Emine Ayhan: Çeviri değişimin bir failidir

Çevirmen Emine Ayhan, Marshall Sahlins, Rita Felski ve Terry Eagleton gibi yazarların çeşitli eserlerini dilimize kazandırdı. Ayhan ile çevirmenliği, çeviriyi ve çevirmenlerin sorunlarını konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduktan sonra Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde yüksek lisans yapan Emine Ayhan, uzun yıllardır çeviri yapıyor. “Edebiyat ve dilin olanakları birçok kişi gibi benim için de hayata dayatılan, bedenleri yakalayan grilikten, yavanlıktan başka bir şeyin hem olanağını, hem ta kendisini sundu, o yüzden varolan sistem içinde el yordamıyla dil-edebiyata yöneldim. Sonra bu yöneliş daha bilinçli bir şey halini aldı ve sanatlar, beşeri bilimler, felsefeler, mitolojiler, yani başka diller geldi, böyle gidiyor” diyerek çeviriyle olan ilişkisini anlatan Ayhan ile çevirinin varoluşunu, biçimlenişini, finansal yapısını ve Türkiye’deki sorunlarını konuştuk.

Emine Ayhan

Klasik olarak başlayalım. Sizi tanıyalım öncelikle…

Edebiyat ve dilin olanakları birçok kişi gibi benim için de hayata dayatılan, bedenleri yakalayan grilikten, yavanlıktan başka bir şeyin hem olanağını, hem ta kendisini sundu, o yüzden var olan sistem içinde el yordamıyla dil-edebiyata yöneldim. Sonra bu yöneliş daha bilinçli bir şey halini aldı ve sanatlar, beşeri bilimler, felsefeler, mitolojiler, yani başka diller geldi, böyle gidiyor. Şu an hem ALFA Yayınları’ndan çıkan Shakespeare çeviri edisyonunun editörlüğünü yapıyorum, hem de Shakespeare tiyatrosu ile İngiliz Rönesansı üzerine çalışıyorum. Kafka ve iktidar üzerine düşünüyor, okuyor, yazıyorum. Bunun dışında geçinmek için başka çeviriler de alıyorum mecburen. Okuduğum her edebiyat metninin, dünyadaki bulunuşu başka başka biçimlerle ifade etmesi, yarattığı dille kendine ifade özgürlüğü vermesi, bu olanaklılık alanını gören herkes için açabilmesi hayatta en çok etkilendiğim şeylerden biri.

Çeviri konusunda hemen herkesin bir fikri var. Siz, bir çevirmen olarak çeviriyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Çeviri hem bir dilden başka bir dile metin çevirisi gibi düz anlamıyla, hem de kültürler ve söylemler arasında yapılan her türden yorum işçiliği gibi mecazi veya simgesel diyebileceğimiz anlamıyla, yaşadığımız dünya kadar geniş ve çoklu bir alanı kuşattığından, bu konuda beylik laflar etmek istemem. Ama lafı uzatmak pahasına bir şeyler söylemem gerekirse, kültürler özneleri ürettiği oranda kuşatan dilsel, yani anlamsal ağlarsa şayet, çeviri edimi her iki anlamıyla da öncelikle değişimin bir failidir. Çünkü insanın bir dil varlığı olduğunu söylemek kabaca, onun anlamsal ve fiili dünyasını, dolayısıyla kendisini dille yaratıp şekillendirdiğini söylemektir. Çeviri ise, bir dilin işaret ederek belli bir bağlamda var ettiği herhangi bir fenomenin başka bir dilde yer ve anlam değiştirdiğini bize gösteren o çoğaltıcı ve vazgeçilmez yolculuktur.

