir sinema arasındaki tartışmalara da hep gittim geldim filmin yaratım sürecinde.
Siz kendi aranızda biliyordunuz ama Antalya’da Altın Portakal’da gündem olan bir konuya gelelim. Özcan Alper’in “Karanlık Gece” filmi ile “Kurak Günler” arasındaki konu/ tema benzerliği… Bunu tesadüf dışında nasıl izah etmek gerekir. Aklıma iki şey geliyor. İlki, memleketin içine düşürüldüğü durumu anlamak, anlatmak için iki filmin de ele aldığı metaforun çok güçlü olması ve yaratıcıların buna meyletmesi. İkinci olarak da bir tür entelektüel kısırlığın sonucu olarak aynı yerlere varılması. Tabii şakayla karışık obruk meselesine de gelelim. Bu iki film dışında yılın en iyilerinden Tayfun Pirselimoğlu’nun “Kerr”inde de obruk var… Benzer temalar ve semboller. Siz neye bağlıyorsun bu durumu?
Bu zamanlamanın bu kadar üst üste gelmesinin hem kesinlikle tesadüfi bir tarafı var hem de dediğin gibi memleketin bizi getirdiği noktayla ilişkili bir tarafı. Linç kültürü meselesinin bizi aynı noktaya getirmesinde şaşırtıcı bir tarafı yok. Hatta belki daha önce linç meselesine ele alan bir filmin bu zamana kadar çıkmamış olması şaşırtıcı. Özcan da filmde sadece linç değil, lince ortak olma hissine dikkat çekiyor. Gözünüzün özünde olabilen böylesi bir kötülüğe karşı tepki vermemeye, bu tepkiyi örtme, bu olası tepkiyi manipülasyonla veya başka araçlarla kapatma gibi temalar galiba bizi Özcan'la aynı noktaya getirdi.
Obruk meselesi enteresan. Niye obruk bilmiyorum. Bunu kendi açımdan açıklamam çok basit. Çünkü ben Konyalıyım. Konya’nın yıllardır süren bir meselesi bu obruk meselesi ama bir şekilde herhalde son yıllarda çok haber oldu, sayıları giderek artan obruklar gündeme gelince de herhalde insanların kafasında bir yerlerde bu imge yer tuttu. Görsel olarak da çok güçlü bir imge. Ve mevzu da denk düşünce hem Tayfun Abi hem Özcan hem ben bir anda atlamışız bu imgeye. Hatta iki film daha çekiliyor bildiğim kadarıyla bu temada.
Bu arada Özcan benden bir yıl kadar önce çekti filmini ve ben de sete girmeden önce pişti olmamak için izledim. Sağ olsun izletti önceden Özcan. Belki diyeceksin daha ne kadar pişti olacaksınız. Ama yine de dedim ki daha fazla benzerlik varsa bir önlem alayım. Konuştuk da bunun üzerine uzun uzun. Ama şu konuda içim rahattı. Yani gerçekten bizim film bambaşka bir film olacaktı. Bütün ortaklıklara rağmen nihayetinde de çıktığı zaman da aynı şeyi söylüyorum. Sonuçta çok ortak mevzuları, temaları olan ama bambaşka iki film.
Kültür Bakanlığı’nın verdiği desteği geri istemesine değinelim biraz. Aslında bu bir süredir devam eden bir gerilimdi anladığım kadarıyla. Süreci biraz özetler misiniz?
Evet, kısa süre önce Bakanlık resmi olarak filme verdiği parayı geri istedi. Öncelikle şunu belirteyim, bir takım yandaş medya kuruluşlarında çıkan yalan yanlış haberlerin iddiasının aksine biz bütün formel prosedürlere uyduk. Yani senaryo başkaydı film başka çıktı diye bir şey söz konusu değil. Zaten bu sürecin başka türlü işlemesi de çok zor çünkü bu destekler üç taksitte veriliyor. İlk kabul aldığınızda, çekimleri tamamladığınızda ve kaseti teslim ettiğinizde. Evet, daha önceki başka mecralarda söylediğim gibi senaryo değişti. Senaryolar her zaman değişir. Benim arkadaşlarımın da senaryoları sürekli değişiyor. Başka türlüsü zaten imkânsız. Senaryo sette de değişir, kurguda da değişir. Bunu herkes bilir. Zaten bunu bütün fonlar bildiği için dünyanın hiçbir yerinde fonların senaryoda ne değişmiş görmek için kullandıkları bir denetleme mekanizması yok. Destek projeye verilir, senaryoya verilir. Ondan sonrasına karışılmaz. Ama bizde bu yönetmelik maddesinin niye getirildiğini biliyoruz. Kazara istenmeyen unsurlar filme girmesin diye, yazar yönetmenler oto-sansür mekanizmasını yaratım sürecinde de hep devrede tutsunlar diye getirilmiş bir madde bu.
