Emirhan Dağkan G.: Şiddetin, tecavüzün alanı genişlesin isteniyor
Emirhan Dağkan G.'nin ikinci romanı Bozlak, İletişim Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Dağkan G., "Mekân her ne kadar köy olsa da ben bir köy romanı yazdığımı düşünmüyorum, niyetim de o değildi zaten. Üzerinde durmaya ve anlatmaya çalıştığım hikâye, ülkemiz içinde belirli sınırlara ait olan istisnaî olaylar olmaktan çıktı artık. Şiddetin, tacizin ve tecavüzün alanı, yapılabilir olmanın verdiği güvenle gittikçe genişliyor, genişlesin isteniliyor" dedi.
DUVAR - Emirhan Dağkan G.’nin ilk romanı Ruhaltı Çocukları’nın ardından, geçtiğimiz günlerde yayımladığı Bozlak raflarda yerini aldı. Anadolu’da bir köye tayin edilen 'taze' öğretmenin, kendini bir cinayet sonrasının ortasında bulduğu puslu bir havayı konu alan hikâyede yazar, katmerli bir yapıyla bezediği anlatımında, kadın cinayetini odağına alıyor.
Kadınların, neredeyse hiç konuşmadığı ve mümkün olduğu kadarıyla da görünmediği bu hikâyede yazar, "Şiddetin, tacizin ve tecavüzün alanı, yapılabilir olmanın verdiği güvenle gittikçe genişliyor, genişlesin isteniliyor" diyerek güncele dair düşüncelerini de paylaşıyor.
Kitabın ismi de olan Bozlak, özellikle Orta Anadolu’da biline gelen acıklı türkü ve uzun hava anlamını taşısa da, kitabın içeriğiyle bağlantılı olarak bir “ağıt” maksadı taşıdığını düşünüyorum. Anadolu’da sayısız kadın, erkek şiddetine maruz kaldı/kalıyor. Ve bu şiddet çoğu zaman ölümle sonuçlanıyor. Gerek kitabın isminin, gerekse içeriğinin Anadolu kadınına yakılmış bir ağıt olduğunu söylemek mümkün mü?
Doğrusu, Bozlak’ı, günümüzde kullanılmayan bir diğer anlamını -boz renkte, gri- kurguya uygunluk yarattığını düşünerek seçtim. Bununla beraber, birinci anlamının da hikâyenin içeriğinden dolayı acıyla ilintili bir türkü olarak algılanabileceğinin de farkındaydım. O yüzden, bahsini ettiğiniz gibi bir ağıt olarak da kabul edilmesinin de benim açımdan bir mahsuru yok.
Bozlak'ın başından sonuna hüküm süren kaotik ve puslu havayı, yer yer çamur pisliği, yer yer de küf kokusuyla daha karanlık ve tekinsiz bir atmosfere oturtuyorsunuz. Bütün bu anlatımı ve metaforları, bir cinayeti örtmeye çalışan erkeklik zihniyetiyle eşleştiriyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ben, romanı yazmaya başlamadan evvel yalnızca olay örgüsünü ve karakterleri içeren bir iskelet üzerinde çalışıyorum. Yazmaya başladıktan sonra ise hikâyenin olağan akışı içerisinde birçok ayrıntı doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Anlatımı ve yer yer var olan metaforları kesinlikle şunu karşılıyor diye belirtmek pek mantıklı gelmiyor bana. Okumuş ya da okuyacak olan bir kişiyi dahi tek bir kanala sürüklemek istemem. Verdiğiniz örneği ise memnuniyetle karşılayabilirim sadece.
'BELKİ DAHA DA İYİLEŞTİ BELKİ DAHA DA KÖTÜLEŞTİ...'
Edebiyatımızda “köye giden öğretmen” hikâyesi, genellikle yıkılan önyargılar ya da aydınlık getiren fener gibi kodlamalarla nitelense de, sizin hikayenizde farklı bir yere oturuyor. Köy, artık kire ve pasa bulanan bir yer ve taze öğretmen bu pisliğin içinde kalıyor. ‘Yeni’ Türkiye’nin geçirdiği sosyolojik değişimin eserinize ne oranda dahil olduğunu düşünüyorsunuz? Anadolu, geçmişe nazaran kötücülleşti, diyebilir miyiz?
Anadolu’nun geçmişini ve şimdiki hâlini açık konuşmak gerekirse benim kıyaslayabilmem –yaşımdan ötürü- pek mümkün değil. Belki daha da iyileşti, belki daha da kötüleşti… Neler anlatılmış yahut kaynaklara neler işlenmiş olursa olsun, körü körüne inanmak doğru gelmiyor bana. Gerçeği özünden saptırmadan anlatabilmek mümkün değil zira. Tarih kitaplarının, gazetelerin, edebi eserlerin ve hatta video kayıtlarının bile bütünüyle objektif yahut sübjektif olduğunu söylemek, yalnızca ait olduğunuz algıya hizmet etmenize vesile olabilir. Bununla beraber, ülkemizin içinde bulunduğu sosyolojik durumun ve etkilerinin ise bir değişimden ziyade bir tetiklemenin sonucu olduğunu düşünüyorum. Zaten var olanın üstüne gidildi ve etki alanı genişletildi. Bundan, elbette etkilendiğimi söyleyebilirim.
