Çin’de ortaya çıktığı günden beri izlediğimiz felaket bulutu artık bizi de sarmış durumda. Korona virüsü salgınına seyirlik bir felaket filmi olarak bakmaya yönelen İran ve İtalya, “ekonomiye kıymayıp” tedbir almadığı için büyük acılarla kıvranıyor. Görünen o ki, bu felaket karşısında bile popülist söylemlerden geri durmayan sağcı liderlerin derdi ne virüs ne de insanlık. Onlar, büyük felaketle boğuşmak yerine, felaket geçtikten sonra toplayacakları parsanın hesabı içinde.
Peki bu felaket geçecek mi? Aşı ne zaman bulunacak? Bulunduğunda hemen kapımız çalınıp aşımız mı yapılacak? Türkiye’nin İtalya ve İran gibi olmaması mümkün mü? Derhal alınması gereken tedbirler neler? Tayyip Erdoğan’ın 18 Mart akşamı, sermayedarların keyfini yerine getiren “önlem paketi” bize ne anlatıyor?
Başından beri Türkiyeli yetkilileri somut önerilerle uyaran Boston College Biyoloji bölümünden Emrah Altındiş’e kulak verelim ve aktardıklarını yaygınlaştıralım…
16 Mart’ta Türkiye ve dünya için “Korona virüsü bugünden yarına ortadan kalkacak kısa süreli bir sorun değil. Şehirlerimize dev bir tsunami yaklaşıyor” demiştiniz. Neyle karşı karşıyayız?
1918 yılındaki İspanyol gribinden sonra dünya ilk defa bu kadar güçlü bir salgınla karşı karşıya. Virüsün en büyük avantajı öldürücülüğünün sınırlı olması. Virüs etkilediği insanların yaklaşık yüzde 80’inde ağır semptomlara yol açmıyor, hatta kimilerinde hiçbir belirti göstermiyor. Ama bu kişiler, diğer kişileri enfekte etmeye devam ediyor. Vak’aların sadece yüzde 20’si orta, yüzde 5’i ağır semptomlarda geçiriyor. Yüzde 2’si ile yoğun bakıma kaldırılacak kadar ağır geçiriyor. Dolayısıyla o yüzde 80’lik grup, risk grubundakiler açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Risk grubundakiler kimler?
60 yaş üzerindeki tüm bireyler ve kalp, hipertansiyon, diyabet, kanser hastaları, bağışıklık sistemi bir şekilde güçlü olmayan bireyler. Sigara içenlerde, içmeyenlere göre, erkeklerde de kadınlara göre hastalık daha fazla görünüyor. Dalga özellikle bu gruplara çarpıyor. Dünya biraz hazırlıksız yakalandı bu salgına. Çin’deki otoriter rejim ilk etapta bilgiyi paylaşmak isteyen insanları bastırdığı için işin ciddiyeti geç anlaşıldı. Tabii dünya, özellikle orta-üst gelir seviyesindeki insanlar açısından küçük bir köye dönüşmüştü. Dolayısıyla da virüsü Çin’den kapanların bütün dünyaya yayılması veya Çin’den çıkanlardan hastalığı kapanların başka ülkelere seyahati neticesinde böylesi bir tablo ortaya çıktı. Öte yandan Türkiye’de muhtemelen önümüzdeki dört hafta içinde vak’alar, ölüm sayıları çok daha artacak. Ayrıca bugün alınan kısıtlı önlemlerin işe yarayıp yaramadığını da o zaman daha iyi anlayacağız. Ama şu anda hemen, derhal sıkı önlem almak gerekiyor.
POLİTİKACILAR İŞİN CİDDİYETİNİ ANLAYAMADI
Şubat ayı başında korona virüsünün ilk çıktığı Vuhan şehri karantinaya alındığında, oradan gelen görüntüler dehşet vericiydi. Şubat’ın ortalarında İran’da, ardından İtalya’da virüs patlak verdi. Dolayısıyla dünya bu salgının adım adım yayıldığına tanıklık etti. Buna rağmen neden tüm ülkeler önlem almakta gecikti? Devletler neden koordine olmadı?
Bir kere politikacılar işin ciddiyetini anlayamadı ve biliminsanlarına kulak vermedi. İkincisi de, biliminsanlarının da elinde yeterince veri olmadığı için yeterince öngörülü davranamadılar. Tabii burada esas iş Dünya Sağlık Örgütü’ne düşüyordu. DSÖ işin ciddiyetini kavramakta, dünyaya bunun bir pandemi olduğunu ilan etmede daha erken hareket edebilirdi.
DSÖ, korona virüsünü ne zaman küresel salgın ilan etti?
11 Mart’ta! Oysa vak’alar pek çok ülkede yayıldığı, gözlemlendiği anda pandemi ilan edilebilirdi. Şu an İtalya, İspanya ve Fransa’da virüsü kapanların sayısı çok artmış durumda ama yakın zamanda ABD, İngiltere’de ve tabii Türkiye’de yayılma çok artacak gibi görünüyor.
MESELE ÖNLEM ALINIP ALINMADIĞI DEĞİL, ÖNLEMİN ERKEN ALINIP ALINMADIĞI
Eğer DSÖ daha erken pandemi ilan etseydi, devletler önlem alabilir miydi?
