Kapitalizm ve onun varlık alanı olan piyasa hiçbir zaman ulus devletten bağımsız bir oluşum olarak düşünülemez. 1980’li yılların ulus devletlerin etki alanlarının daraldığı, sönümlendiği yönündeki küreselleşmeci tezleri hatırlayalım. Geride bıraktığımız tarih bunun hiç de böyle olmadığını, ulus devletlerin değişen ve yeniden yapılanan özellikleriyle küresel ölçekli sermaye birikiminin organik parçaları olduklarını açıkça ortaya koydu. Mülkiyet haklarından sınıf çelişkilerinin düzenlenmesine, sözleşme özgürlüğünden siyasal ve iktisadi krizlerin yönetilmesine kadar uzanan tüm alanlarda, sermaye devlet aygıtına ihtiyaç duyuyor.
Sermayenin devlete olan ihtiyacındaki artış, kapitalizmin tüm genel krizlerinin ortak özelliğidir. 20'nci yy’nin emperyalizm savaşları, küresel sermayenin birikim ve rekabet çelişkisinin nasıl devletler arası siyasal krize dönüştüğünün, nasıl halkları nefret ve savaşlara sürüklediğinin en çarpıcı örnekleridirler.
Ulus devletler ve küresel sermaye grupları arasındaki ilişki, bugün de kapitalist toplumun ve küresel iktidar ağlarının içeriğini anlamamız için önceliğini koruyor. Bugünün süregiden krizinin uzun dönemli küresel sonuçlarının da bu küresel iktidar mimarisinin sahip olduğu özelliklere, ulusal devletler ve sermaye gruplarının bu yapılara eklemlenme biçimlerine göre nitelik kazanacağı malum bir gerçeklik.
Halen süregiden salgın süresince küresel kamuoyunun diline pelesenk olan, içeriğinden bağımsız bir sözcük haline dönüşen “devlet” çağrısı, bir tür “şiddet aygıtına” dönüşerek, devletin ne olduğu sorusunu gündemimize taşıyor. Salgını yönetme, bu süreçte toplumsal ve iktisadi alana müdahale etme biçimleri, başta ABD’de olmak üzere neredeyse tüm küresel ölçekte otoriter yönetim kapasitelerindeki artış, eski bir tartışmaya yeniden can veriyor: Bir sınıf iktidarı olarak kapitalist devlet oluşumu nasıl yorumlanmalı?
Sorunun sunuş biçimi aslında yanıtın bir kısmını içeriyor: Devlet, özü itibarıyla bir egemen sınıf iktidarıdır. Bu tespite katılanlar için hemen söyleyeyim, tartışma da burada başlıyor. Bu yapının özellikleri, sınıflar arasındaki çelişkiler, egemen sınıf fraksiyonlarının temsiliyet sorunu, iktidar ölçeği, yönetim yapısı ve örgütsel kapasitenin niteliği, ideolojik ve kültürel hegemonya vb., birçok asap bozucu sorun da tartışmaya eklemlenerek büyütüyor. Üstelik sorun ulus devlet ölçeğinden küresel boyuta taşınırsa, emperyalizmin küresel düzeyde kazandığı yeni özellikler de tartışmaya katılarak, sorunu çok daha çetrefilli bir hale dönüştürüyor.
İktisatçılar aleminin bu soruna kapılarını çoktan kapatmış oldukları bilinen bir gerçeklik. Bu gerçekliğin çıplak örneklerini kriz yönetimi tartışmalarında izledik, izliyoruz. En samimileri yeminli liberaller, onlar piyasanın görünmez eline ve minimal devlete olan inançlarını sürdürüyorlar. Kafası en karışık olanları ise devlete yeni düzenleyici işlevler yükleyen, Joan Robison’un bir zamanlar “piç Keynesyenizm” olarak tanımladığı, kısa dönemde Keynesci, uzun dönemde klasik olan heterodoks gruplar. Onlar mevcut sorunu devlet müdahalesine taşıyıp, liberal bir kavram olan yönetişim (governance) yaklaşımına yeni içerikler kazandırarak, devlet sorununun içeriğini boşaltıyorlar. En iyimser bir yorumla, devlet toplumsal aklın somutlandığı, kendinin de bir şey olan, soyut bir üste akla dönüşüyor. Çoğu farkında olmasa da Hegel’in ruhu ve idealizmi, başta devlet ve sivil toplum ayrımıyla bu gelenekleri kuşatıyor…
Küresel kriz üzerine sürdürülen tartışmaların en zengin repertuvarının “geniş anlamda” ekonomi politik olarak tanımlayabileceğim geleneğin içinde sürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu geleneğin de liberallerden Marksistlere uzanan çok katmanlı bir yapı oluşturduğu yine bilinen bir gerçeklik. Sorunu daraltıp, bizim gelenekle (Marksizmle) sınırlasak dahi, tartışmanın zenginliği gerçekliğin ne derece zor bir bilmece olduğunu insana hatırlatıyor. Yine de bana göre, devlet ve küresel iktidar oluşumu açısından birbiriyle ilişkili iki sorun giderek tartışmalar içindeki önemini artırıyor: Devletin göreli özerkliği sorunu ile ABD’nin süper emperyalist bir devlet olup olmadığı.
