Kendi hayatına sahip olmasına izin verilmemiş bir kadındır Emine. Bir gün torunu Aslı’ya, “Çok mutsuz bir hayat yaşadım, boşa gitti ömrüm” der. Aslı, çizerlikte rüştünü ispat ettikten sonra, çocukluğunun yoldaşı anneannesinin değersiz bulduğu hayatını “değer”lendirmeye niyet eder. Ve içinde uyuyan anneannesini bizimle tanıştırır. Eski fotoğraflarla oynayarak, anılara kalemin ucuyla şekil vererek anneannesine ikinci bir hayat yaşama şansı verir.
Çocukken, yalnız yaşayan anneannem bize yatıya geldiğinde çok mutlu olurdum. Daha merdivenin başında belirir belirmez koşup sarılırdım ona. Annemse bana ters ters bakardı. Bir seferinde adeta tıslayarak, “Sanki kahrını sen çekeceksin, sevin bakalım!” demişti. Anneannem zor bir hayatın acılaştırdığı zor bir kadındı. Oğullarını kızından ayrı tutar, kızına daha fazla kapris yapar, ters davranırdı. Onun hikayesini “Anneannemin söylemediği şarkılar” başlıklı yazımda anlatmıştım. Mağdurun gaddara dönüşmesi hiç de zor ve nadir değil. Anneannem yakın çevresindeki pek çok kişiye gaddarca davranırdı. Bana karşı biraz daha müşfikti. Yine de ondan kendimizi korumaya çalışırdık hepimiz. Ben çocuk aklımla onu anlamaya, dinlemeye gayret ederdim. İyileştirebilirim, diye düşünüyordum belki de. O zaman hayat kolaylaşacaktı hepimiz için. Yaş aldıkça ise onu bu hale getiren düzene kafa yormaya koyuldum. Beni feminist yapan kadınlardan biri anneannemdir bu sebeple. Bu yazının konusu ise torununun hayat yolunu belirleyen başka bir anneanne. Neticede onun kadar hoyrat olmasa da, benim anneanneminkine çok benzer travmalar yaşamış biri.
***
Hep söylüyorum, tesadüf eseri elimi attığım bir kitabın bana anlattıkları, bir süre önce izlediğim veya bir süre sonra izleyeceğim bir filmle, bir tiyatro oyunuyla mutlaka örtüşüyor. Yine öyle oldu. Geçen hafta Brezilyalı yönetmen Leticia Simoes’in Yuva adlı belgeselini izledim. Belgeselde aynı aileden üç kuşak kadının birbirleriyle ilişkileri ve hesaplaşmaları konu ediliyordu. Duygu durum bozukluğu olan annesi Heliana ile kendisinin ve anneannesinin aralarındaki çatışmaları, ortak noktaları ve bağlılığı anlatan Leticia, bu üçlü ilişkiyi sorgularken aslında, kadınların hayatlarına ambargo koyan ve onları birbirlerine düşman da edebilen sistemi ve kültürü sorguluyordu. Filmi izlediğim sırada elimde, Pelin Özer’in hazırladığı Latife Tekin Kitabı vardı ve Tekin kitabın girişinde, annesine olan fiziksel benzerliğini yorumlarken, annesinin içinde uyuduğunu, sabah uyandığında yüzünde ve genelde karakterinde ondan izler bulduğunu söylüyordu. Annenizin içinizde uyuması… Eski ve yeni kuşaktan kadınlarla aramızdaki ilişkiden keyfimize göre sıyrılamayacağımızı da hatırlamış oluyorduk bu çarpıcı benzetmeyle. Derken Aslı Alpar, “Emine Hanım’ın Romanı” adlı çizgi hikayesini gönderdi bana.
Emine Hanım, Aslı’nın koynunda büyüdüğü anneannesi. Kendisinin yön vermesine izin verilmeyen hayatının mağduru olarak genç yaşında manik depresif bozuklukla yaşamaya mahkum olmuş. Heliana ve anneannem Zarife gibi mutsuz bir evlilik yapmış. Üstüne üstlük hayatı boyunca korkularla, endişelerle, vehimlerle boğuşmuş.