Çok severek çevirdiğim Lewis Hyde’ın gene geniş anlamıyla çeviri edimiyle bağlantılı olarak verdiği mitolojik bir örnek geliyor aklıma. Odysseia’nın bir yerinde Poseidon, Odysseus’a bir görev verir. Buna göre, Odysseus kullandığı bir gemici küreğini alacak ve onu bir harman savurma yabası sanan, yani denize o denli yabancı olan birine rastlayana kadar karanın iç kısımlarında yolculuk edecektir. Odysseus karanın iç kısımlarına yaptığı bu yolculukta bir denizci olarak ona göre sadece gemici küreği olan şeyin, başkalarının dünyasında yaba olabileceğini, daha başka dünyalarda daha başka anlamlar, işlevler yüklenebileceğini öğrenir. Farklı bir anlam dünyasıyla bu karşılaşması Odysseus’un dünyasında da genişlemeye, esnemeye, çoğalmaya yol açar. Biz de her tür totalleştirici, tekleştirici veya totaliter dilin en temel esprisinin istisnasız, insanları değişmez ve ezici anlam dünyalarına, gerçekliklere hapsederek sınırlandırmak olduğunu kabul ediyorsak, anlamların, dolayısıyla şeylerin ve yerlerinin değişken, değiştirilebilir olduğunu doğrudan gördüğümüz bir uzamdır çeviri. Çünkü anlam sabit bir kategori değil, her durumda en az iki şey arasındaki harekete, ilişkiye ait, oluş halinde bir kategori. Hem mesleki hem de simgesel anlamıyla çevirmense o arada gidip gelen ve gittiği yerlerden çoğalan, değişen anlamlar, yeni diller, yeni eklemlenişler getiren bir seyyah, bir haberci, bir değişim müjdecisidir. Çeviriyi bu geniş anlamıyla çok önemsiyor ve zanaat olarak çeviriyi de bu geniş anlamdan ayrı göremiyorum. Dünyamız kocaman zengin bir yer ve eğer “insan” diliyle anlamlar ve tüm varlıklar üzerinde iktidar kurarak, açgözlü toplumlar ve zorbaca medeniyetler üreterek, ölümcül tarihler yazarak bu dünyayı zindana çevirdiği gibi, güzelleştirme imkânına da sahipse, yani bu onun sonsuz varoluşa karşı bir sorumluluğuysa, bu her şeyden önce dilinin neler yapabildiğini görebilmesi ve onun sorumluluğunu almasıyla mümkün bana göre. Yani kendisi için bir lanet olabilecek dili, bir lütfa çevirebilmesi onun kudretini ve sınırını farketmesine bağlı. Madem toplum, kültür, uygarlık, yani mayası dil olan her şey bizim için kaçınılmaz, o halde, dünyanın zenginliğine yakışır bir beşeri esnekliğe talip olmak, dillerin çokluğunu (sadece insan dillerinin değil, tüm dünya varlıklarından yükselen dilsel titreşimlerin de oluşturduğu bu çokluğu), dolayısıyla dünyaların çokluğunu, değişken suretlerini şükranla görme ve kendi anlam dünyasını bir tür çeviri işçiliğiyle genişletme kapasitesinden geçiyor. Sorunuzu böyle geniş bir bağlama çekerek hem dar mesleki anlamın sıkıcılığından, hem de ülkemizde çevirinin ve yayın işçiliğinin halen sigortasız kaçak işçilik statüsünde olduğu gerçeğinin daraltıcılığından kaçmış oldum. İyi de yaptım kanımca.

Bir kültür aktarımı yolu olan çeviri, uyarlamaya ne derecede dâhil edilebilir? Kültür karşılıklarının bağlayıcı yönünü nasıl açıklarsınız?

Öncelikle, bir kültürün başka bir kültüre tam bir aktarımından bahsedemeyiz, kültür insanlar arasındaki sembolik ve maddi ilişkilerin bir ürünüyse, bu gayet somut gerekçelerle mümkün değil. Uyarlama/adaptasyon ve çeviri sözcüklerinin bu şekilde yan yana, karşı karşıya konduğunu görüyorum. Sanırım, bu kullanıma göre, çeviri daha eksiksiz, motamot veya belki sözüm ona daha nesnel standartlara göre değerlendirilebilecek bir aktarım tarzını çağrıştırırken, uyarlamada daha serbest, hatta daha “yaratıcı” bir aktarımdan bahsedilmiş oluyor. Eğer böyleyse, bir metni çevirmek ile adapte etmek arasında, yani bu iki aktarım tarzı arasında sadakat ve yaratıcılık açısından bir derece farkı olduğunu varsayıyoruz demek ki bugün.

