Eminönü balıkçıları, yurtdışı gezi kitaplarında "muhakkak uğranması gereken yerler” listesindeymiş. Ne diyeyim, popülizm, oryantalizm ya da kitsch'in dayanılmaz cazibesi.
Üniversitede iken (30 yıl öncesinden bahsediyorum) canımız balık çektiğinde Eminönü’ndeki şu anki balık-ekmekçilerin bulunduğu yere giderdik. Öğrencisin; cepte fazla para yok; tek adres orası. Ama şimdiki halinden çok farklı idi. Tekneler, bildiğin küçük balıkçı tekneleri. Öyle büyük kalabalıklar da yoktu. Bol soğanlı yarım ekmek arası balığımızı yerdik.
O zamandan bu zamana çok şey değişti. Teknelerin sayısı çoğaldı. Tekneler büyüdüler, çağın ruhuna uygun tepelerine birer ahşap kubbe kondu, olur olmaz renklere boyandılar ve Osmanlı saltanat kayığı bozması teknelere döndüler. Balık satıcılarının kafalarına kondurulan fesler de görüntüyü tamamlayan son detaydı. Aynı şekilde kalabalık da arttı. Arttı ne demek, ucuza balık yemek yemek için sıra bekleyen bekleyen yığınlara döndü. Hatta bu balıkçılar, yurtdışı gezi kitaplarında "muhakkak uğranması gereken yerler” listesindeymiş. Ne diyeyim, popülizm, oryantalizm ya da kitsch'in dayanılmaz cazibesi. Tabii asıl bir de yoksulluk var, öğrencilik yıllarımızda olduğu gibi…
İki duygum birbiri ile çarpışıyor. Biri, eğitimini aldığım mimarlık formasyonu, ikincisi gündelik hayatın kendilindenliğine ait inancım.
Bir şeyleri düzenlemek, insanların dinleneceği yer ve akacağı aksları belirlemek, vatandaşı deniz ile buluşturmak (zaten İBB’nin itirazlarından biri de bu), canlı, yaşanılır bir bölge belirlemek yani bir standart oluşturmak. Evet, anahtar kelime "standart,” bu kelime şimdilik aklınızın bir köşesinde dursun.
Diğer yandan kendiliğinden oluşmuş. Hayatın içinden çıkmış. Capcanlı ve yaşıyor. İnsanlar zamanlarını burada geçirmeyi tercih ediyorlar. Gelmeyin diyemezsiniz. Burada balık yemeyin diyemezsiniz. Yani teknelerden önce insanları kovamazsınız.
Evet, ben de oradan her geçtiğimde gördüklerimden rahatsız oluyorum. Ama bir yandan da her şey hayat kadar gerçek. Gerçeğin ta kendisi.
Eminönü balıkçıları bölgenin turistik görüntüsüne yakışmıyormuş. Ya İstanbul’un gerçeği bu ise? Gelir dağılımı arasındaki eşitsizliğin sürekli arttığı bir ülkede silüeti bozan lüks kulelere ne demeli? Onları ne yapacağız? İBB Tarihi Yarımada için bir master plan hazırlıyormuş. Keşke önce bunu görsek, neyin neden yapıldığını daha iyi anlayabilsek?
Yapılacak tek şey, elinde silgi, bölgenin planının önüne geçip, orayı bir darbe de silmek mi? Ya hep, ya hiç mi?
Sırada ne var?
Eminönü Cami’sinin arkasında, gözden uzak bir köşede sağlıksız koşullarda kuş, balık gibi hayvan satan bir bölge var. Gübre kokar. Oraya da mı bir silgi darbesi?
Baharat kokularının birbirine karıştığı, kendine özgü atmosferi ile herkesi büyüleyen Mısır Çarşısı’nı geçtikten sonra Kapalı Çarşı’ya kadar uzanan Hanlar Bölgesi ne olacak? Bakımsız hanlar ile gelişi güzel inşa edilmiş yapıların karıştığı ve alış-veriş için alt gelir grubunun rağbet ettiği bu bölgeyi ne yapacağız? O bölge öyle kolayca düz bir silgi darbe ile nizama sokulamaz.
Daha önce Sulukule’nin bir silgi darbesi ile yok edildiğine, oradaki kültürün ve yaşayanların nasıl sürüldüklerine şahit olmadık mı? Sulukule şimdi bir kent utancı olarak bomboş, ıssız bir yer. Bir de söyle düşünün: Kafasına uyduruktan fes geçirilmiş, belki 12 saat balık satmak zorunda kalan kişi Sulukule’nin eski sakinlerinden biri? Neden olmasın? Silinmiş olabilirler ama yok olmadılar. Halen Eminönü çevresinde çalışarak hayata tutunma derdindeler.
Hadi standart kelimesine geri dönelim. Sözlük tanımı "Herhangi bir şeyin sahip olması gereken özelliklerin sınırlarını belirleyen kurallar topluluğu ya da kabul edilen geçerli kurallara uyan, her zaman başvurulacak, esas alınacak olan tip.”
İstanbul’un bir standardı var mı?
Bir ara İstiklal Caddesi’ndeki tabelalara standart getireceğiz diye tüm tabelaları koyu ahşap yapmışlardı. Bu standart değil dayatma idi. Tabii çok uzun sürmedi, şimdi yine herkes bildiğini okuyor. Belki de İstiklal Caddesi budur ve böyle kalmalıdır. Kim bilir?
Benim takıntım, metrobüs. Bir yıl işe gitmek için metrobüsü kullanmak zorunda kaldım. Auschwitz ölüm kampına vagonlarla götürülür gibi hissediyorsunuz. Bu bir ulaşım standardı olabilir mi?
İstanbul hiç belli bir standardı olan bir kent olarak gelişmedi. 1950 – 1980 kent gecekondulaşarak (yüzde 80 oranında), imar afları ile, devletin kent üzerinde ciddi bir tasarrufu olmadan gelişti. 1980 sonrası ayrı bir felaket. Kent toprağı küresel büyük sermayeye açıldı. Eğer bu bir standart ise tek belirleyici kentin her metrekaresinin, hiçbir planlama ve kentsel tasarım gözetilmeden doldurulması oldu. Bugün de devlet ile inşaatın iç içe geçtiği, toprağın sonuna kadar yağmalandığı bir ülkede yaşıyoruz.
Eminönü’deki balık satıcıları için ne mi düşünüyorum? Esasında hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim İstanbul’un bir gerçeği oldukları. Ve sadece Eminönü değil kent ölçeğinde düşünüldüğünde, kendi haline bırakılmış İstanbul’un gerçeğinin değiştirilemeyeceği.