Dolayısıyla bu yazıyı yazarken karşımda, ikisi çoktan bu dünyadan gitmiş üç kadın var. Kalbimde ise bedenlerinde ve ruhlarında o kadınlardan izler taşıyan, sonraki kuşaktan birçok kadın. Bu üç kadını, önce aileleri tarafından travmatize edilen çocukluk ve ilk gençlikleri, sonra da evlilikleri zehirlemiş. Biri çocuk yaşta, rızası alınmadan kendisinden büyük, sosyal çevresinde “çok efendi, çok yardımsever” olarak tanınması sebebiyle bir dokunulmazlık halesi edinmiş çapkın ve içkici bir adama “verilen” Zarife; diğeri annesinin zulmü ve baskısından kaçıp, “kız kurusu” olmaktan ve aile kuramamaktan duyduğu korkunun da etkisiyle baş belası bir adamla nikahlanan Heliana ve sonuncusu büyük aşkı Sait’ten sökülüp alınarak cezalandırılan, evdeki zindandan kurtulmak için kendisine talip olan ilk erkekle evleniverip, çekip çevirmekten sorumlu tutulduğu başka bir zindana kapanan Emine… Farklı sınıflara, kültürlere, coğrafyalara, etnik kimliklere ve inançlara mensup olmalarına rağmen ataerkil sistemin mağduru olmaktan başka ve daha ümit verici bir ortak yanları da var bu kadınların: Onları dinlemeye, anlamaya ve de anlatmaya değer bulan kızları ve torunları.
Aslı Alpar, annesi ile babası boşandıktan sonra, annesi ve kız kardeşini başka bir evde bırakarak, varlığı kendisine güven ve huzur veren anneannesinin yanına taşınmış kendi isteğiyle. Abdülhamid’in çöküşü, Cumhuriyet’in kuruluşu, Menderes’in idamını konu ettikleri sohbet buluşmaları olsa da, anneannesi ile dedesinin birbirlerinden ruhen uzak yaşadıkları bu evde büyümüş. Fakat anneannesi Aslı’yı, kapısını kimseye açmadığı dünyasının içine almış. Mesela ona ilk ve tek aşkı Sait’i anlatmış. “Çok iyi bir hikaye anlatıcısı olan” Emine Hanım’ın kırık aşk hikayesi, Aslı’da “henüz hiç kimseye aşık olmadan edindiği bir kalp yarası” açmış. Küçücük bir kızın bu sancılı ruha ve bu büyük kayba ortak olması kolay değil. Aslı, hissettiklerini, Ayfer Tunç’un “Merhamet” hikayesine atıfla tarif ediyor: “Erken öğrenilmiş merhamet hayat boyunca bir kambur gibi taşınacak ezikliğe dönüşür, büyük bir duygudur çünkü” (Büyümenin Türkçe Tarihi, Der. Murathan Mungan, Metis Yayınları, 2007). O, anneannesine benzememeye çalışmış hep. Merhameti kendine yük etmemeye karar vermiş. Fakat Aslı’nın doğanın ahengine duyduğu hayranlığı, veganlığını, insan ve hayvan hakları için mücadelesini bilen biri olarak, onun bu konuda başarılı olamadığını söyleyebilirim.
Aslı’nın anneannesiyle ilişkisini okurken, o yaştaki bir çocuk neden iki yaşlı insanla yaşamayı ve onların geçmiş hikayelerini dinlemeyi ister, diye düşünmeden edemiyor insan. “Çok, çok sakin bir çocuktum, yaşlı insanların yavaşlığını, sakinliğini, konuşmalarını seviyordum” diyor Aslı önce ama sonra ekliyor: “Boşanmadan önceki hayatımızı fırtına gibi hatırlıyorum, o fırtınadan sonraki sakin limandı sanki anneanne evi.” İnsanın ailedeki yaşlılarla anlaşabildiği, onlarla ortak bir dil kurabildiği dönem, bir tür taşra hayatı olan çocukluk dönemidir. Yeniyetmeliğin bendini yıkmak isteyen duygusal ve cinsel enerjisi, en çok en yakınındakilere akan küçümseyici tavrı, alaycılığı tam anlamıyla ortaya çıkmamıştır çünkü. Fakat bazı çocuklar, empati kurmaya, dinlemeye, anlamaya daha meyillidirler. Aslı böyle bir çocukmuş.
Gelelim Emine Hanım’ın Aslı’ya anlattıklarına. İstanbul’da bir çiftlikte ailesiyle birlikte müreffeh bir hayat sürerken, “bir çocukla mektuplaştığı” ablası tarafından babasına ihbar edilince Emine’nin hayatı zindan olur. Eski kuşaktan kadınların okula gönderilmemeleri, hatta okuma yazma öğrenmelerinin bile engellenmesinin biraz da “mektupçu olur” korkusundan kaynaklandığını biliyoruz. Mektup yazmak ve yollamak dile gelmek, içini dökmek, mahremin çatlaklarından kamusal alana sızmak bir anlamda. Bu mektuplara gelecek cevapla özgürlüğü, aşkı, tutkuyu, korkulu bir bekleyişle mahreme çağırmak. Dile ve aşka gelmenin bedeli ağır olur Emine için. Türlü ezalar, cezalar ve dayaklardan sonra subay Mehmet Nureddin'le evlenip kendi evini kurar. Emine Hanım subay kocasının forsundan nemalanmaktan imtina eder hep. Orduevlerine, rütbe hiyerarşisine göre koltuk seçilen kabul günlerine gönül indirmez. Sadakatsizliğine dair derin şüpheler beslediği dışa dönük kocasının tayin yerlerine onunla birlikte sürüklenir. Üç çocuk doğurur ve o kuşaktan birçok kadın gibi, kocasından gizli defalarca kendi kendine düşük yapar. Bunun için geliştirdiği bir teknik bile vardır. Aslı bu tekniği kitapta resmediyor.