Cumhuriyetin ilk onyıllarında Batı dillerinden yapılan çevirilere baktığımızda, bu iki kavram arasındaki sınırın yer yer bulanıklaştığını görüyoruz, bu da kavramların tarihsel olarak nasıl değiştiğini görmek için üzerinde düşünmeye değer bir şey. Bu yıllarda çevirmenlerin özellikle sosyal bilim metinleri söz konusu olduğunda, özgün metinlerde bir tür sorumlu “aydın” vazifesi üstlenerek, özgün metinlerde okurun halihazır anlam dünyasına hitap edeceği varsayılan “kolaylaştırıcı” ve her halükârda ideolojik çıkarma ve eklemeler yaptığını görürüz. Bugün karşımıza böyle bir metin çeviri sıfatıyla çıksa, büyük ihtimale intihal, daha iyi ihtimalle uyarlama, iktibas, esinlenme falan olduğunu söyleriz. Ama bahsettiğimiz dönemler için bu kabul gören bir uygulamaydı ve bunun arkasında birçok tarihsel, ideolojik etken vardı: cumhuriyet aydınına atfedilen işlev, yerleşikleşmemiş yeni bir resmi dilin içinden “Batı”nın düşünce dünyasıyla adeta kolektif bir benlik krizi gibi yaşanan bir karşılaşma, okuryazarlık oranı hayli düşük bir toplumun milli edebi eğitimi, vs.

Daha gerilere, yani Osmanlı modernleşmesi öncesine gidince ise, çoğu Doğu dillerinden yapılan çevirilerin, özgün metne konum alışlarına göre onlarca kategoriye ayrıldığını, bu aktarım tarzlarının ise onlarca farklı isimle anıldığını biliyoruz. Çev-Bir’in seneler önce çeviribilimci Cemal Demircioğlu’yla düzenlediği bir söyleşide, Demircioğlu’nun Tanzimat döneminde çeviri etkinliğini konu alan doktora tezini kendisinden dinleme fırsatı bulmuştum. Tanzimat öncesinde bu kadar çeşitli ve serbest çeviri veya aktarım tarzının olduğunu, her birinin de birer zanaat olarak tanındığını öğrenmek beni şaşırtmışı. Osmanlı bağlamında çeviride “sadakat” kavramının modernleşmeyle, yani tarihsel ilerleme adına yakalanması gereken ideal bir standart, eksiksiz bir bütünlük imgesi olarak Batı’yla, Batılı metinlerle karşılaşma sonrasında devreye girdiğini öğrenmek hayli aydınlatıcı olmuştu. Çeviri kurumu da modernleşmeyle beraber birçok kurum gibi bir standartlaşma sürecine girmişti ve bu öyle bir standartlaşma ki, bugün, iki yüz yıldan kısa süre önce metinlerinin aktarımıında böyle bir çeşitlilik olabileceği aklımıza bile gelmiyor. Bugün ortalama bir kültür sohbetinde çeviri denince sınırlı bir merakla sorulan, resmen klişeye dönüşmüş soru şudur, öyle ki bu soruyla karşılamayan bir çevirmen olduğunu sanmıyorum: “Can Yücel çevirileri çeviri midir yoksa uyarlama vs. midir?” Can Yücel çok şey öğrendiğimiz, esin verici bir çevirmen, güzide bir dil işçisi ama konu bu değil. Konu, bizim modern kategorilerimizin metinler arasındaki yaratıcı aktarım ilişkisinin boyutlarını kavramaktan çok uzak olması. Konu, modern anlamıyla çeviri edimini kaynak metin ile hedef metin arasında eksiksiz bir aktarımdan ibaret görmemiz, çeviriden böyle bir eksiksizlik, böyle bir teknik kesinlik beklememiz. Sorun, özgün metin ile çeviri metin arasındaki ilişkiyi, beşeri yaratımın tabiatına aykırı biçimde, tam bir özdeşlik, motamotluk ilişkisi olarak düşünmemiz ve kültürel/dilsel bağlamlar arasındaki indirgenemez farklılıkları bir çırpıda, idealleştirilmiş, yavan bir özdeşlik fikrine feda etmemiz. Bu bakış haliyle, modern kapitalist ilişkilenme biçimlerine uygun olarak, (bu ister çeviri ister özgün metin, ister bilimsel ister edebi metin olsun) metinlerin somut üretim süreçlerini, taşındıkları bağlamlara göre geçirdikleri özgül değişimleri, dünyayla ve birbirleriyle kurdukları ilişkilerin çokboyutluluğunu kıymetlendirmeye yetmiyor.