DSÖ şu anda Avrupa’yı enfeksiyonun merkezi ilan etti. Bir kere Çin’den gelen uçaklar çok geç durduruldu. İtalya’daki vak’aların da Çin’den gelen yolcularla ilişkili olduğu görüldü. Dolayısıyla Çin’le hava trafiği çok erken durdurulsaydı, İtalya ve Avrupa’daki vaziyetin bu boyutlara ulaşması engellenebilirdi. Aynı şey İran için de geçerli. Ulaşım yasakları bu toplumları daha iyi koruyabilirdi. Öte yandan İtalya’da vak’alar 1, 3, 5, 19, 79, 100 diye yükselirken İtalyan toplumu işin vahametini anlayamadı. Bunda da hem devletin hem de İtalyan medyasının sorumluluğu var. Doktoramı İtalya’da yaptığım için oradakilerle de görüşüyorum. Bu işi ciddiye almadıklarını, herhangi bir grip gibi atlatacaklarını düşündüklerini için bir anda günde en az 300 kişinin öldüğü bir noktaya bu şekilde geldiklerini aktarıyorlar. Umarım önümüzdeki günlerde İtalya’da bu sayılar azalacak ama şu anda her gün yaklaşık 400 ölüm haberi geliyor ve geç alınan tüm önlemlere rağmen yakın zamanda bir ani düzelme pek mümkün görünmüyor. Burada mesele önlem alınıp alınmadığı değil, önlemin erken alınıp alınmadığı.
Dünya Sağlık Örgütü’nün korona virüsünü pandemi olarak tanımladığı 11 Mart, aynı zamanda İspanyol gribinin de ilk ortaya çıkışının yıldönümüydü. İlk kez 11 Mart 1918'de ABD'nin New Mexico eyaletinde tespit edilen, ama kamuoyundan saklanan bu grip salgını İspanya basınında açıkça tartışıldığı için “İspanyol gribi” olarak tanımlanıyor. İspanyol gribiyle korona virüsü arasında nasıl bir fark var?
Bir kere virüs tipleri birbirinden tamamen ayrı. İspanyol gribine yol açan H1N1 türü bir influenza virüsü, Covid-19 hastalığına ise bugün konuştuğumuz SARS-CoV-2 korona virüsü yol açıyor. İspanyol gribine baktığımızda, Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru, enfekte etme ve öldürme oranı çok yüksek olan bir grip suşu ABD’den başlayarak yayılmaya başladı. Çin’in bugün ilk başlarda yaptığını o günkü devletler yaptı ve rakamları sansürleyip dünyayla paylaşmadı. Dünya, savaş koşulları içinde olduğu ve savaşın kendisi aslında kamu sağlığını, beslenmeyi, barınmayı mahvettiği için hem tüm dünyada hem de özellikle askerler, İspanyol gribi yüzünden kitlesel biçimde öldü. O dönem, bugünkü tıbbi olanaklar yoktu ve üç yıl içinde yaklaşık 50 milyon insan hayatını kaybetti. Dünya nüfusunun dörtte biri enfekte oldu. Fakat o virüsün özelliği, daha çok genç yetişkinleri öldürebilmesiydi. Korona virüsünün özelliği ise daha çok yaşlı bireyleri öldürmesi, gençleri ve şükürler olsun ki çocukları öldürmemesi. Şimdiye kadarki veriler, örneğin İtalya’da 50 yaş altı ölümlerin çok çok az olduğunu gösteriyor. Fakat gençlerde, kalıcı bir hasar bırakıp bırakmadığını söylemek için daha çok zamana ve araştırmaya ihtiyacımız var.
Fakat virüsün mutasyon geçirmesi tehlikesine de işaret ediliyor…
Biliminsanları iki farklı tip virüsün gezmeye başladığını ifade ediyor. İlk başta çıkan L tipi ve ardından yaygınlaşan M tipi virüs. L tipinin daha öldürücü olduğu için özellikle Vuhan’ı etkilediği, ancak M tipinin daha az öldürücü olduğu için rahat yayılabildiği tahmin ediliyor. Yakın zamanda okuduğum bir makalede 100 farklı izole virüs karşılaştırılmış ve bugün görülmekte olan mutasyonların hastalık etmenlerini artırmadığı gösterilmiş. Virüsü yeterince tanımadığımız için genetik mutasyona uğrama olasılıklarını gelecek perspektifiyle öngörmek zor. Fakat şu anda bile korona virüsünün normal gripten çok daha yüksek öldürme oranı olduğunu görüyoruz. Dünya genelinde yaklaşık korona virüsünün öldürme oranı yüzde 3,5, İtalya’da yaklaşık yüzde 7 olarak görünüyor. Tabii vak’aların çoğu tespit edilemediği için, hepsi toplandığında virüsün yüzde 0,5 ila yüzde 1 arasında bir öldürücülükle kayıtlara geçmesi olası. Fakat önümüzdeki günlerde bu virüs mutasyona uğrar mı, gençler açısından da öldürücü olabilir mi, şimdiden öngörmek gerçekten zor.
