Yaklaşık bir buçuk yıl önce (Aralık 2019) tedbir kararlarının etkin uygulanması için Adalet Bakanlığı Genelgesi yayınlandı. Başsavcılıklara gönderilen genelge, takip eden yılın son baharında (Eylül 2020) tekrar yayınlandığında kolay anlaşılır şematik broşür halinde basına da servis edildi. Eril şiddetle mücadelenin olmazsa olmazı önleyici tedbirler için devletimizin nasıl da canhıraş çalıştığı izlenimi verildi böylece. Tabi ki en çok kendi kendilerini alkışladırlar. Özellikle de mütedeyyin kesimin kadın örgütlerindeki hak savunucuları mest oldu. Şiddeti gerçekleşmeden veya geri dönüşsüz kıyıcı boyutlara ulaşmadan önce önlemek yönünde devletin çaba harcadığını düşünüp bunu takdir etmek kusur değil elbette. Fakat işte biraz kuşkucu olmak gerekiyor.
Devlet denen erk, erk-ek şiddetini önlemek için gerçekten istekli mi? İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasanın öngördüğü biçimde mi düzenlenmiş genelge? Sorularına cevap aramak için kadınların biraz devletle arasına mesafe koymasına biraz da eleştirel düşünmesine ihtiyaç var. Biraz da genelgeye ilişkin kuşkulara kulak verip itirazları dinlemeye tahammül edecek seviyeyle sınırlı kalsa bile diyaloga açık olmak şart. Aksi takdirde ikna edilmeye açık bir kitle olarak değerlendiriyor iktidar, kendisine yakın gördüğü kadınları. Ve sonrası hayal kırıklığı tabii: “Biz sadece yorum bildiriminde bulunulmasını bekliyorduk.” Ne kadar üzücü değil mi? Buradan çıkarılması gereken dersler alındı mı, kestirmek güç. Örneğin en basitinden “ya hepimiz özgürüz ya hiçbirimiz” sloganı hatırlanıp sırf “eşcinsellik meşrulaştırılıyor” safsatasını susturmak istermiş gibi yapan iktidara rıza göstererek Sözleşme’den geri adım atılmasından pişmanlık duyuluyor mu? LGBTİ+ bireyleri ve örgütlerini bir nevi feda etmekle, kadınların ve kız çocuklarının da şiddet karşısında yalnız ve çaresiz bırakıldığı idrak edildi mi? Keşke. Keşke diyorum çünkü hâlâ ümidim var. Bazı dersler çıkarıldıysa ayrımsız bütün kadınların ortak mücadelesini ilmek ilmek örmeye başlanabilir. Kadınlar her geri adım atışta kendilerine ve kadın haklarına yönelik saldırıların bir doz daha yükseldiğini görmeye başladığında başlar çünkü ortaklaşma.
Eşitlik mücadelesinde daha yapılacak çok iş, alınacak çok yol var. Eğer iktidar kudretinin, devlet aygıtının dini, ideolojisi olmadığı ve kurumlar karşısında, neyliğine ve kimliğine bakılmaksızın insanı öncelemek gerektiği fark edilmişse kadın eşitlik mücadelesinden yana taraf olarak birlikte yol almak hâlâ mümkün demektir. Birbirimize kırılıp, küsme, ayrışma lüksümüz yok. Patriyarka tek millet diyerek eşitlik mücadelesine birbirimizi destekleyerek, dayanışma kurarak, genişleyerek devam etmek tek çare. Temel konularda bir araya gelip, o konuya özgü sözbirliği geliştirilebilir. Dindar-seküler, muhafazakâr-modern, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Müslim-Gayri Müslim, inançlı-inançsız, örtülü-açık, zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz, heteroseksüel-homoseksüel ayrımı yapmadan hepimizi öldüren şiddete karşı ortak mücadeleye doğru ilerlenebilir. İlkin önümüzde İstanbul Sözleşmesi var. İdeolojik, dini, kültürel, sınıfsal bütün ayırmalarımızla birbirimizi eşit kabul ederek ayrımcılıktan uzak bir mücadele örülmeli. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını geri aldırmak hedefine hep birlikte odaklanmalıyız.