İyimser Olmayan Umut, Terry Eagleton, çeviri: Emine Ayhan, 192 syf., Ayrıntı Yayınları, 2016.

'ANLAMAYA YÖNELİK SORULARA YER AÇILIYOR'

Kabaca örnek vermek gerekirse, ben bugün Shakespeare çevirileri yapıyor ve her bir çeviriyi bir edisyon olarak hazırlıyorum, yani türlü kaynaklara giderek sunuşlar yazıyor, notlar düşüyorum. Bundan dört yüz yıl önce o günün ve yerin matbuat koşullarında sonradan yazı düzenine geçirilmiş, yani esasen okunmak için değil, oynanmak için yazılmış tiyatro metinlerinden bahsediyoruz. Bizim modern kültürel dünyamızdan her ama her anlamda çok farklı bir dünyaya düşmüş metinsel ve performatif varlıklar bunlar. Bu metinlerle aramızda kuşkusuz bir Söz yakınlığı olduğu kadar, çokyönlü bir uzaklık, bir mesafe var: Zamansal, mekânsal, bağlamsal, dilsel, duyumsal, vs. bir mesafe. Her şey düpedüz farklı ve bu güzel; bize bildiğimizden çok farklı dünyalar, çok farklı öznellikler vs. olabileceğini hatırlatıyor. Şimdi soru şu: Çeviri bu mesafeyi tamamen kapatabilir, bu farkları “güvenli” ve “sorunsuz” bir okuma deneyimi sunmak adına ortadan kaldırabilir mi? Yoksa okuru bu farklara maruz bırakmak, bu farkları açık etmek mi daha bereketli bir karşılaşma sunar? Katedilemez mesafeler, indirgenemez farklar bir sorun mudur yoksa asıl sorun modern mükemmeliyet, eksiksizlik, mutlak yakınlık arzumuzda mı? Metinler bizi kendi öznelliğimize, kendi arzularımıza şüpheyle bakmaya yöneltiyor, neyse ki. Ben de bu çeviri yaparken, farkı “eksiksiz bir çeviri” vaadiyle silmek yerine, çeviriye tam da farkı işaret eden yüzlerce not ekleme ihtiyacı duyuyorum. Bu metinleri bundan başka bir zamanda ya da başka bir dil bağlamında çevirip yayına hazırlasaydım, ortaya başka bir şey çıkardı. Bugün şairin kendi ülkesi olan İngiltere’de bile belli aralıklarla Shakespeare edisyonları hazırlanıyor. Demek ki, (şayet böyle bir şey varsa) “aynı dili” konuşmak bile farkı ve mesafeyi ortadan kaldırmıyor. Demek ki, farklar ve mesafeler hep yeni bakma, anlama, yorumlama biçimlerine gebe. Değişim iki şey arasındaki özdeşlikte değil, tam da o arada ortaya çıkıyor, metinlerin yolculukları, tıpkı Odysseus’un yolculuğu gibi bize bunu öğretiyor.

Çeviri-uyarlama konusuna dönersek, “Can Yücel ne yapıyor?” sorusunu, şayet bunu gerçekten merak ediyorsak, başka sorularla detaylandrmak mümkün. Can Yücel örneğin bir Shakespeare oyununu hangi tarihsel ve söylemsel bağlamda, hangi bağlam için çeviriyor? Hangi Shakespeare söylemleriyle konuşuyor, hangilerini yerinden ediyor? Can Yücel çevirisinde veya uyarlamasında nasıl bir yorum ve eleştiri faaliyeti var? Metinle nasıl bir ilişki kuruyor ve bu ilişkiyi nasıl işlevselleştiriyor? Şimdi tek tek örneklere bakabilir miyiz? Bu gibi sorular sorduğumuzda, artık bir metnin neliği (çeviri, uyarlama, esinleniş, şu bu) önemini yitiriyor ve nasıl, neden gibi, üretimin niteliğini, sürecini, etkisini anlamaya yönelik sorulara yer açılıyor.

Editör-çevirmen ilişkisi nasıl yürüyor?