Bu alandaki klasik tartışmaları bilenler hatırlayacaklar, göreli özerklik tartışmasının kökleri Nicos Poulantzas’ın devletin dönüşümü üzerine yaptığı analizlere ve ardından Ralph Miliband ve Ernesto Laclau ile sürdürdüğü tartışmalara uzanıyor. Eski ve uzun tartışmayı elbette burada ele almayacağım. Kısa bir hatırlatma yaparak dönemimize ilişkin bazı sorular sormayı planlıyorum.
Poulantzas’ın temel olarak yaptığı bir toplumsal oluşumu “siyasal, ideolojik ve ekonomik” düzeyler arasında kurduğu göreli özerk ilişkiler bağlamında analiz etmekti. Bu çerçeveden bakıldığında siyasal/yasal düzeyi temsil eden devlet, ekonomik düzey ve sınıflardan görece özerk bir niteliğe sahip iktidar aracına dönüşebiliyor ve sermayenin genel çıkarları adına toplumu yönetebiliyordu. Poulantzas’ın bu analizinin Türkiye gibi geç kapitalistleşen toplumlardaki devlet oluşumlarının çözümlenmesinde yoğunca kullanıldığını belirtmeliyim.
Tartışmanın merkezindeki soru ise şuydu: Poulantzas’ın “yönetici sınıf” ya da “devlet üyesi seçkinler” olarak tanımladığı gruplar, kapitalizmin temel ilişkisini oluşturan toplumsal sınıflardan bağımsız düşünülebilinir miydi? Ancak Poulantzas’ın geride bıraktığı tartışmanın bu düzeyde kalmadığını da unutmayalım. Onun kapitalist ilişkilerin uluslararasılaşması ve ulus devlet üzerine yaptığı çalışmalar, Poulantzas’ın aslında bu sorunu sınıf fraksiyonlarının güç ilişkileri bağlamında ele aldığı üzerine yeni bir tartışmaya da zemin hazırlamıştır.
Bu açıdan bakıldığında göreli özerklik sorununun yarattığı gerginlik, yalnızca devletten egemen sınıflara doğru yönelen bir kuşatma değil aynı zamanda egemen sınıf fraksiyonlarından devlete doğru da işleyen bir güç yoğunlaşmasıdır. Küresel sermayeye giderek daha bağımlı bir sınıf olarak tanımladığı “iç burjuvazi” kavramsallaştırması, bu karşılıklı güç yoğunlaşmasını sorgulayabileceğimiz özgün ipuçlarını sunmaktadır. Küresel sermayeye giderek daha bağımlı (devletten görece bağımsız) ama aynı zamanda ondan özerk (devlete bağımlı) bir sınıf oluşumunun anatomisidir bu kavramsallaştırmada sunulan (1).
Poulantzas’ın düşünsel mirasındaki bu ikili fay hattı, Amerikan hegemonyası ve küresel kapitalizmin krizi üzerine süren tartışmalar bağlamında özel bir öneme sahip. Tartışmaların merkezinde Amerikan devletinin küresel rolü ve otonomisi yer alıyor. Yine belirteyim süre giden tartışmalar çok boyutlu ve zengin. İçinden geçtiğimiz krizi anlayabilmemiz için önemli gördüğümden, zaman içinde bunları paylaşmak istiyorum.
Ama şimdi daha önce bu sayfada değindiğim bir çalışma ve ona verilen haklı bir eleştiriyi tekrar hatırlatarak tartışmayı daraltıyorum: Leo Panitch ve Sam Gindin’in “Küresel Kapitalizmin Oluşturulması Amerikan İmparatorluğunun Siyasal İktisadı” adlı çalışması ile sevgili Gürsan Şenalp’in Praksis dergisinde ona yazdığı eleştiri: Adı Konmamış İmparatorluk ve “Göreli Özerklik” Sorunu.