Biliyorum iktidar boş durmuyor yeniden ve yeniden kararı için rıza üretme çabasını sürdürüyor. Dindar camiadaki kadın hakları bilincine sahip ve erkek şiddetiyle mücadele gereğine inanan kadınlara yönelik aldatıcı bilgiler ortalıkta uçuşuyor. Ve korkarım inananlar da oluyor: “Bir yerde Cumhurbaşkanı bu süreci durduracak, İstanbul Sözleşmesi yerinde kalacak.” Umut fakirin ekmeği tamam da Sözleşme’den çekilme kararıyla bir anda yoksunluğa düşenlere ekmeği kazanmak gerektiğini hatırlatmak isterim. Sözleşme, ekmek dersek eğer onun iktidarın ağzında olduğunu, yutup midesine indirmeden önce hâlâ ağzından çekip kurtarma ihtimali bulunduğunu hatırlatmak isterim. Yeter ki bütün kadınlar eli böğründe beklemek yerine ayağa kalksın, bir araya gelsin. Pandemiymiş, ekonomiymiş, dış politikaymış, dostmuş, düşmanmış, cartmış-curtmuş bırakalım hepsini bir kenara. Varsın “köy yanar deli kız taranır” desinler. Bizler o köyün yanmadan önce o kızı nasıl delirttiğini bilenleriz. Taranacağız elbet. Kendi başımıza kendimiz becereceğiz. Anadolu’da bir söz vardır. Güçlü, direngen kız çocukları için daha çok küçükken bile övgüyle “korkma o, keçesini sudan çıkaracak” derler. Kimseye muhtaç olmadın, kimse mihnet etmeden keçemizi sudan çıkarma vaktindeyiz. Ötesi yok.
Adalet Bakanlığı genelgesinden başlayıp İstanbul Sözleşmesi hakkındaki Cumhurbaşkanlığı kararını geri çektirmek için ortak mücadele çağrısına yazının nasıl ve niçin evrildiğini merak edenler için söyleyeyim: O genelge, minarenin kılıfıydı. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı için rıza üretme aşamasında aynı genelge iki kere farklı biçimlerde yayınlandı. İstanbul Sözleşmesi hakkında ne karar verilirse verilsin şiddetle mücadeleden vazgeçilmeyeceğine ikna edildi kadınlar. Peki, öyle oldu mu gerçekten? Hayır. Hayır, olmadı çünkü şiddetle mücadelenin Sözleşme’de ve yasada yer alan ilkeleri göz ardı edildi. Şiddet mağdurunu koruma görevi veren Sözleşme ve yasanın hilafına uygulamaların gerçekleştirileceğine dair işaretler vardı o genelgede. Örneğin adliyelerde bir uzman savcı tarafından koruyucu ve önleyici tedbir kararlarının takip edileceği belirtiliyordu. Bu uzman savcı takibi ve ekibinin de uzmanlaşması Sözleşme’nin ve yasanın gereğiydi evet. Fakat ekibinden bahsedilmediği gibi uzman savcının karakollarla kuracağı irtibata dair de hiçbir şey yoktu o genelgede. Ve genelgenin her iki sefer yayınlanışında da boşluğa dikkat çekmiş, karakollara şiddet başvurusunu zorlaştıracak bir tehlike yarattığını söylemiştim. Genelgenin gayet masum ve mevzuata uygun bir düzenleme yaparmış gibi görünürken karakolları, şiddet başvurusu kabul etmez kılacağına dair endişem bugünlerde gerçekleşti maalesef. Karakollara şiddet şikayetiyle başvurup tedbir kararı talep eden kadınlar ve avukatları, karakollardan geri döndürülüyor. Savcılık ve aile mahkemesi işaret edilerek şiddet şikayetleri kayıt altına alınmıyor. Kadınların ve avukatların bu açıklamalarını Emniyet yalanlıyor. Çok güzel yalanlıyor hem de. “Elimizde böyle bir kayıt yok” diyor Emniyet. Şiddet mağduru kadınlar, şikayetlerinin kayda alınmadığını söylüyor. Emniyet ‘kayda alınmadığının kaydı yok’ diyor.