Türkiye’de yayıncılık alanında (ya da cangılında mı demeli?) halen oturmuş bir işbölümünden bahsetmek mümkün değil. Bir kere, belli bir yayın politikası benimsemiş olan ve bu politikayı önemsediği için, bünyesinde, çeviri metinleri yayına hazırlama işi için sadece kurumsal editörler çalıştıran yayınevi sayısı bir elin parmakları kadar bile yok. Çoğu yayınevi (düzenli maaş, sigorta, yol, yemek masrafları gibi) sabit giderlerden kısmak için ya hiç metin editörü çalıştırmıyor (editör sıfatıyla çalıştırılan kişiler ise genelde yazışma, can sıkıcı ödeme görüşmeleri, kitap seçimi, arka kapak yazısı yazma, metinlerdeki görünür hataları son anda rötuşlayıp matbaaya yetiştirme, kitap fuarlarında stant bekleme, yayınevine gelen misafirleri ağırlama, kitap kargolama, kitap “lansmanı” gibi elli türlü işle ilgileniyor, gerçekten kolay gelsin). Ya da bir yayınevi, bünyesinde belli sayıda metin editörü çalıştırsa bile, mutlak kâr hedefleri doğrultusunda çok fazla sayıda kitabı çok hızlı bastıkları için, bu işin (büyük) bir kısmını yine, parça başı çok düşük ücretlendirdiği “redaktör” dediğimiz, dışarıdan çalışan serbest işçilere yaptırma yoluna gidiyor. Bu kaotik koşullarda da ideal bir editör-çevirmen ilişkisinden, iyi bir üretimden bahsetmek genelde mümkün olmuyor, çünkü çeviri editörün masasına ulaştığında bu iyi veya kötü bir sürpriz oluyor. Salt kâr amaçlı yayınevlerinin üretim sürecini rastlantılara bırakan bu tutumunu basılı kitaplardaki türlü özensizlikten de görmek mümkün. Böyle olunca, bir kitabın yayına hazırlanma sürecinde, çevirmen, editör/redaktör, son okumacı (varsa tabii), dizgici, herkes kendi izole faaliyet alanında, birbirinden habersiz iş yetiştirmeye ayarlı, çünkü patron piyasaya sürecek meta bekler, gerisini anlamaz. Her özensiz telif kitabın altında, çoğu kez sanıldığı gibi sadece kötü bir çevirmen değil, üreticiye (çevirmen, redaktör, editör, dizgici, son okumacı, vs.) en düşük ücreti vererek (mümkünse hatta vermeyerek) asgari zamanda azami meta üretimiyle azami kâr elde etmeyi amaçlayan hakim bir tüccar-yayıncı zihniyeti vardır. Böyle bir zihniyetin de ne ürün niteliğiyle ortak kültürel mirasa bir katkı sağlama niyeti gütmesi, ne de (emekçiyi geçtim) tüketiciye/okura saygı göstermesi beklenebilir haliyle. Ben bu konuda bir tür tüketici bilincini önemsiyorum, çünkü okur kitaba para veriyorsa, memnun kalmadığı (okunaksız) ürünü iade etme hakkını çekinmeden kullanmalı. Çünkü görünüşe göre, kitabı büsbütün metaya indirgediği halde “ürün kalitesini” hiçe sayan bu zihniyet üzerinde en etkili olabilecek yollardan biri tüketici yaptırımı. Yayın emekçileri açısındansa, kooperatif tarzı, yani üretime yönelik örgütlenme ileriki zamanlar için kaçınılmaz görünüyor.

'İDEAL KOŞULLARDA ÇEVİRMENDEN BAŞKA FAİLLER OLDUĞUNU GÖZ ÖNÜNDE TUTMALIYIZ'

