Emin Alper: OHAL'de hissettiklerim Kız Kardeşler'i anlamama çok yardım etti
Emin Alper’in ilk olarak Berlin Film Festivali ana yarışmada görücüye çıkan üçüncü filmi Kız Kardeşler cuma günü vizyona girdi. Aynı zamanda barış imzacısı bir akademisyen olan Emin Alper, çıkışsızlık hikayesi olarak tanımladığı filmini yazarken OHAL döneminde KHK ile ihraç edilen akademisyenlerin durumu ve kendisiyle ilgili kaygıların karakterleri anlamada çok yardımcı olduğunu ifade ediyor.
Emin Alper, Tepenin Ardı ve Abluka'nın ardından çektiği üçüncü
filmi Kız Kardeşler ile şubat ayında Berlin Film Festivali ana
yarışmasında boy göstermişti. Nisan ayında İstanbul Film
Festivali’nde yerli seyircinin karşısına çıkan ve en iyi film
ödülünü kazanan Kız Kardeşler, çocukken besleme olarak verilmiş üç
kız kardeşin yıllar sonra baba evine dönüşü sonrası yaşananları
anlatıyor. Geçit vermez dağların, her türlü tabiat olayının
hapishane duvarları gibi tasarlandığı bir tür çıkışsızlık hikayesi
olarak tanımlayabileceğimiz Kız Kardeşler vesilesiyle Emin Alper
ile bir araya geldik. Filmin ortayı çıkış sürecini, bakanlık
desteği alamayınca kaynak bulmak için yaşadıkları sıkıntıları,
yönetmenin önceki filmlerini masaya yatırdık. Emin Alper’in üç kız
kardeş üzerinden çıkışsızlığı ve çaresizliği anlattığı filmini
yazarken çevresiyle kurduğu ilişkinin filme yansımasını anlattığı
bölümler oldukça ilgi çekici. Kendisi de barış imzacısı bir
akademisyen olan Emin Alper, filmin yaratım süreci ile OHAL dönemi,
KHK ile işlerinden atılan akademisyenler ve kendi yaşadıklarının
birbirine geçişini samimiyetle anlattı. Sözü sahibine
bırakıyoruz.
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Adet olduğu üzere filmin hikayesine dair bir soruyla
başlayalım. “Beslemelik” üzerine bir film yapma fikri nasıl ortaya
çıktı?
Benim büyüdüğüm kasabada çok yaygın bir uygulamaydı
“beslemelik”; ve küçüklüğümden beri de beni çok meşgul eden bir
mevzuydu. Bilmeyenler için anlatayım: Köydeki fakir ailelerden
kasabadaki ailelere birtakım kızlar gönderilir. Bunlar evlat
edinilir. Fakat bu durum hiçbir zaman hukuki bir statüye kavuşmaz.
Yine de evlatlık denilir onlara. Daha da önemlisi bu kızlar hiçbir
zaman ailenin gerçek bir üyesi olarak kabul edilmez. Evde anneye
yardım eder, çocuklara bakar. Belki ilkokul sonuna kadar eğitim
olanakları sağlanır. Kısacası ailenin eşit olmayan bir üyesi olarak
kalır evlenene kadar. Buradaki ev sahibi ailenin misyonu hem ona
daha iyi bir evlilik olanağı yaratmak hem de “medenileştirmek,
okuryazar yapmak”tır. Dolayısıyla ev sahibi aile de bir tür iyilik
yaptığını düşünür. Uzaktan gördüğünüzde o kızın, o ailenin bir
ferdi olmadığını hemen anlarsınız. Okulda en arka sıralarda
otururlar örneğin. Bunlar iç burkucu manzaralardı benim kuşağım
için. Belki de biz geçiş kuşağı olduğumuz için bana hiç doğal
olmayan çok rahatsız edici bir ilişki biçimi gibi gözükmüştü hep.
Benim kafamda rahatsız edici bir imge olarak hep vardı bu kızların
durumu haliyle. Bu arada kalmışlık halinin yarattığı acı,
karakterler üzerinde bıraktığı iz; cinsiyet ve sınıf eşitsizliğinin
kristalleştiği bir durumdu bu benim için ve bunu bir şekilde
anlatmak kafamda hep vardı.
Filmdeki üç kız kardeş karakterin çok iyi yazıldığına
dair yorumlar yapıldı. Sinemada kadın temsiline dair
hassasiyetlerin yoğun olduğu bir dönemde böylesi bir hikayenin
altına girmek biraz da risk taşıyor. Nasıl aştın bu tür
riskleri?