Panitch ve Gindin, Amerikan devletini enformel bir imparatorluk rolüyle ulusal ve küresel kapitalist güçleri kendi himayesi altına toplayan, kapitalizmi uluslararası ölçekte yeniden yapılandıran (kuran) yönetsel kapasiteye sahip, görece özerk bir yapı olarak sunmaktadır. Çalışmada Amerikan devleti “Hazine, Merkez Bankası ve Dışişleri” üçlüsünden oluşan yönetsel aygıtlarıyla, öncelikle kendi sermayesi üzerinde ve daha sonra kendi çok uluslu şirketleriyle (ÇUŞ) küresel düzeyde, kapitalizmi “kuran” ve yöneten bir otonomi alanı olarak ele alınmaktadır.
Yazarların Amerikan devletinin uluslararasılaşması olarak tanımladıkları bu süreç Lenin ve Kautsky arasında emperyalizm üzerine süren eski tartışmayı da gündeme taşımaktadır: Küresel kapitalizmde Amerikan devletinin rolü Kautsky’nin uluslararası şirketler korporasyonu olarak tanımladığı ultra emperyalizmle benzeşen özelliklere sahip midir? Ve eğer öyleyse bu yönetsel kapasitenin sınırları nelerdir? Kautsky’nin tekeller arası anlaşma ve bir tür gerçekleşmemiş kapitalist barış olarak resmettiği bu soyutlama, eğer Panitch ve Gindin’ın tezleri doğruysa bugün yine neden Amerikan devletinin bünyesinde gerçekleşmiyor?
Panitch ve Gindin’ın bu soruya kendilerince yanıtları olduğunu söyleyeyim; ama bu aşamada bunlara girmeyeceğim. Asıl önemli soruyu Gürsan Şenalp soruyor: ABD devletinin kendine has özerkliği olarak tanımlanan bu yapı, onun çok uluslu sınıf koalisyonlarından bağımsız düşünülebilir mi?
“Amerikan devletini ... genel olarak sermayenin küresel … garantörlüğünü üstlenme … noktasına getiren şey … bu devletin 1980’lerden bu yana giderek kapitalist sınıftan görece özerk bir hale gelmiş olması mıdır? Yoksa, tam tersine, göreli özerkliği … güçlü ulus ötesi yönelimleriyle iktidar bloku içinde baskın konum elde eden bir sermaye fraksiyonunun (buna ister içsel burjuvazi diyelim ister ulusötesi kapitalist sınıf diyelim) karşısında yitiriyor oluşu mudur?”
Eğer Panitch ve Gindin’in analizinde şekillenen ABD’nin ultra emperyalist rolü doğruysa yaşadığımız dünyaya ilişkin şu soruyu sormak mümkün: ABD’nin bu gücün giderek sönümlenmesiyle kapitalizm, küresel sermaye grupları arasında devletler arası çelişkilerin giderek güçleneceği yeni bir kıyasıya rekabet sürecine mi giriyor? Başka bir deyişle ufukta yeni bir emperyalist hegemonya savaşı mı görünüyor?
Yoksa ABD devleti aslında oluşumuna katkı sağladığı ulusötesi kapitalist sınıf oluşumları karşısında göreli özerkliğini giderek yitirerek, bu sınıf fraksiyonunun doğrudan sözcülüğünü üstlenip ulusötesi bir sermaye devletinin yapı taşlarını mı örüyor? Muhteşem liberal John Stuart Mill’in otoriter, baskıcı, özel hayatın olmadığı distopyasında olduğu gibi, yeni kötü bir dünyayı mı? İnsan televizyonlarda Trump’ı ya da başka “zat-ı muhteremleri” izleyince bu olasılığı düşünmeden yapamıyor…
Aslında tüm bu tartışmaların teorik merkezinde Lenin ve Lenin’in emperyalizm analizinin yer aldığını söylememiz yanlış olmaz. Tartışmayı elbette yalnızca Panitch ve Gindin ile sınırlayamayız; “yeni emperyalizm” teorileri olarak kümeleyebileceğimiz Hardt ve Negri’den David Harvey’e, Ellen Meiksins Wood’a uzanan bu analizlerde Lenin’e yöneltilen eleştiriler ve bu eleştiriler üzerinden yaşadığımız kapitalizmi anlama çabaları, bu ortaklaşmanın ana çatısını örüyor.