ÖLDÜRÜCÜLÜĞÜNÜN SINIRLI OLMASI, VİRÜSÜN EN BÜYÜK AVANTAJI
Peki bu hastalığa çocuklar genel olarak yakalanmıyor mu, yoksa belirti göstermeden, çok hafif mi atlatıyorlar?
Elimizde İtalya’nın açıkladığı veriler var. Buna göre İtalya’da 30 yaşından küçük ölüm vak’ası yok. 0-10 ve 10-20 yaş arasında enfeksiyonun bir şekilde tespit edildiği çocuk-genç sayısı da, bütün hastaların yüzde 1’i kadar. Bu, oldukça düşük. Çin’de görülen vak’aların sadece yüzde 2,4’ü 19 yaş altı bireylerde ve bunların da sadece yüzde 2,5’inin ağır semptomları olmuş. Çocukların ve gençlerin neden bu virüse karşı bir direnci olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama virüsün bağlandığı reseptörle, yahut bağışıklık sistemiyle ilgili olabilir bu. Orta yaşlılarda da, kronik hastalığı olmadığı halde hayatını kaybedenlerin İtalya’daki sayısı, geçen haftaki verilere göre sadece ikiydi. Dolayısıyla bir insanın bağışıklık sistemi güçlüyse, bu virüsü alt edebiliyor. Bu da aslında virüsün en büyük avantajı.
Nasıl yani?
Çünkü virüsü kapanların çoğu, bunun farkına varmıyor ve bu yüzden de risk grubundakilere, yaşlı bireylere ve kronik hastalara rahatlıkla bulaştırabiliyor. Virüs yayılımı açısından muhteşem bir avantaj bu. Oysa örneğin Ebola virüsü hasta ettiği kişilerin yarısını öldürdüğü, öldürücülüğü çok yüksek olduğu için, bir kişiden diğerine geçecek zaman bulamıyordu. Ebola virüsüne yakalananlar bunu çok ağır geçiriyor ve hemen hastaneye başvuruyor, toplumdan izole ediliyordu. Aynı şekilde şu an dolaşmakta olan pandemiye yol açan virüsün kardeşi SARS’a yol açıyordu ve hastaların yüzde 10’u ölüyordu. Diğerleri de ağır semptomlar gösteriyordu. Oysa şu an korona virüsü hastalarının yüzde 80’i ya çok az semptomla veya hiç belirti vermeden hayatına devam ediyor ve bu yüzden de böylesine güçlü bir salgına yol açabiliyor.
Hastalığın temel semptomları neler?
Yüksek ateş, kuru öksürük ve nefes darlığı. Ama şu an ikimiz de virüsü kapmış olabilir ama hiçbir semptom olmadığı için gündelik yaşamımıza, insanlarla görüşmeye devam ediyor olabiliriz. O yüzden bize düşen görev, enfekte olmuşuz gibi davranarak risk grubundakileri korumak. Eğer bu semptomlarınız varsa derhal kendinizi izole edin ve hemen Alo 184’ü arayıp test olmaya çalışın. Özellikle ateş ve nefes darlığı, virüsün temel özelliği ama dediğim gibi, hiç fark etmeden virüsü taşıyor olma olasılığımız çok yüksek. O yüzden virüsü kapmış gibi davranmalı, evde oturmalıyız.
PANDEMİ ENDEMİYE DÖNÜŞEBİLİR, SİGARAYI ŞİMDİDEN BIRAKMALI
Peki yaşlılar dışında, kronik hastalığı olanlardan hangilerinin risk grubunda olduklarını net olarak biliyor muyuz?
Elimizdeki veriler çoğunlukla Çin ve İtalya’dan aldığımız bilgiler üzerine kurulu. Şu ana kadar bilinen ise hipertansiyon, akciğer, kalp hastalıkları, diyabet ve kemoterapi gördüğü için bağışıklığı düşmüş olan kanser hastalarının temel risk grubunu oluşturduğu. Keza sigara içen bireylerde, sigara içmeyenlere göre risk çok artıyor. Çünkü virüs öncelikle akciğerleri hedef alıyor.
Virüs her yere dağılmışken, hatta belki bizler kapmışken veya yakın zamanda kapacakken, şu an sigarayı bırakmanın bir faydası olur mu?
Mutlaka olur! Kimse, şu an yaşadığımız enfeksiyonun birkaç hafta içinde ortadan kalkacağını düşünmesin. Epidemiyologlar, yani hastalığın nasıl seyredeceği üzerine çalışan biliminsanları, bu pandeminin bir endemiye dönüşeceğini düşünüyorlar.
Ne demek bu?
Bu, önümüzdeki yıllarda, tıpkı grip olduğumuz gibi, sürekli korona virüsüne yakalanabileceğimize ya da şimdi yakalanmayanların gelecek yıllarda yakalanacağına, virüsün yayılımının süreceğine dair bir tahmin. Dolayısıyla er veya geç çoğumuz bu hastalığı geçireceğimize ve sigara içenlerin bu konuda daha dezavantajlı olduğunu bildiğimize göre, şimdiden bırakmak gerekiyor. Sigara bağımlılarının bu süreçte akciğerlerinin toparlanmasını sağlamasında, virüse hazırlanmasında fayda var.
BİREYİN YAPABİLECEKLERİ KISITLI, ESAS GÖREV DEVLETTE!