Bozlak'ın finaline kadar, odağında bir kadın cinayetinin olduğu bu öyküde, hiçbir kadın konuşmuyor. Çoğu zaman varlıklarından bile bahsedilmiyor. Bu durum, öznenin gücünü daha da arttırıyor, diye düşünüyorum. Hikâyenin evveliyatında bu biçimsel tercih var mıydı? Zamanla mı şekillendi?
Evet, bu tamamen benim tercihimdi ama şunu da itiraf edebilirim ki, derinliği ve etkisi oldukça fazla olan bir kadın karakter yaratmaktan da çekiniyorum. Yalnızca duygudaşlık kurarak altından kalkabileceğim bir şey değil bu.
Anadolu’ya tayin edilen bir öğretmenin, henüz bulamadığı ontolojik gerekçesini bu cinayeti çözme meselesi üzerine oturtmasını, vicdanla mı açıklarsınız, varoluşla mı?
Olay akışı özelinde belirli bir noktaya kadar hem vicdanı hem de varoluşu savunabilirim. Fakat üzerinde durduğunuz ontolojik kanıtın değersizleştiği ve ayrıntılarına benim değinmemin hâliyle pek doğru olmayacağı bir safha da var hikâyede. Açıkçası, beni bu romanı yazmaya iten önemli noktalardan biri de tam da burası.
Bozlak'ın ilk başlarından itibaren bir şiddet dalgasıyla ürperiyor ve sayfalar ilerledikçe daha büyük şiddet vakalarıyla karşılaşıyoruz. Özellikle kırsalda, şiddetin iktidar alanının en önemli göstergesi olmasının hikâyenizde odak olması sürecine nasıl karar verdiniz?
Mekân her ne kadar köy olsa da ben bir köy romanı yazdığımı düşünmüyorum, niyetim de o değildi zaten. Üzerinde durmaya ve anlatmaya çalıştığım hikâye, ülkemiz içinde belirli sınırlara ait olan istisnaî olaylar olmaktan çıktı artık. Şiddetin, tacizin ve tecavüzün alanı, yapılabilir olmanın verdiği güvenle gittikçe genişliyor, genişlesin isteniliyor. Anlatmak istediklerimi sıralayınca, bu durumun odak noktası olması olağan bir durum oldu.
“Anadolu, kendi evladını yutan bencil bir anne gibi beni de hiç acımadan köküne sarıldığı ağaçların toprağına mimleyebilirdi.” cümlesiyle bana göre hikâyenin en temel öğesi olan 'ölüm' mefhumunun altını çiziyorsunuz. Bu cümlede ölümün coğrafyayla olan ilişkisinin de altını çiziyorsunuz. Anadolu’nun hikâyelerinin anlatılmaya değer olmasını sağlayan şey, ölümün bu denli sık ve sıradanlaşmasıdır, diyebilir miyiz?
Dediğim gibi ben sadece bir Anadolu yahut köy hikâyesi anlattığımı düşünmüyorum. Bizim de dâhil olduğumuz bu geniş coğrafyada ölüm, müsebbiplerini saklayabilsin diye yine bizzat müsebbipleri tarafından uydurulmuş olan birçok süslü yorumun altında defalarca yeniden var edilmiş. İlk bakışta yalnızca hüzne sebebiyet vermesi beklenirken, kimi zaman ölümle gurur duymayı, kimi zaman gurur duyabilmek için öldürmeyi, kimi zaman ise varlığımızı idame ettirebilmek için var olan ölümleri saklamayı öğrenmişiz biz. Elbette ölümün Anadolu’yla, köyle, coğrafyayla olan ilişkisinin altı çizilebilir ama bana kalırsa bu bir ideoloji meselesi. Bunu, yalnızca bir ‘siyasi ideoloji’ olarak kabul etmemek lazım. Ölümün, hele bir de hem sebebi, hem olayı, hem de olguyu karşılayan tarafları varken, kültürel ve endüstriyel olarak irdelenmesi gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum. Bu denli öteberisi varken, doğal olarak insani aksaklıklarla uğraşan edebiyatın konusu olması da kaçınılmaz geliyor bana.
Önümüzdeki günlerde hazırladığınız yeni bir çalışma olacak mı?
Roman dışında bir başka yazım işiyle uğraşmıyorum. Şu an için de üzerinde net bir şekilde çalışmaya başladığım bir dosya şimdilik yok. Sadece birkaç farklı konu üzerinde düşünüyorum. Ne zaman başlayabilir, ne zaman bitirebilirim zaman gösterecek.