Ama ideal koşullarda, çeviri bir kitabın yayına hazırlanma sürecinde çevirmenden başka failler olduğunu göz önünde tutmalıyız. Her ürün, her meta gibi kitap da arkasındaki çoklu bir üretim süreci barındırıyor ve bunu “gizliyor.” İdeal bir yayınevi editörü hangi çevirmenle hangi kitabın çalışılabileceği hakkında fikir ve deneyim sahibidir. Çeviri sürecinde çevirmenle metin editörü tartışmalı terimler, söyleyişler, vs. üzerinde fikir alışverişi yapar ve birlikte karar alır. Bu aşamalı ortak çalışma için de yeterli zaman olması gerekir, yani iyi bir kitabın hazırlanması piyasanın aceleciliğine gelmez. Tabii, bu zamanı ve özeni göstermelerine olanak tanıyacak şekilde ücretlendirildiklerini varsayıyoruz. Ben çeviriye ilk başladığımda bu şekilde çalışma olanağı bulduğum tek bir yayıneviyle çalıştım. Benim için gittiğim bütün okullardan daha öğretici olduğunu söylemeliyim. Üstelik, bir editörün çeviriye henüz başlamış bir çevirmene bile uzun saatler ayırması gerekmediğini de gördüm bu yapıcı ilişki için; sadece biraz özen yetiyor. Bu daha çok, başta da dediğim gibi, yayınevinin belli bir politika (hani yayın çizgisi denen) benimsemiş olması, yani yaptığı işe kârın ötesinde saygı duyması ve yayınevi bünyesinde biriken tecrübeyi sistemli bir şekilde aktarabilmesi, hem okurla hem de bu işle ilgilenecek olanlarla paylaşabilmesiyle ilgili bir şey. Yayıncılık özenli bir bilgi ve tecrübe paylaşımına dayalı bir faaliyet olarak yapıldığında gerçekten çok eğlenceli ve değerli bir şey, çünkü her aşamasında hayli beşeri bir üretimden bahsediyoruz. Bu işin hakkı ancak, kitaplara birer metanın ötesinde, yayın sürecine dahil olan kişileri de asgari ücretle iş yetiştirmesi gereken izole birer dişli olmanın ötesinde değerlendirebilen kıymet bilir bir anlayışla verilebilir. Bu sistemik kötü koşullara rağmen, işler bir şekilde canlılıkla yürüyorsa, bu, kötü iş yapmaya vicdanı elvermeyen, her şeye karşın elinden gelenin en iyisini yapan çevirmenler, editörler, düzeltmenler sayesinde mümkün oluyor. Teşekkürler.

Edebiyat Ne İşe Yarar?, Rita Felski, çeviri: Emine Ayhan, 176 syf., Metis Yayınları, 2010.

Sizin için bir metnin “çevrilebilir” olmasının gerekçesi nedir?

Her metin çevrilebilirdir, yeter ki, onu duyup üzerinde ince ince çalışacak bir çevirmenle, onu alımlamaya (hazır olmasa bile) açık bir dil ve kültür ortamıyla buluşsun. Çevirmen, editör ve yayıncı bir metnin neden çevrilip yayımlanması gerektiğini belli bir kültürel değer duygusuyla takdir edebiliyorsa, o metin çevrilebilirdir. Çevrilemez olduğu söylenen sayısız metin de çevriliyor ve er ya da geç alımlayıcısıyla buluşuyor zaten. Çevrilemezlik söylemininse, son derece somut bir beşeri emek biçimi olan çeviri edimini tüketici bir bakış açısından egzotikleştiren, burjuva kültür piyasasının sonu gelmeyen yavan mitlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Kitaplar ve diğer kültür ürünleri üzerinde böyle sözümona büyülü haleler yaratan mitler genellikle, o ürünler için harcanan somut emeği ya hesaptan düşerek görünmez ve soyut kılma ya da olduğundan daha abartılı göstererek sansasyon yoluyla satışı, ilgiyi vs. artırma işlevi görüyor, ki bu da çevirinin ve başka bir kültür ürününün yeniden sunumunun, aktarımının asal gayesinin onu ilkece herkes için erişilebilir kılmak olduğu, yani eşitlik ilkesini cisimleştirmek olduğu gerçeğiyle taban tabana zıt bir tutum.

'BÜYÜKLÜ KÜÇÜKLÜ SİSTEMLERİN GENEL SORUNU SÜREKLİ BİR ŞEYLERDEN KORKMALARI'

Ülke kurulduğu günden beri çevirmenin kontrol altında tutulmaya çalışılmasının, sıklıkla yargılanmasının sebebi ne sizce? Sistem, çevirmenden neden korkuyor?