Başta yoksullar olmak üzere on milyonlarca insan, yetersiz veya kötü beslendiği, ağır stres altında yaşamlarını sürdürdükleri için zaten bu virüse hazırlıksız yakalandı. Bu noktadan sonra ne yapmalı?
Bağışıklık sistemini güçlendiren temel birkaç şey var: İyi beslenme, günde sekiz saat uyuma, stresten uzak kalma ve egzersiz. Bunun dışında, bence şu anda toplumun yapması gereken en önemli şey, dezenformasyona karşı dikkatli olması. İnsanlar birbirlerine sürekli çeşitli ses kayıtları ve görüntüler yolluyor. Bunlardan kesinlikle vazgeçilmeli. Keza televizyonlarda bir sürü garip şeyler konuşuluyor. Mesela bu virüsün, genleri dolayısıyla Türklere bulaşmayacağına, çorbayla, sarımsakla baş edilebileceğine ilişkin saçma-sapan iddialar, televizyon ekranlarından milyonlarca insana ulaşıyor. Bu izleyicilerin çoğu belki bu saçmalıkları başka kaynaklardan teyit ettiremiyor ve dolayısıyla kafasında bu bir hakikat olarak kalıyor. Doğru kaynaklara bakılması gerekiyor. Doğru kaynaklar da biliminsanları, hekimler ve onların kurumları. Yani Türk Tabipleri Birliği, Sağlık Emekçileri Sendikası veya Sağlık Bakanlığı gibi kurumların, bu kurumlarda çalışan hekimlerin, özellikle de enfeksiyon uzmanlarının ne söylediğine bakmamız gerekiyor. Dolayısıyla öncelikle dezenformasyonun önüne geçilmeli. Enfeksiyon yayılımını yavaşlatmak istiyorsanız, yapmanız gereken bir diğer şey de, virüse yakalanmışsınız gibi davranmak. Özellikle yaşlı bireyleri ve kronik hastaları koruyabilmek için bu çok önemli. Bir diğer husus da, eğitim seviyesi ortalaması ortaokul düzeyinde olan bir toplumdan komplike bir virüse dair tedbirlerin mahiyetini anlamalarını beklememek gerekiyor. Gençlerin bir sorumluluğu da, zihinleri özellikle yaşlıları tek tek, gerekirse telefonla arayıp durumun vahametine ve içinde bulundukları ağır risklere dair bilgilendirmek.
Dolayısıyla her şey bizim elimizde mi?
Hayır, bireyin yapabilecekleri kısıtlı. Burada esas görev devlette! Her gün ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olan bir insan, nasıl evde otursun? Ya da Covid-19 çıkmadan önce asgari ücretle yaşam mücadelesi veren, şimdi salgın günlerinde nasıl iyi beslensin? Önlemlerin çok fazla ayağı var ve devlete, belediyelere çok büyük görev düşüyor.
TÜRKİYE’DE YA TESTLERDE BÜYÜK YANLIŞ YAPILIYOR VEYA RAKAMLAR GİZLENİYOR
İtalya’daki ölüm yüzdesinin Çin’den daha fazla olmasının nedeni nedir?
Şu an İtalya’da ölüm oranı yaklaşık yüzde 7, dünyada ise yüzde 3,5. Güney Kore’de ise sadece yüzde 1. İtalya, dünyanın en yaşlı nüfusuna sahip ülkelerden ve muhtemelen ölüm oranındaki boyut bununla ilgili. Öte yandan İtalya karantinayı çok geç devreye soktu ve yaptıkları testlemeler halen Güney Kore’nin, çok çok daha altında. Bugün tüm ülkeyi izole etmeye çalışıyorlar ama vak’aları tam olarak tespit etmek için çok geç kaldılar. Belki de bugün bizim de içinde olduğumuz kavrayamama hali gibi, üzerlerine gelen tsunamiyi göremediler. Bu açıdan şanslıydık ve muhtemelen bize İtalya’dan biraz daha geç geldi. Şu anda rakamlara baktığımızda İtalya’yı takip ediyoruz ve daha sert önlemler alınmazsa, bizde de sayılar İtalya, Fransa boyutlarında artacaktır. Bugün üzerimize gelen tsunaminin farkına varıp hemen müdahale etmemiz, sosyal izolasyonla insanları korumamız gerekiyor. Bir insan kendisini sağlıklı hissetse dahi, virüsü taşıyor olabileceği için, sevdiklerini, büyüklerini riske atar. Herkes, aklına sevdiği bir yaşlı akrabasını veya kronik hastalığı olan bir dostunu getirerek hareket etsin. Fakat gördüğüm kadarıyla toplum hâlâ sağlık sistemimize ve yaşlılarımıza çarpacak bu dev tsunaminin farkında değil. Oysa önümüzdeki günlerde dünyada da, Türkiye’de sayılar çok artacak ve virüsün yayılmasını yavaşlatabileceğimiz her gün değil, her saat çok kritik.
Türkiye’de iktidarın takındığı tavır dolayısıyla aktarılan rakamlara dair çok sayıda kuşku var. Türk Tabipleri Birliği bu kuşkuları aktardığı için AKP yandaşlarının hedefi haline geldi. Sizce bize aktarılanın çok üzerinde hasta olabilir mi? Ve acaba iktidar neden bu konuda ikna edici düzeyde şeffaf değil?