Bu film sayesinde ilk kez uzun metraj bir film için “parayı geri isteme” örtük tehdidi hayata geçirildi. Daha önce de belirttiğim gibi biz senaryonun bütün değişiklikleri içeren nihai halini sete çıkmadan önce Bakanlık’a teslim ettik. Sete çıkmadan önce bu senaryonun okunduğunu da biliyoruz. Ama hiçbir zaman bize resmi bir yanıt verilmedi. Ne zaman Cannes’a kabul edildik, ‘Queer Palm’ adaylığı oldu yandaş medyada yazılar çıkmaya başladı. Ardından Antalya Film Festivali'nde yapılan konuşmalar yine yandaş medyada çıkan yazılar… Herhalde Bakanlık'a gelen baskılar artmış olmalı ki yirmi ay sonra dilekçemize cevap verildi. Dolaylı bir sansür mekanizması işletilerek paramız geri isteniyor şu an. Bu çok tehlikeli.
Bütün yönetmenleri şu an tedirgin eden bir sürece imza atmış oldu maalesef Bakanlık. Çünkü bize iletilen yazıda hiçbir gerekçe de belirtilmiyor. Dolayısıyla bu muazzam bir keyfiliğe kapı aralamış durumda şu an. Herkes şu tedirginliği yaşayacak bundan sonra: Ya benim de senaryomdaki değişiklikler tamamen keyfi bir şekilde beğenilmezse. İki gün sonra Yeni Akit'te çıkan bir yazı, şahsıma yönelik bir kampanya, benim senaryomdaki değişikliklerin de “beğenilmemesine” yol açarsa… Çok çok tehlikeli bir içtihadın kapısı aralanmış durumda.
Altın Portakal’daki gösterim sonrası basın toplantısında sansürle ilgili bir soruda “Bizim sansür mekanizmamız çok daha önce, senaryo için masaya oturduğumuzda başlıyor” cümlesini kurmuştunuz. Biraz bu otosansür meselesine dair konuşmak istiyorum. Ne kadar güçlü otosansür hem senin hem diğer yaratıcıların üzerinde?
Otosansür meselesinin şimdi çok çeşitli boyutları var. Bir kere maddi imkânsızlıklarla başlayan bir otosansür var. Belki buna otosansür demek doğru değil ama neyi yapıp neyi yapamayacağımızı bilerek biraz masaya oturuyoruz. Atıyorum devasa kitle sahneleri çekemeyeceğini biliyorsun.
Mesela şöyle bir sahneyi yazarken bile düşünüyoruz. Karakter AVM'ye girer, mağazaları dolaşır. Bunu yazarken bile AVM'ye nasıl gireceğiz? Çekim kirasını, bu kadar çok figürasyonu nasıl çözeceğiz? Yani buradan başlıyor sansür. Tabii ki işin gerçek anlamda oto- sansür tabirine uyan bir tarafı da var. Bu ülkede çekmenin çok zor olduğu sahneler var. Bu sadece LGBTİ+ meselesiyle ilgili de değil. Sevişme sahneleri örneğin. Oyuncular bu tip sahnelerde oynamak istemiyorlar ve hiç de haksız değiller. Çünkü böyle bir sahnede oynamak demek YouTube'da ilk izlenen videonun bu sahneler olması demek. Kariyerini her yerde takip etmesi demek. Yaşadığımız toplum itibariyle belli sahneleri çekemeyeceğini, bakanlığa falan hiç gelmiyorum daha, yapımcının, oyuncuların, oyuncu ajanslarının bu işe giremeyeceğini bildiğinden zaten belli sahneleri en başta tasavvur etmekte zorluk çekiyoruz.