Bu salt çevirmenlerle ilgili bir durum değil elbette. Sanırım kendini değişmeden muhafaza etme çabasındaki büyüklü küçüklü tüm sistemlerin genel sorunu, sürekli bir şeylerden korkmaları ve korku salmaları. Değişime bağışık olabilmek için sürekli korku ve yargı refleksleri üretmeleri, bulaştırmaları. Tabii o oranda da kırılganlaşmaları, hastalanmaları ve kaçınılmaz şekilde ölmeleri. Özgür ifade olanağı sunan bir sistem güzel, canlı, ferah olurdu, onun içinde nefes aldıkça hayatı onaylar ve zenginleştirirdik. Ama ben böyle bir sistem hayal edemiyorum, belki bu benim hayal gücümün eksikliği. Yalnız şunu biliyorum ki, ifade özgürlüğü/hakkı sadece bir siyasal sistemin bize sunmasını bekleyebileceğimiz bir şey değil (bu önemli elbette ama ifade özgürlüğünün yegâne boyutu değil), bizim kendimiz dediğimiz o üretilmiş şeyin kalıplarını, çizgileri aşarak pratik etmemiz, tadını çıkarmamız gereken bir doğal hak. Bunu hiçbir sistem insanın ve diğer canlıların elinden alamaz, yani alıyor gibi görünse bile bu doğal olarak mümkün değil. Tek tek kişilerin engelleri ait oldukları hiçliğe geri göndererek kendilerine verdikleri serbest ifade ve söz hakkı, tüm yargılamaların ötesinde bir kudret. Söz her zaman gideceği kulakları bulur; ağızlardan, kalemlerden, bedenlerden, bakışlardan taşar gelir. Gerisi bildiğimiz şeyler, ülkenin durumu, ezici kapitalist ilişkiler, utanç ve ayıp dolu sessizlikleri hakim kılmaya kalkan büyüklü küçüklü iktidar yapıları, hakikatler dayatan vasati yalanlar, vs.

Mektuplar, Spinoza, çeviri: Emine Ayhan, 363 syf., Dost Kitabevi, 2014.

'ÇEVİRİ BENİM İÇİN BİR ALIŞKANLIĞA DÖNÜŞTÜ'

Geçmişe nazaran yayınevi sayısının artmasının çeviriye/çevirmene olan faydası ya da zararı nedir? Ek olarak, ekonomik dalgalanma çevirmeni ne oranda etkiliyor?

Evet, çok yayınevi oldu, ciddi bir kâr marjı olan yayın piyasası serbest bir akış içinde debisini artırıyor (ekonomist gibi konuşayım biraz). Kötü yayınevleri kadar, iyi işler yapan küçük ve bağımsız yayınevlerinin de sayısı artıyor, bu iyi. Büyük yayınevleriyse birbirleriyle vahşi bir rekabet içinde tekelleşmeye çalışırken, çevirmenlerin telif oranlarını çaktırmadan düşürüyor, baskı teliflerini iptal etmeye, yani sosyal güvencesiz olduğu kadar, telifsiz çalışma koşullarını da süreç içinde doğallaştırmaya, yerleşik kılmaya çalışıyorlar. Bu arada, çeviri ve dil-edebiyat bölümlerinden mezun olanların sayısı, işsizlik oranlarıyla birlikte artıyor ve işverenler hazır emek piyasasındaki bu artıştan da güç alarak bu dayatmayı yapabiliyor. “Sen bu koşullarda çalışmayı kabul etmezsen, başkasını buluruz” havalarındalar.