Türk Tabipleri Birliği, Türkiye’nin en güvenilir kurumlarından biri. Dolayısıyla bu süreçte güveneceğimiz kurum TTB’dir. Görünen o ki, ya rakamlar saklanıyor veya saçma-sapan işler dönüyor. TTB Başkanı Prof. Sinan Adıyaman, bazı test sonuçlarının “ne negatif, ne pozitif, riskli” şeklinde değerlendirildiğini aktardı. Ya TTB’yi işin içine katmadan, testlemede çok büyük yanlışlar yapıyorlar veya rakamları saklıyorlar.
İKTİDARDAKİLER, ELLERİNDEN GELENİ YAPMIYOR
Rakamları niye saklasınlar?
Şu anda “süreç çok iyi yönetiliyor” gibi bir propaganda yapılıyor. Sağlık Bakanı yakın zamana kadar “bizde hiç vak’a yok” diyor ve bununla övünüyordu. Bu hadisenin ağır ekonomik ve siyasi sonuçlarının olacağını biliyorlar ve şimdiden “biz zamanında elimizden geleni yaptık” diyebilmenin yolunu yapıyorlar. Peki iktidardakiler ellerinden geleni yapıyorlar mı? Bence yapmıyorlar. Çok yüksek sayıda ve yaygın testleme yapılması lazım öncelikle. Hastalığın görüldüğü mekânların toplumla paylaşılması gerekiyor. Bu hastalıkla mücadelede dünyaya önderlik eden ülke Güney Kore. Orada günde 20 bin test yapılıyor. Türkiye’de bugüne kadar (18 Mart) yapılan toplam test sayısı 20 bin civarında!
Neden yapılmıyor bu testler?
Eksikliklerden biri bu ve hemen giderilmesi lazım. Virüs Güney Kore’de çıkar çıkmaz, devlet hemen dört şirketle anlaşıp test kitlerini üretmeye başladı. Türkiye’de derhal yerli kitlerin üretilmesi gerekiyor.
TESTLEMEDE ÇOK GEÇ KALINDI, ŞEHİRLER KAPATILMAYARAK BÜYÜK YANLIŞ YAPILIYOR
Dışarıdan alınamaz mı bu kitler?
Şu anda tüm dünyanın ihtiyacı olduğu için kimse bize satmaz, ABD’de örneğin çok büyük test ihtiyacı var. O yüzden derhal bizim bunları üretmemiz gerekiyor. Bu testlerin artık Türkiye’nin her yerinde, her şehrinde, yaygın olarak uygulanmaya başlanması lazım. Sağlık Bakanlığı’na methiyeler düzülüyor ama agresif testleme konusunda çok çok geç kalındı. Bugün vak’aların arttığı şehirlerin ismi paylaşılmayarak ve o şehirler bir süreliğine tamamen kapatılmayarak da büyük yanlış yapılıyor.
Korona virüsünün, kapıldıktan sonra 14 güne kadar hiçbir belirti vermeyebileceği biliniyor. Diyelim ki bugün virüsü kaptık ve yarın test yaptırdık. Virüsü kapıp kapmadığımız hemen anlaşılıyor mu?
Eğer semptom gösterecek bir hasta iseniz, genelde virüsü kaptıktan 5-6 gün sonra semptomlar başlıyor. Karantina süresi için de 14 gün öneriliyor. Test konusunda ise şu anda virüsün genomu ulaşılabilir durumda, çünkü Çin hemen yayınladı. Virüsün genlerini biliyoruz ve o genleri tespit edebilecek testleri çok hızlı üretebiliriz. Almanya ve Güney Kore’de mobil testler yapıyorlar şu an. İnsanlar arabalarından bile çıkmadan, burunlarından örnek vererek test yaptırıyor ve ertesi gün, kimi koşullarda daha kısa sürede sonucu alıyorlar. Tekrar olacak ama olsun, Türkiye’nin şu an bir seferberlikle bu testleri artırması ve kitlesel olarak uygulaması gerekiyor.
İngiltere’nin sürü bağışıklığını sağlamaya yönelik politikası çok tartışıldı ve nihayet Başbakan Boris Johnson, biliminsanlarından gelen tepki ve raporlar dolayısıyla bunu gözden geçirdi. Bir kere sürü bağışıklığı ne demek? Herkes bu hastalığı kapıp bağışıklık kazanmadan bu tehdit atlatılamayacak mı?
Sürü bağışıklığı genelde aşılama çalışmaları için kullandığımız bir kavram. Bir enfeksiyonu durdurabilmeniz için toplumun tamamını aşılamanıza gerek yok. Toplumun yüzde 60-70 seviyesinde aşılama yaptığınızda veya bu oranda bağışıklık sağlandığında, enfeksiyonun yayılımını engelleyebiliyorsunuz. Tabii farklı virüs ve bakterilerde bu oran değişebilir.
DÜNYANIN ŞANSSIZLIĞI, BİLİM KARŞITI, OTORİTER LİDERLERİN ÇOKLUĞU
Korona virüsünün yayılmasını engellemek için toplumun yüzde kaçına aşı yapmak veya toplumun yüzde kaçının bu hastalığa bağışıklık kazanması gerektiği biliniyor mu?