Bunun bir risk olduğunun hep farkındaydım ama yazma aşamasında
beceremezsem fark ederim diye düşündüm hep. O aşamada inanmadığım
bir karakterin, kötü yazılmış diyalogların sırıtacağını düşündüm.
Yazma aşamasında böyle bir his yaşamadığım için de biraz
rahatladım. Ama tabii ki erkeklerin ateş başındaki sahnesinin
diyaloglarını yazarken daha rahattım. Kadın karakterleri yazarken
daha çok düşündüm ve dikkat ettim. Bunun dışında karakterler
bildiğim, tanıdığım karakterler olduğu için yazarken erkek ve kadın
olarak ayırmadım. Ama yazım aşaması bittikten sonra kadın sinemacı
ve feminist arkadaşlarıma okuttum ve onların da fikirlerini aldım.
Nispeten rahatım ama yine de eleştiriler gelecektir diye tahmin
ediyorum.
.
Üç filmin ardından zamansızlık, mekansızlık ve dış
tehdidin varlığı dikkat çekiyor. Bu üç tema Emin Alper sinemasının
alametifarikası haline mi geliyor yoksa denk mi geldi?
Bunların hiçbiri planlanmış değil aslında. Yaratım sürecinde
ortaya çıktığı için ben de sonradan fark ediyorum. Yani film ortaya
çıktıktan sonra. Mekân birliği ve zamanın yoğunlaşması hoşuma
gidiyor sanırım. Bir kompaktlık kazandırıyor filme. Bu film
özelinde dış tehdidin çok geçerli olduğunu düşünmüyorum. Eğer
eşkıya karakterlerini kastediyorsan, ben onları tehdit olarak
kurgulamadım. Benim bu filmde dışarıya dair atfettiğim sıfat
“erişilmesi gereken yer” idi. Sıkışıp kalmış karakterler ulaşılması
gereken yere doğru gitmeye çalışıyorlar. Tehdit aslında tek bir
karakter için söz konusu o da çoban.
Belki filmin hemen girişinde bu iki eşkıya karakterin
oldukça gerilimli bir sahnede karşımıza çıkması böyle
düşündürtüyor.
Anladım. Ama o aslında o çobanın karakterinin kurulduğu
sahneler. Onun da hemen ardından onunla dalga geçiliyor. Ama
akrepleri kastediyorsan evet. O çocuklar için köy hayatının
tehlikelerle dolu olarak tasvir etme amaçlı. Doğa her karakter için
ayrı bir şeyi sembolize etsin istedim. Necati geliyor “Abi ne kadar
güzel burası keşke ben de burada yaşasam” diyor ama aynı doğa çoban
için korkutucu, kızlar için kapatılmışlık hissini besliyor.
Eşkıyalar da benim için son ana kadar çobanın hayali mi yoksa
gerçek mi bilinemesin istediğim.
Peki, eşkıyalardan birisini sen oynuyorsun. Buna nasıl
karar verdin?
O biraz mecburiyetten. O rolü Berkay Ateş istiyordu çok, ben de
o oynasın istiyordum. Fakat program çıktığında ulaşım güçlükleri ve
Berkay’ın programı nedeniyle imkânsız hale geldi. O zaman ben bunu
hallederim dedim. Yanıma da yapım koordinatörü Selim Güntürkün’ü
aldım.
Özlenen bir yer olarak dışarısı Çehov’un Üç Kız Kardeş
adlı öyküsüyle de paralellik taşıyor. Berlin’deki gösterimin
ardından bu türdeki bir soruya bir başka hikayesi “Çukurda”dan daha
çok ilham aldığını söylemiştin. Türkiye sinemasında taşra değince
Çehov hep önemli bir referans oluyor. Oysa Türkiye edebiyatı da
taşra anlatısı ve tasviri açısından oldukça zengin. Bu durumu nasıl
değerlendiriyorsun, neden yerli edebiyat değil de
Çehov?
Çehov referansının Türkiye’de bu kadar yaygın olması tesadüf
değil. Fakat benim bu hikayede tek beslendiğim kaynak Çehov değil.