Aylar öncesinden genelge doğrultusunda böylesi bir tehlike içerdiğine dair açıklamaları, “ideolojik karşıtlıkla” ilişkili görenler oldu. Şimdi bari Emniyetin “kayda alınmadığının kaydı yok” şeklindeki yalanlamasının ne denli çürük ve temelsiz olduğunu görse herkes. Genelgede diğer bir sakıncalı yön ise geçmiş şiddet başvurusu kayıtlarının inceleneceği ve buna göre risk analizi yapılacağı ile ilgili kısımda idi. Şiddetin belgesini sormak anlamına geldiği dile getirilerek sakıncaları çokça anlatılmıştı. Ancak tedbir kararlarının süresi ve biçimi tespit edilirken doğru yöntemi bulmak için kullanılacağı şeklinde gayet masum gelen cevaplarla toplum geneli ikna edilmişti. Şimdi şu aşamada “şiddetin belgesi sorulacak” endişesinden bir adım daha ileriye vardı tehlike. Artık karakollarda şiddetin belgesi oluşturulmayacak. Mahallesinde şiddet başvurusu yapamayacak kadınlar. Merkeze, adliyelere gitmek zorunda bırakılacak. Devlet kadınları şiddetten korumak için sadece bir telefon kadar uzağında olmalıydı. Alo 183 hattı psiko-sosyal destek hattına dönüştürülerek şiddete karşı acil çağrı hattı olmaktan çıkarılmıştı. Bundan böyle mahallesindeki karakol kadar bile uzağında değil devlet. Devlet kadınlardan giderek uzaklaştıkça şiddet faillerine yaklaştığını, faili güçlendirdiğini bilmez mi? Bilir elbet. Bildiği için adım adım, ikna edip rıza üretmek için bile bile, ölçüp biçerek hazırladı çalacağı minarenin kılıfını. İstanbul Sözleşmesi gitse de elimizde 6284 var avuntusunu yaşattı. Sözleşme giderse yasayı tutmak hiç mümkün olmaz diyenlere karşı genelgeler “devletin iyi niyetine” örnek gösterildi. Geldiğimiz yer ortada.
Örneğin Körfez Bağımsız Kadın Dayanışmasına kulak verelim. Cinskırım var, diyor ve yaşanan cinayetlerden iki örnek veriyor kadınlar: “Edremit’in Akçay Mahallesi’nde bir kadın arkadaşımız dün (8 Nisan) sabah öldürülmek kastıyla satır ile doğrandı… Üstelik engelli çocuğunun yanında… Adının İsmail T. olduğu öğrenilen şahıs, basına yansıyan bilgilere göre eşi Nurhan’ın ellerini ve parmaklarını satırla kopardı. Kafasını ve vücudunun çeşitli yerlerini de yaraladı. Ağır yaralanan kadın arkadaşımız kopan uzuvlarıyla birlikte hastaneye kaldırıldı ve kopan elleri ve parmaklarının dikilmesi için başlatılan ameliyat dün gece geç vakitlere kadar sürdü. Dün gece hayati tehlikesi hala sürüyordu. Umarız tez zamanda iyileşir ve yaşama döner. Sanık yine bir erkek… Yine bir koca. Daha iki gün önce Balıkesir’in Gümüşçeşme Mahallesi’nde Seda arkadaşımız defalarca bedenine saplanan bıçak darbeleri ile kocası E.K. tarafından katledilmişti. Yine çocuklarının gözü önünde…”
Kadın örgütlerinden ve basından alınan bilgiler her gün en az üç kadının öldürüldüğü bir cinskırımı görmeye yeterli. Ancak diğer yandan “Sözleşmeden kurtulduk ama yetmez, 6284 de iptal edilmeli” diyenlerin sesleri sosyal medyada yükseliyor. Adeta palalarını bileyip, klavye başına oturmuşlar hissi veren sosyal medya paylaşımları en çok tedbir kararlarına itiraz ediyor. Şiddeti önlemenin tek yolu olan koruyucu ve önleyici tedbir kararlarına itiraz etmeleri, ‘devlet kadına yönelik erkek şiddetini önlemeye kalkışmasın, karışmasın evdeki şiddete’ demek anlamına geliyor. Ve devlet onları dinliyor. Devlet onların istediğini yapıyor. Yasada kolluk ve mülki amirin de savcılık ve aile mahkemesi gibi tedbir kararı alma yetkisi düzenlenmiş olduğu halde karakollarda şiddet başvuruları kayıt altına alınmıyor. Kayıt altına alınmadığı için önleyici ve koruyucu tedbir kararı uygulanmıyor. Görmemiz lazım eğer İstanbul Sözleşmesi hakkındaki kararı geri çektiremezsek 6284 sayılı yasa da gidecek elimizden. Ve yazık ki bu kadarla da kalmayacak. Yıllardır dilimizden düşmeyen çocuk istismarcılarına affı geçip çocuk istismarını teşvik edecek düzenlemeleri konuşur hale geleceğiz. Yoksulluk nafakası, velayet hakkı hepsi ve daha fazlası tehlikede…