Virüsü henüz yeni tanıdığımız için farklı tahminler var. Ama hepsi yüzde 50’nin üzerinde olması gerektiğini düşünüyor. İngiltere’den yapılan açıklamaya göre yüzde 60 ila 70 arasında sürü bağışıklığı sağlanabileceği öngörülüyordu. Ama İngiltere’nin bu riski nasıl aldığını aklım almıyor. Bu, aşırı sağcı muhafazakâr iktidarın, insanı değil, ekonomiyi gözeten politik tercihiyle de ilgili olabilir. Çünkü sonuçta genç nüfusu doğrudan tehdit eden bir enfeksiyon değil bu. İngiltere bu yöntemde ısrarcı olursa, ki 17 Mart itibariyle çok az da olsa önlemler almaya başladılar, yaşlıları ve en zayıfları feda etmiş olacak. Öte yandan İngiltere’de enfeksiyon belli bir hızla yayılıyor ve kısıtlı sayıda yoğun bakım ünitesi var. Bizim şu anda evlere girerek veya sosyal mesafelenmeyle yapmaya çalıştığımız şey, hastaneler ve sağlık çalışanları üzerindeki yükü azaltmak. İngiltere bu yükü nasıl kaldıracak, bilemiyorum. Zira yakın zamanda, tıpkı İtalya’da olduğu gibi orada da yoğun bakım üniteleri dolacak ve geri kalan bir kesimi, yoğun bakıma alamadan feda etmeye başlayacaklar gibi görünüyor. İtalya’da insanlar mutlak biçimde evlerine kapanmış olmasına rağmen yoğun bakım üniteleri şu an dolu ve enfeksiyon hâlâ durmadı.
Peki İngiltere’de veya benzer yöntemlere meyleden iktidarlara neden ciddi bir toplumsal itiraz yükselmiyor?
Bence insanlar şu an ne yapacaklarını ve neye inanacaklarını şaşırmış, şoklanmış durumdalar. Türkiye toplumu gibi, İngiliz toplumu da çok farklı bilgilere maruz kalıyor ve ne yapacağını bilemiyor. Dünyanın şu anki şanssızlığı, bilime inanmayan, bilim karşıtı, açık kişilik bozuklukları olan otoriter liderlerin çokluğu. Bu liderlerin milyonlarca takipçisi var. Boris Johnson yeni seçildi ve onu seçenler, sözlerine de güveniyorlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi İngiltere’de de sağlık politikasına yönelik eleştiri, iktidarı hedef almak olarak algılanıyor. Türkiye’de şu an Sağlık Bakanlığı’na bir şey önermek veya yaptığı bir şeyin yanlış olduğunu söylemek, AKP’liler tarafından sanki partileri veya liderleri hedef alınıyor gibi algılanıyor. Camilerin şimdilik cemaate kapatılması yönündeki önerimiz mesela, büyük hakaretlerle yanıtlandı. Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı, çok geç de olsa bu öneriyi dikkate aldı. Çok kompleks bir yapı var karşımızda. Bir yanda sağlık meselesi dururken, diğer yanda politik polarizasyon, bilime hiçbir şekilde inanmayan ve önceliği insanlar değil, ekonomi, şirketler olan liderler var. Tüm bunlar karşısında da kısıtlı eğitimiyle sayısız dezenformasyona maruz kalan ve hangisine inanacağını şaşıran, korkmuş, şoklanmış dünya yurttaşları bulunuyor. Bize düşen görev de bu insanları doğru bilgilendirmek, izolasyonu, sosyal mesafeyi sağlamak ve sağlık politikalarını yürütenlere, kitlesel test yapılması ihtiyacını olabildiğince yoğun biçimde ifade etmek.
HESAPLARIMIZI AŞIYA GÜVENEREK YAPMAMALIYIZ
ABD’nin ilk aşı denemesini yaptığı söyleniyor. Aşı çalışmalarındaki gidişat ne yönde?
Çin ve İtalya’da insanlık aslında bir deney yapıyor ve şu ana kadar iki şeyi keşfetmiş durumdalar. Öncelikle bazı ilaçların virüse karşı etkili olduğunu buldular. Bu, bütün insanlık için bir kazanım. İkincisi de, yeni bir bulgu: Enfeksiyonu geçirip atlatmış insanların vücudundaki bağışıklık sisteminin ürettiği antikorların transfer edilmesiyle diğer bireylerin korunabileceği keşfedildi. Diğer yandan da aşı çalışmaları sürüyor. Bu, biliminsanları açısından hem çok heyecan verici hem de çok kritik bir süreç. Aşı üretiminin belli aşamaları var. Halihazırda hazırlanan ve 45 kişi üzerinde denenen aşının insanlar üzerinde herhangi bir zararı olduğu anlaşılırsa, çalışma durdurulur. Aşı çalışması başladı demek, “aşı hemen geliyor” anlamına gelmez. 6 ay ila 1 yıla kadar aşının onaylanacağını kimse düşünmüyor. Bunun dışında, aşı nerede üretildiyse, öncelik orada olacak. Mesela Amerika bulursa aşıyı, önceliği kendi vatandaşlarına ve dünyanın diğer üst gelir grubu yurttaşlarına verecek. Amerikan vatandaşları içinde de elbette öncelik evsizlere verilmeyecek. Aynı şekilde hemen kalkıp Türkiye’ye aşıyı yollamayacak veya çok fahiş fiyatlarla satacaktır. O yüzden aşı çalışmalarının olabildiğince çok ülkede yapılması ve yapılan her şeyin patentlenmeden dünyayla paylaşılması gerekir. Ayrıca kimsenin konuşmadığı çok mühim bir meselemiz var. Bağışıklık sistemi konusunda çalışan herkesin bildiği bir kavram vardır: immunosenesens.