Bunun üstüne tabii bir de bağımsız filmlerin muhtaç olduğu bakanlık desteğini alma kaygısı da devreye giriyor. Fakat bütün bunlar, bu otosansür baskısıyla mücadele etmediğimiz anlamına da gelmiyor. Şu an Bakanlık ile geldiğimiz nokta zaten bu otosansüre direnmemizin cezası. Ben belki masa başına ilk oturduğum zaman farkında olmadan da olsa kimi otosansür mekanizmalarını çalıştırmışımdır. Ama hep şuna dikkat ettim. Bir film dramaturjik olarak neyi gerektiriyorsa onu çekmeliyim. Bu filmde de dramaturjik olarak gerektiği halde, filmde görülmesi şart olduğu halde çekmediğim bir sahne olmadı. Bu konuda çok içim rahat. Hani bazı yerlerde yorumlar çıkıyor. İşte bu devirde bu kadar örtük homoerotizm sahnesi olmalı mı falan diye. Benim bu konuda cevabım çok net. Savcı Emre'nin gözüyle baktığımız için dünyaya, onun henüz kendi cinsel yönelimi ve kimliğiyle ilgili net bir cevabı olmadığı için bu muğlaklık ve belirsizlik filmin dramaturgisiyle uyum içinde. Çektiklerimden daha cesur bir sahne çekmek niyetim hiç olmadı. Ha eğer bir gün böyle bir durumla karşılaşırsam, çekmek istediğim ama sansür nedeniyle hakkıyla çekemeyeceğimi düşündüğüm bir proje olursa ki elimde var böyle taslaklarım, bunu daha uzak bir geleceğe, koşulların değişeceğini umduğum bir zaman dilimine ertelemeyi tercih ederim. Bu konuda kendime karşı çok dürüstüm.
Kadıköy Belediyesi bünyesinde faaliyet gösteren Sinematek/ Sinemaevi’nin sanat yönetmenliğini de yürütüyorsunuz bir yandan. Nasıl vaziyet?
Sinematek iyi gidiyor. Maalesef çekimlerde olduğum zamanlar çok fazla ilgilenmiyorum ama çok iyi çalışan bir ekibimiz var. Onlar sağ olsunlar işi çok iyi yürütüyorlar. Programlarımıza dair çok iyi geri dönüşler alıyoruz. Katılım sürekli artıyor. Film analizlerimiz, panellerimiz yüksek katılımla geçiyor ve yine çok güzel geri bildirimler alıyoruz. Çok genç bir seyirci kitlemiz var. Bu da çok sevindirici. Öğrenci kitlesi çok yoğun ilgi gösteriyor. Yani artık giderek artan sayıda dolu salon gösterimler yapmaya başladık.
Biletlerin bittiği, kapıya gelenlerin bilet bulamadığı gösterimler yapıyoruz. İstanbul'un genelinde de daha çok duyuluyor Sinematek’in etkinlikleri. O yüzden çok mutluyuz. Daha da fazla tanıtım ve duyuruyla bu güzel programlarımızı ekibimizle birlikte yapmaya devam edeceğiz umarım. Sizlerin de katkılarıyla tabii.
Son olarak Disney+ için bir dizi çektiniz yakın dönemde. Ondan biraz bahseder misiniz?
Öncelikle şuna değineceğim. Şu siyasi konjonktürde, şu siyasi ortamda bizim kuşağın yönetmenleri artık dizi işini sadece para kazanacakları yahut kendi zanaatlarını geliştirecekleri bir uğraş olarak değil, kendi filmlerini de finanse edecek bir araç olarak görmeye başladılar. Böyle bir gerçek var. Çünkü “Niye dizi çekiyorsun?” diye soruluyor da zaman zaman. Buna peşinen cevap vermiş olayım. Disney Plus'a “Arayış” isimli bir dizi çektik yazın. Bir adada mekân tutmuş mistik bir gruba giren bir kadının arayış hikâyesi. Altı bölümlük bir işti. 2023’te yayınlanacak.