Kemal Tahir de var. Köy romanları da var. Hatta bazı yerlerde kimi
eleştirmen arkadaşlara isyan ettim. Taşra derken sürekli sinema
aklınıza geliyor. Bir Fakir Baykurt’a, Kemal Tahir’e bakın onlara
baktığınız zaman bu film aslında farklı bir yerde durmuyor. Olumlu
anlamda bir sürü insan “taşra sinemasının dışında, onu kırıyor”
falan demişti. Bu tür yorumları garipsiyorum çünkü taşranın tek
temsili ne son 20 seneyle ne de sinemayla sınırlı. Bu anlamda bu
filmin bizim edebiyatımıza çok yaslanan bir film olduğunu
düşünüyorum. Hep söylüyorum Çehov kaynaklardan birisi. Onun neden
bu kadar sevildiği meselesine gelince; öncelikle muazzam bir
kaynak. Çehov’un ve genel olarak Rus edebiyatının meseleleriyle
bizimkisi çok benzer. Fakirlik, az gelişmişlik, kır hayatının
sıkıntıları ve değişmezliği, dışarıdan gelen aydının bu değişmezlik
karşısındaki sıkıntıları, köylü-şehirli temsilleri, Doğu-Batı
karşıtlığı, modernleşmenin sancıları… Bunlar bizim de yaşadığımız
tecrübeler. Ama altını çiziyorum benin için yukarıda andıklarım
dışında Yaşar Kemal, Orhan Kemal de çok önemli. Tepenin Ardı'ndan
sonra Yaşar Kemal’in filmin referanslarından birisi olduğunu birkaç
kez söylemiştim. Benim için sadece Türkiye edebiyatı değil,
1960’lardan sonra sinema da önemli bir kaynak.
1960’ların Türkiye sosyolojisine bakıldığında kır
(taşra, köy) anlatısının baskınlığı çok anlaşılabilir. Bu noktada
benim anlamadığım bugünün Türkiye’sinde, sen de dahil olmak üzere,
sinemanın bir türlü kente gelememesi. Geldiğinde de “Abluka” gibi
ancak periferiye kadar gelebilmesi. Bir türlü kent anlatısına
dönüşememek, kentin dönüşümüne refleks gösterememek benim
gözlediğim bir durum yeni sinemada.
Ben kendi adıma Kız Kardeşler'i taşra hayatını anlatan, köy
hayatını resmeden bir film olarak algılamıyorum. Genel olarak
eşitsizlik üzerine bir film. Eşitliksizliklerin insan ruhu
üzerindeki yaraları üzerine bir film. Sadece bunun en uygun
malzemelerinden biri beslemelikti, o da beni köye götürdü. Tepenin
Ardı için de aynı şeyi söyleyebilirim. Benim için de oradaki mesele
düşmanlıktı. Sosyolojik- antropolojik ilgi değil beni burada motive
eden. Ben daha çok bu meseleyi en keskin ve en doğru bir biçimde
nerede, nasıl anlatabilirim ile ilgileniyorum.
.
Senin sinemanın ana dayanaklarından birisi de atmosfer
duygusu. Ama güçlü atmosfer kurmak ve bütün film boyunca bunu canlı
tutmak büyük risk. Bu riski her defasında alıyor musun, yoksa başka
türlüsünü bilmiyor musun?
Bunu hep söylüyorum. Atmosfer oluşturma hikayeden bağımsız
değil. Yani hikaye oluştuktan sonra şimdi atmosferi nasıl kurayım
diye düşünmüyorum. Hikaye zaten tek bir gecede geçince, bunun kendi
içinde bir atmosferi oluşuyor. Dolayısıyla kendiliğinden çıkıyor.
Hikaye çıktığı zaman, burada güçlü bir atmosfer olacak hissini ben
de yaşıyorum. Belki bundan sonraki filmde o kadar da güçlü bir
atmosfer çıkmayacak ya da hikaye onu gerektirmeyecek. Bilemiyorum.
Galiba hikâyedeki güçlü atmosfer ihtiyacını kuran şey o az önce
bahsettiğimiz zaman-mekân birliği. Abluka'da da tek bir mekâna
sıkışıp kalma durumu vardı mesela. O da birkaç gün içinde
geçiyordu. Senaryolardan çıkan sıkışmışlık hissini ben de görsel
olarak güçlendirmeye çalışıyorum sadece.
Bu sıkışmışlık hissinin bu güne dair söyledikleri de var
hiç kuşkusuz.