Bu yazıda ve izleyen yazılarda yapmaya çalışacağım şey Lenin’in kendi dönemine ilişkin yaptığı tespitleri yaşadığımız dünyaya taşımak ve bugünün emperyalizminin “özgün” niteliklerini düşünerek, “Ne Yapmalı?” sorusunu tekrar sormak.
Ama şu hatırlatmayla: Lenin’in emperyalizmi okuması, onun devrimci yorumundan ve sınıf mücadelesi anlayışından bağımsız ele alınamaz. Başka türlü bir yaklaşım Sungur Savran’ın Devrimci Marksizm’deki “Lenin mi, Kautsky mi? “Yeni” emperyalizm teorilerinin Lenin reddiyesi” üzerine yazısında vurguladığı gibi “statik” bir yorum olmayı aşamaz.
Lenin’in emperyalizm teorisinde öne çıkan ama yine Savran’ın vurguladığı gibi çoğu zaman içeriğinden kopartılarak, bugüne yönelik sorulara dönüştürülen saptamalarını sıralayalım. Burada sunulduğu biçimiyle sıralamanın, Lenin’in tartışma yoluyla değil de, bu ve izleyen yazılarda ele alınacak konular şeklinde yapıldığını da belirteyim: Bugünkü kapitalizmi anlamamız ve sınıf mücadelesini bu çerçevede yorumlamamız için Lenin’in emperyalizm analizi bize üzerinde çalışmamızı gerektiren beş adet görev yüklüyor: (i) Küresel düzeyde sermaye hareketleri; (ii) Küresel rekabetin biçim ve özellikleri; (iii) Küresel düzeyde çok uluslu şirketler topluluğunun oluşturduğu “bileşik üretimin” yani “tek bir üretimin bağrında toplanan” farklı üretim dallarının bugünün kapitalizmdeki yapılanış biçimleri ve bu bağlamda uluslararası (ya da ulusüstü) şirket oluşumlarının küresel kapitalizmdeki önemi; (iv) Finans kapitalin bugün kazandığı yeni özellikler; (v) Dünya işçi sınıfının durumu ve örgütlenme pratikleri.
Bu çerçevede sürdüreceğim paylaşımların ilk konusu küresel sermaye hareketlerinin devlet merkezli eğilimlerine bakmak olacak. Tartışmanın merkezinde ABD ve ABD hegemonyasının bir anlamda “karşı devleti” olan Çin yer alacak. Burada sunulan gözlemlerin ana malzemesini UNCTAD’ın (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) “Özel Ekonomik Alanlar: 2019 Küresel Yatırım Raporu” oluşturuyor. Gözlemlerimizi sıralayalım:
Amerikan doları halen küresel rezerv para olma rolünü sürdürüyor: 2018 yılında küresel rezervlerin yüzde 62’si ABD doları olarak tutuluyor. Bu oran 2015 yılında UNCTAD’ın gelişmekte olan ülke (GOÜ) olarak tanımladığı ekonomiler için yüzde 68 düzeyinde. Bu ekonomilerin kamu borçlarının yüzde 75’i dolar cinsinden. Yani küresel ekonomide dolar hegemonyası sürüyor.
Küresel düzeyde doğrudan yabancı yatırım girişleri (inflow) (DYY) giderek daralıyor. 1990’lı yıllarda yüzde 21 olan yıllık ortalama büyüme oranı, 2000-2007 döneminde yüzde 8’e ve 2008 krizi sonrası dönemde yüzde 1’lere gerilemiş durumda. Dahası 2018 yılında DYY girişleri küresel olarak yüzde 13 azaldı, bu eğilim 2019’da sürdü. Bu gelişmenin ardında devletler ölçeğinde giderek yaygınlaşan sınırlayıcı önlemler yer alıyor: Bu önlemler sektörel sınırlamaları, koşullu izinleri, güvenlik ve kamu yararı ve özellikle birleşme ve satın almalara yönelik sınırlamaları içeriyor. DYY’lerin en belirgin düştüğü bölge yatırımların yarı yarıya düştüğü Avrupa Birliği.
DYY girişleri için ABD ve Çin karşılaştırılırsa şöyle bir eğilim belirginleşiyor: ABD’ye giren DYY’ler azalırken (2018’de 252 milyar dolar) Çin’e artışlar sürüyor (2018’de 139 milyar dolar). Üstelik Hong Kong’da (2018’de 116 milyar dolar) dikkate alınırsa bu eğilimin daha da güçlü olduğu görünüyor. ABD’nin Hong Kong üzerindeki manipülasyonları bu bağlamda düşünülürse anlam kazanıyor ve ABD ile Çin arasındaki genişleme ve rekabet çelişkisini yansıtıyor.