Ne demek bu?
Yaşlandıkça bağışıklık sisteminin zayıflıyor olması. Bundan ötürü 60 yaş üstü bireylerde aşılar, 60 yaş altı bireyler kadar etkili olmaz. Bu hastalık da yaşlı bireyleri öldürdüğü için, onları koruyacak bir aşıyı hemen geliştirip geliştiremeyeceğimiz de belli değil.
TÜRKİYE’NİN AŞI ÜRETME KAPASİTESİ YOK VE BU DEVLET POLİTİKASI
Patentleme olursa ne olur?
O zaman bütün üretim bir veya birkaç dev şirkete kalacak. Ama insanlığın aşı üretim kapasitesi genel olarak çok düşük durumda. Sonuçta fabrikada bir ürün üretiyorsunuz ve onun steril koşullarda yapılması gerekiyor. Muhtemelen soğuk zincirle bir yerden başka yere taşınması da gerekecek. Dolayısıyla bu aşının bulunup da örneğin Ankara’daki bir yoksula ya da Los Angeles’da bir evsiz bireye ulaşması çok uzun bir zaman alacak. Hesaplarımızı aşıya güvenerek yapmamalıyız. Ankara-ODTÜ’de yüksek lisans yaparken, Hıfzıssıhha Aşı Üretim Merkezi’nde bir süre deney yapma imkânı bulmuştum. Orası mesela, kapatıldı. Türkiye’nin aşı üretme kapasitesi neredeyse hiç yok ve bu bir devlet politikası olarak 1990’lardan beri sürdürülüyor.
Korona virüsüne yakalanıp iyileşen kişilerin, ikinci kez enfekte olup olmadığı biliniyor mu?
Bunu da henüz bilmiyoruz. Ama evrimsel olarak bize en yakın tür olan maymunlar üzerinde yapılan yeni bir çalışmada, bir enfeksiyonu geçirdikten sonra bağışıklığın sağlandığı ve hayvanların korunduğu gözlenmiş. Dolayısıyla ikinci kez enfekte olunabileceğini tahmin etmiyorum ama eğer bu virüs, tıpkı gribe yol açan influenza virüsü gibi mutasyona uğrama kapasitesi kazanırsa, o zaman sen bir tipine bağışıklık kazanırken, bir dahaki sene başka bir tip seni tekrar enfekte edebilecek. Bunu gelecekte daha iyi anlayacağız.
TÜRKİYE’DE GİDİŞAT, İTALYA GİBİ
Yani bu iş çok uzun bir zaman alacak ve kısa vadede kurtuluş da aşıda değil. Bizler de evimize kapandık. Bu, sonsuza kadar böyle sürmeyeceğine göre, korona virüsünden kaçış mümkün değil mi? Er veya geç evimizden çıkacağımıza göre, şu an evlere kapanmamızın bir anlamı var mı?
Bir kere azınlıkta da olsa bir grup biliminsanı, yaz aylarında Kuzey Yarımküre'de virüsün daha az enfekte edici olacağını tahmin ediyor. Bunu yakında göreceğiz. Fakat Güney Yarımküre'de de şu an korona virüsü vak’alarının görülmesi, enfeksiyonun sıcak havada da yayılacağını gösteriyor. O halde ne yapmalı? Sosyal mesafelenmeyle birlikte çok yoğun testlemelerle vak’aları hemen tespit edip karantinaya almak ve virüsün yayılmasını durdurmak. Güney Kore’de “31 Numaralı” dedikleri bir hasta, iki hafta boyunca yaklaşık 6 bin 500 insanla temas edip binin üzerinde insanı enfekte ediyor. Yani sadece birimiz binin üzerinde insanı hasta etme potansiyeline sahibiz. O yüzden bu dönemde sosyal mesafelenmeye sıkı uymamız gerekiyor. Peki milyonlarca işçi, asgari ücretle çalışanlar ne yapacak? Hiçbir güvencesi olmayan işçilerin, işe gitmediği halde maaşını alabilmesinin güvencesini devlet vermeli. Fransa bu konuda önemli adımlar attı. Türkiye devleti de mutlaka yoksulları korumalı ve daha iyi beslenmelerini, bağışıklık sistemlerini güçlendirmelerini sağlamalı. Önümüzdeki birkaç ay boyunca elektrik, su ve doğalgaz ücretsiz olmalı. Özellikle 60 yaş üstü ile kronik hastalığı olan işçi ve çalışanların korunması gerekiyor. DİSK’in bu konuda bazı önerileri oldu ama umarım ciddiye alınır. Öte yandan her gün milyonlarca insanın fabrikalara, çalışma mekânlarına gidip geldigi bir ortamda senin-benim eve kapanmamızın sosyal mesafelenme konusundaki faydası çok azalıyor. Türkiye ya İtalya gibi olacak veya Güney Kore gibi. Türkiye’de gidişat İtalya gibi. Önümüzdeki günlerde toplum ölüm haberleriyle şoklanacak. Bir, üç, dört, on, otuz, yüz… Bunlar ne yazık ki doğal ama ölümleri azaltmak bizim elimizde ve siyasi iktidarla birlikte Sağlık Bakanlığı’nın sorumluluğunda.