Tabii ki. Bütün filmlerde vardı. Burada da var. Kız Kardeşler'in
yazım aşaması ile OHAL döneminde KHK tehdidi yaşadığımız dönem
paralel gitti. Birçok arkadaşımız KHK’lı oldu. Ben bu anlamda
şanslıydım ve yırtabilen azınlık arasında yer aldım. Onların
sıkışmışlığını, burada işsiz güçsüz kalmalarını, hayatlarını idame
ettiremeyecek hale gelmelerini, pasaportları ellerinden alındığı
için yurt dışına çıkamamalarını bizzat gözlemledim ve bu tehdidi
doğrudan yaşadım. Ben de Avrupa’ya gidip, biriktirdiğim her şeyi
bütün kariyerimi burada bırakıp ikinci sınıf bir göçmen olarak mı
hayatımı sürdürmeliyim yoksa burada sıkıntılar içerisinde yaşamak
mı benim için daha iyidir ikilemini çok yaşadım. Bu durum
hikayedeki kız kardeşleri anlamama çok yardım etti.
Filmle ilgili hem yurt dışında hem de Türkiye’de fazlaca
Nuri Bilge Ceylan göndermesi yapıldı. Buna ne
diyorsun?
Yurt dışında yapılması çok anlaşılır çünkü ondan başka bir isim
bilmiyorlar. Türkiye’de de yapıldı. Özellikle fragman
yayınlandıktan sonra sadece fragmana bakarak çok yapıldı. Olumsuz
anlamda tabii. Filmi görünce kırıldı Allah’tan bu. Bir taraftan bu
film özelinde çok da şaşırtıcı değil. Taşra hikayesi var, Çehov
bağlantısı var. Onun sahnelerine benzeyen bir ateş başı sahnesi
var. Bunların farkındaydım. Ama bu konuda kendimi baskı altına
almıyorum. Öyle bir tedirginliğim olmuyor yazarken. Hatta bazı
arkadaşlar okuduklarında kimi sahnelerin benzerliğine dikkat
çektiler. Ben de “etkilendim ne olacak ki” dedim. Ki etkilendim de
zaten. Bunda ayıp da yok, yadırganacak bir şey de yok. Ben bu
filmin her şeyiyle bana ait olduğunu hissediyorsam sorun yoktur.
Bizden önceki sinemacılar kuşağının hepsinin üzerimde etkisi var.
Olmaması da garip olurdu. Örneğin Nuri Bilge Ceylan sinemasını
bilmeseydim on dakikalık ateş başı sahnesini yazamayabilirdim. O
bize şunu gösterdi ki iyi yazılır ve iyi oynanırsa bu tür sahneler
çok lezzetli olabiliyor. Ama iki genel plan manzara, bir ateş başı
görünce de insanların hemen yakıştırma yapmasından sıkılıyorum.
Önce bir filmi izleyin hele.
Tepenin Ardı ve Abluka'nın ardından filmlerindeki
alegori çokça dile getirildi. Kız Kardeşler'de biraz azalmış gibi.
Önceki tartışmalardan etkilendin mi?
Tam aksine. Ben Abluka'da da itiraz etmiştim buna. Ama alegori
olarak okunmasını anlayabiliyorum. Bu filmde de öyle. Alegori
niyetiyle oturup yazmadım ama bu filme dair de öyle yazılar da
çıktı. Biraz önce anlattığım Barış İçin Akademisyenler’in durumunun
bir alegorisi olarak okunabilir tabii. Olağanüstü Hal'de bize
yaşatılan sıkışmışlık halinin alegorisi olarak okunabilir. Benim
bilinçli olarak alegoriyi kullandığım film Tepenin Ardı'dır. Bir de
Abluka'daki köpek avlama sahnesidir. Bu filmde de özel olarak
alegori tasarlamadım. Alegoriyi bazıları övgü bazıları yergi olarak
kullanıyor. Ben alegoride yerilecek bir şey görmüyorum. Hikayeyi
zenginleştiren bir şey benim için. Alegori olarak okunmadığı zaman
film bize, insana dair bir şey söylüyor mu? Seyirciyi başka
dünyalara götürebiliyor mu? Bunları yapabiliyorsa bir film, üzerine
alegorinin eklenmesi onu daha da zenginleştirir. “Alegori bizi tek
bir okumaya yönlendiriyor” diye eleştiriler var. Bence bu bir tek
Tepenin Ardı için geçerli. Üstelik orada bile ben seyirciden
onlarca farklı okuma duydum. Seyircinin okuma zenginliğini
kısıtlamanız elinizde değil zaten. Örneğin Kız Kardeşler'i alegorik
olarak okusanız bile herkes farklı bir biçimde farklı şeylerin
alegorisi olarak okuyacaktır diye düşünüyorum. Bir de alegorinin
bizim gibi ülkelerde kaçınılması çok zor bir şey olduğunu
düşünüyorum. Fredric Jameson’ın “Tüm üçüncü dünya metinleri zorunlu
olarak, çok özel bir biçimde alegorik metinlerdir” şeklinde bir
iddiası var. Bunun kabaca açıklaması “ Üçüncü dünya entelektüelinin
kafasında her zaman memleket vardır” şeklinde. Hikayelerini
anlatırken memlekete dair laf söylemeden duramamak hali bu. Bunu
bazı arkadaşlar akademik olmakla ilişkilendiriyor ama ben bunu hep
söylüyorum, bununla değil üçüncü dünya entelektüeli olmakla ilgisi
var daha çok. Ne anlatırsanız anlatın memleketin genel haline dair
bir resim çizme, bir laf söyleme isteğinden kaynaklanıyor bu.