DYY’nin dışarıdaki getirileri düşüyor. 2005-2007 ortalaması yüzde 9,6 olan getiri oranları 2018’de yüzde 6,4’e gerilemiş durumda.
ABD’den çıkan (outflow) DYY’lerde (sermaye ihracı) ise belirgin bir azalma gözlemleniyor. Düşüşün en önemli bileşenini ABD çokuluslu şirket (ÇUŞ) gelirlerinin dışarıda yeniden yatırıma dönen (reinvested earnings) miktarındaki azalış oluşturuyor. Bu gelişmenin ardında ise Trump’ın yaptığı vergi reformu yer alıyor. Şirket vergileri yüzde 35’ten OECD ortalaması yüzde 21’e çekilerek, ABD çokuluslu şirketlerinin gelirlerinin ABD’ye dönmesi teşvik edildi. Böylelikle ABD’de 2005 yılından bu yana ilk defa negatif DYY çıkışları (yaklaşık 50 milyar dolar) gerçekleşmiş oldu. Trump’ın ABD sermayesini “eve çağırma” programı (America First) sermayenin beklentisi vergi reformuyla birleşerek sonuç vermişe benziyor. Vergi programının bir başka ayağını ÇUŞ’lerin denizaşırı likit varlıkları üzerindeki vergi yükümlülüklerinin kaldırılması oluşturdu; bu ise ABD’ye para girişlerini teşvik ettiği gibi, ABD’li ÇUŞ’lerin yurt dışı birleşme ve satın alımlarında (başta İngiltere, Almanya, Hindistan ve Japonya) önemli artışlara neden oldu.
Çin perspektifinden baktığımızda ise iki olgu belirginleşiyor: İlki Çin küresel DYY giriş ve çıkışlarında en önemli ikinci ülke olarak, payını artırıyor. Küresel sermaye ihracında (outflow) Çin 130 milyar dolar ile Japonya’nın ardından ikinci en büyük ekonomi konumuna yükselmiş durumda. Çin’in ÇUŞ’lerinin belirgin karakterlerinden biri ise bu şirketlerin önemli bir kısmının devlet mülkiyetli oluşları. Küresel düzeyde devlet paylı ÇUŞ’lerin yüzde 31’i Çin’e ait.
Çin’in bir başka özelliği ise “özel iktisadi alanlar” oluşturması ve bu alanları “küresel meta zincirlerine” dahil ederek, üretim ve ticaretini örgütleyebilmesi. UNCTAD bu alanların giderek artan önemine işaret ediyor: Sayıları 1986 yılında 174 (üye ülke 47) olan bu örgütlenmeler, 1995’te 73’e (üye ülke 73) ve 2018’de yaklaşık olarak 5400’e (üye ülke 147) yükselmiş durumda. Çin bu örgütlenmelerin 2543 tanesini organize ediyor. Bu kapasitesi başta Güney Doğu Asya, Afrika ve Rusya olmak üzere 20 adet yurt dışı iş birliği örgütlenmesiyle geniş bir ağa dönüşmüş durumda.
ÇUŞ’lerin küresel varlıklarındaki artış azalarak da olsa sürüyor. 2018 yılında bu yapıların yabancı iştiraklerindeki varlıkların toplam değeri 110,5 trilyon dolar düzeyine ulaşmış görünüyor. Bu yapıların üretim değerleri 7,3 trilyon dolar.
Lenin, emperyalizmi tekellerin yarattığı bir tür gerileme ve çürüme çağı olarak ifade eder. Ama her şeyin durduğu bir dönem değildir bu. Ve ekler, “Elbette, kapitalizm çerçevesinde, tekel hiçbir zaman dünya pazarında rekabeti bütünüyle ve çok uzun bir süre boyunca ortadan kaldıramaz...” Bu saptamasına ilerleyen yazılarda döneceğim ama şunu söyleyeyim: Durgunluk rekabeti tetikliyor; buna şimdi bir de salgının yaratığı ortamı ekleyin…
(1) Bu konuda Türkiye için özgün bir analiz bkz., Ercan, F. ve G. Tuna (2006) “İç Burjuvazinin Gelişimi: 1960’lardan Günümüze Bakış”, İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar, Prof. Dr. Kemali Saybaşılı’ya Armağan, Bağlam Yayınevi, İstanbul.