On sene öncesine kadar, en azından büyük yayınevlerinde, baskı telifinin olmaması gibi bir durum düşünülemezdi. İş gücünün değeri her alanda olduğu gibi yayıncılık alanında da düşüyor. Evet, emek gücümüzü satabileceğimiz yayınevlerinin sayısıyla beraber, hani derler ya, “seçme şansımız” arttı; piyasa serbestleştikçe bizler de Marx’ın dediği gibi, “özgürleştik” ve bu kavramlar tüm ironileriyle sapır sapır dökülüyor. Bu durum, bize kafa emeği ile kol emeği arasında yapılan ayrımın da ne kadar yanılsamalı olduğunu gösteriyor; belki hâlâ bir kol işçisinden daha fazla “özgür seçim” şansımız ve içi hepten boşalmış olmasına rağmen, bazen küçük zevkler veren, bazen kitap sözleşmesine %1, %2 (birkaç yüz liraya tekabül eder) artış olarak yansıyan bir tür “sembolik sermayemiz” var ama bilinç olarak sanki sembolik düzeyden reel düzeye, yüce soyut zihinden adi mideye bir iniş söz konusu. Kapitalizm insanı birbirine olduğu kadar, (kafa emeği durumunda) kendi zihnine de köle yapan ya da (kol emeği durumunda) bedenine indirgeyen, yani her halükârda bedeni zihinden, kafayı mideden koparan bir sistem. Çeviriyle karın doyurmak en ideal telif koşullarında bile mümkün değilken, hepten imkânsızlaştı. Çeviri bırakılamayan kötü bir alışkanlığa dönüştü benim için, başka arkadaşlarım için. Sadece çevirmenler açısından durum çok kabaca böyle ama bütün bu şeyler iş gücünün genel durumundan ve kapitalizmin doğasından ayrı görülemez: Ürettiğimiz metaların piyasa değeri arttıkça, emek gücümüzün değeri de hayatımızın değeriyle birlikte o oranda azalıyor, Marx’ın dediği gibi, giderek ucuzlayan birer metaya dönüşüyoruz. Marx’tan devamla, “Ne kadar üretirsek, o kadar az tüketmemiz gerekiyor; ne kadar değer üretirsek, o kadar değersizleşiyoruz; ürettiğimiz ürünlerin biçimi/formu ne kadar inceliyorsa, vücudumuz o kadar deforme oluyor; ürettiğimiz nesneler ne kadar uygarsa, biz o kadar barbarlaşıyoruz; emek güçlendikçe, biz güçten düşüyoruz.” Biraz kaba saba bir cevap oldu belki ama ince ve uygar nesneler üreten her işçi kadar kabalaşmadan payımı almış olmalıyım.

Hukuki olarak bakıldığında çevirmenin en nesnel sorunları nelerdir? Hak ettiğiniz güvenceye kavuştuğunuzu düşünüyor musunuz?

Çevirmenlerin hukuki durumu (iş sözleşmeleri, telif hakkı, vs.) yukarıda kabaca bahsettiğim ekonomik gidişattan ayrı düşünülemez kanımca. Güvencesiziz.

“Şu çeviriyi bir de benden okusaydınız keşke…” diyebileceğiniz bir metin var mı? Ya da çok beğendiğiniz, okumaktan keyif aldığınız bir çeviri?

Olmaz olur mu… Özellikle “keşke çevirebilseydim” dediğim bir kitap aklıma gelmedi şu an ama kesin vardır. Bir de, yazar olarak Zygmunt Bauman ve J. M. Coetzee çevirememiş olmak içimde ukdedir. Çok beğenerek, öğrenerek okuduğum çeviriler, çevirmenler saymakla bitmez ama edebiyattan gidersek, ilk aklıma gelenler Cemal Süreya’nın Duygusal Eğitim (Flaubert) çevirisi; Behçet Necatigil’in harika bir ikinci-dilden çeviri örneği olan Kör Baykuş (Sadık Hidayet) çevirisi; Ayberk Erkay’ın Ormanlardan Hemen Önceki Gece (Bernard-Marie Koltès) ve Mekân/Feşmekân (Perec) çevirileri; Elif Ersavcı’nın Lars Iyer çevirileri; Çiğdem Dürüşken’in Başkalaşımlar (Apuleius) çevirisi; Ari Çokona’nın İyi ki Erken Öldün (Hronis Missios) çevirisi; Aslı Biçen’in A’dan X’e (John Berger) çevirisi; Seda Ersavcı’nın Kâğıt Ev (Carlos Maria Dominguez) çevirisi; Avi Pardo’nun Etgar Keret ve John Fante çevirileri; Fatih Özgüven’in Thomas Bernhard çevirileri; Günay Çetao Kızılırmak’ın Platonov çevirileri; son zamanlarda çok severek okuduğum Erlend Loe’nin Doppler’inin Dilek Başak çevirisi. Gerçekten sayarak bitirmek olanaksız ama aklımın ucundan geçmeyecek dillerle, ifadelerle, fikirlerle tanışmama vesile olan, Sözün değerini bilen aktaran bütün yayın işçilerine müteşekkirim.