Filmlerin hakkında yapılan eleştirileri ne kadar ciddiye
alıyorsun?
Çok açık söylemek gerekirse, benim filmi kafamda bir yere
oturtmak altı ay bir yılı buluyor. Eleştirileri okuyorum ve genelde
ilk tepkim katılmamak oluyor tabii. Ne alakası var, diyorum. Tabii
olumsuz eleştirilere dair söylüyorum bunu. Ama bir yıl sonra tekrar
izlediğimde “ha bunu kastetmiş” diye düşünüyorum. Katılsam da
katılmasam da. Bazılarına katılıyorum, bazılarına katılmıyorum.
Katılmasam da anlıyorum. Eleştiriyi ikiye ayırabilirim.
Katılmadığım ama anladığım eleştiriler, anladığım ve katıldığım ama
filmin geneli ve akışı açısından kaçınmanın zor olduğunu düşündüğüm
eleştiriler. Bir de tabi hiç anlamadığım eleştiriler var. En çok
etkilendiğim eleştiri kendimin de zayıflığını fark ettiğim
noktalarda gelince oluyor. Eleştiri sürecinde o kadar çok farklı ve
hatta birbiriyle çelişen eleştiri geliyor ki en sonunda yine siz
kendi kendinizle baş başa kalıyorsunuz. Dolayısıyla ya sizin de
şüphelendiğiniz noktalardan gelen eleştiri ya da çok ciddi bir
fikir birliği ile gelen eleştiri sizi gerçekten etkiliyor.
Kız Kardeşler'in Kültür Bakanlığı desteği alamaması o
dönem oldukça konuşulmuştu. Bir sonraki filmin için destek
alabildin. Ne oldu, ne değişti?
Bizim için kolay bir süreç değildi. Destek alamamamız o karanlık
günlerde, benim karanlığımı besleyen unsurlardan birisiydi. Bir
yandan her an okuldan atılma endişesi, sürekli KHK listelerine
bakıyorum. Bari sinema yapayım diyorum. Orada da yolumuz kapalı.
Sadece bana değil muhalif olarak bilinen hiçbir sinemacıya da
çıkmadı. Biz bunu nasıl aşacağız meselesiydi sürekli üzerine
düşündüğümüz. Kendi ayaklarımız üzerine durabilecek miyiz? Bizim
için asıl meydan okumalardan birisi buydu ve çok zorlandık.
İnsanlar “Ya sen Emin Alper’sin çekersin” diyordu. Hiç öyle
olmuyor. İnsanların sokağa atacak parası yok. Ne kadar çok
kazansalar da yok. Büyük şirketler için de öyle. Bir dizinin bir
bölümünün parasını verseniz bir film sahibi olacaksınız diye
düşünüyoruz ama öyle olmuyor. Neyse ki bu süreci atlattık. Yeni
proje açısından da şöyle bir durum oldu. Filmin Berlin’de ana
yarışmaya kabul edilmesiyle bizim bakanlığa başvurmamız üst üste
geldi. Biraz bakanlıkta bir mahcubiyet vardı. Tolga Karaçelik’in
filminin başarısı üzerine, bizim film gelince sektörde “ayıp
ediyorsunuz” söylemleri artmıştı. Bunun etkisinin olduğunu
düşünüyorum yeni projeye destek çıkmasında. Ki bu proje daha
politik, daha rahatsız edici ögeleri olan bir proje. Açıkçası
şimdilik bu filmi kurtardığımızı düşünüyorum. Türkiye’de ciddi
değişiklikler olmadığı sürece uzun vadede kendi geleceğimiz
açısından da iyimser değilim.
Yeni filme dair kısa bir bilgi alsak…
Bir kasabada geçiyor. Yine taşra… Bu kez kasaba ama… Kasabada
bir savcıyla belediye başkanını mücadelesi. Politik göndermeleri
olan, alegori de olarak okunabilecek ama benim için çok başka
katmanları olan bir hikaye.