Kocası zamparalık peşindeyken kendi kendine sayısız düşük yapan anneannem Zarife’nin başvurduğu teknikler farklıydı. Bir erkeğin imtiyaz ve itibarından yararlanmaya yönelik yaklaşımı da öyle… Önce subay, sonra kaptan pilot olan oğlunun muhitindeki saygınlığını, mesleğinin avantajlarını bir “paşa karısı” gibi taşıdı yıllarca. Burada sınıf ve kültür farkı devreye giriyor tabii. Bir taşra şehrinde büyümüş genç kız ile hali vakti yerinde bir ailenin İstanbul’da doğup büyümüş kızı arasındaki uçurum belirginleşiyor. Gençliğin tatlı kuşunu elinden kaçıran herkesin içinde kalan uhdeler olur. Hırpalayıcı evlilik ilişkilerine hapsolan ve oradan kurtulmayı ele güne karşı bir yenilgi gibi gören veya kaçsa sığınacak yeri olmayan her kadın gibi Emine de Sait’i sayıklamış durmuş hep. “Defalarca hayatın akışına karşı koymayı düşünmüş, kaç defa valizini hazırlamış, kapının eşiğine kadar gelmiş, geri dönmüş. Bu, evden ayrılma performansları sıradan, kimsenin inanmayacağı tehditlere dönüşünce vazgeçmiş” diyor Aslı. Anneannem Zarife’nin de, genç bir dulken, evlilik teklifini kabul etse hayatını kökten biçimde değiştireceğine inandığı bir müddeiumumisi (savcı) vardı. Anlayacağınız üzere bu adam da oğlu gibi, Zarife’ye itibar ve refah getirecek bir erkekti. O da Emine gibi yerli yersiz bu hayırlı kısmetten bahseder, bu adamı çocuklarına üvey baba kahrı çektirmemek için geri çevirdiğini söyleyerek takdir beklerdi. Bu sisli puslu hatıralar hep başka bir hayatta daha mutlu olabilme ihtimalinin avuntusu olsa gerek. Bu iki adamın Emine ile Zarife’yi diğer iki adamdan daha fazla mutlu edeceği, daha fazla değer vereceğini kim garanti edebilir? Kavuşulamayan maşuk, aşkı ölümsüz kılıyor belki de.
Biz dönelim Emine’ye. Manik depresif ruh hali bütün hayatını ve çevresiyle ilişkisini belirler. Yalnız insanlarla değil, çiçekleriyle de gel-gitli bir ilişkisi vardır. Çok sevdiği çiçekleri onun neşe ve hüzün ritmine uyum göstererek açar ya da solarlar. Hep sadakatinden şüphe duyduğu kocası zindeliğini korurken, o erken yaşlanmaya karar verir adeta. Torunlarına bakar, kendini takıntılı biçimde ev temizliğine verir. Hayattayken hesaplaşmasını bitiremediği kocasının ölüm haberini aldığında çevresindeki kalabalığı dönüp: “Saçlarımın boyası gelmiş” der umursamazca. Sonra da kuaföründen randevu alır. Belki de hayal dünyasında, kalbinde yeri olmayan birinden fiziken de kurtulmuş olmanın rahatlığıdır bu.
Kendi hayatına sahip olmasına izin verilmemiş bir kadındır Emine. Bir gün torunu Aslı’ya, “Çok mutsuz bir hayat yaşadım, boşa gitti ömrüm” der. Aslı, çizerlikte rüştünü ispat ettikten sonra, çocukluğunun yoldaşı anneannesinin değersiz bulduğu hayatını “değer”lendirmeye niyet eder. Ve içinde uyuyan anneannesini bizimle tanıştırır. Eski fotoğraflarla oynayarak, anılara kalemin ucuyla şekil vererek anneannesine ikinci bir hayat yaşama şansı verir: “Emine Hanım hayal dünyası ile kaba saba, cinsiyetçi dünyanın ortasında sıkışıp kaldı ve ömrünü de öyle tamamladı. Şimdi bu roman ile tüm okuyucuların hayalinde yeniden dönecek aramıza, belki şöyle bir defalık gülümseyecek geçip gidecek.”