Bir de hapishanelerde, salgın tehdidi altında bulunan yüzbinlerce insan var…
Hem ABD hem de Türkiye özelinde hapishaneler beni çok korkutuyor ve üzüyor. Türkiye’de son birkaç yıldır, salgın başlamadan da sağlık koşullarının çok kötü olduğuna dair haberler alıyorduk. İran 85 bin kişiyi hapisten evine yolladı. 300 bini aşkın kişinin hapiste olduğu, yaklaşık 60 bin kişinin çalıştığı hapishanelerde Türkiye’nin de buna benzer bir reform yapması gerekiyor. Özellikle kronik hastalığı olan bireylerle 60 yaş üstü bireylerin en azından bu dönemde hapisten çıkarılması gerekiyor. O insanların canı devlete emanet ve mutlaka bir adım atılmalı. Korumakla mükellef olduğu insanlar hayatını kaybederse, bunun sorumluluğu Adalet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı’nda olacaktır.
SAĞLIK ÇALIŞANLARINI KORUYAMAZSAK, TSUNAMİ ÇARPTIĞINDA TOPLUMU KİMSE KORUYAMAZ
Başka hangi risk grupları var peki?
Hapishanelere ek olarak askeri kışlalarda gençler küçücük alanlarda, bir arada kalıyorlar. Kronik hastalığı olan askerlerin derhal terhis edilmesi gerekir. Bir de huzurevlerinde özellikle önlem alınması ve oralarda bulunan yaşlı vatandaşların özenle korunması gerekiyor. Başa dönmüş olacağım ama dert değil; Şu anda kentlerimizin üzerine büyük bir tsunami geliyor. Bu tsunami özellikle sağlık çalışanlarımıza, yaşlı yurttaşlarımıza ve kronik hastalığı olan bireylere çarpacak. Eğer biz şu aşamada sağlık çalışanlarını koruyamazsak, tsunami gelip çarptığında bu toplumu kimse koruyamaz. Tabipler Birliği, şu anda sağlıkçılarda çok büyük bir telaş olduğunu, zira koruyucu ekipmanın, maskenin bile olmadığını söylüyor. Bu bir skandal. Bu dalga sağlıkçılara çarparsa, tıpkı İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nde enfekte olan hocamız Prof. Cemil Taşçıoğlu gibi hocalarımız hastalanacak ve topluma yardımcı olamayacak. Ayrıca bir diğer risk de, hastalanan sağlıkçıların fark etmeden diğer hastaları enfekte etmesi. Her gün pek çok sağlık çalışanı, sosyal medyada ne kadar eksiklikleri olduğunu yazıyor. Dolayısıyla devlet, sağlıkçılarımızı korumak zorunda ama maalesef bu konuda da işler pek iyi gitmiyor.
ERDOĞAN’IN PLANLAMASI, İLAN EDİLMEYEN BİR İNGİLTERE MODELİ İZLENDİĞİNİ DÜŞÜNDÜRDÜ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugün (18 Mart) yaptığı konuşma ve açıkladığı önlemler, Türkiye’nin korona virüsü konusundaki sınavına dair size ne anlatıyor?
Sanırım bunu tekrar tekrar söylemek gerekiyor, bugünden yarına bitmeyecek, kaotik bir salgının, bir krizin ilk günleri içindeyiz. Şu aşamada alınacak önlemler yaşayacağımız krizin boyutunu belirleyecek. Bugün açıklanan 359 vak’a, 4 ölüm rakamı, işlerin kontrolden çıktığını, Türkiye’nin gerekli önlemler alınmadığı takdirde 3-4 hafta içinde İtalya, İspanya gibi derin acılarla karşılaşabileceğimizi, ölümlerin birkaç hafta içinde yüzlerle ifade edeceğimiz rakamlara çıkabileceğini gösteriyor. Erdoğan’ın planlarında bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz yoğun testlemelere, enfeksiyonun yoğun olduğu bölgelerde karantinaya yani şehirleri kapatmaya, hazırlıklara dair somut bir bilgi yok. Oysa enfeksiyonu kontrol kontrol altına alan tek ülke Güney Kore bunu, günde 20 bin testleme ve şeffaflıkla başardı. Türkiye’de henüz toplamda 20 bin test uygulanmadı. Çin, koskoca Vuhan eyaletini kapatarak kontrolü sağlayabildi. Biz de gerekiyorsa hemen enfeksiyonun kontrolden çıktığı şehirleri kapatmak zorundayız. Aynı şekilde ilk önce hastanelere, sağlık çalışanlarına ve yaşlılarımıza çarpacak olan tsunamiye dair sağlık çalışanlarının korunması için alınan önlemlere dair bir bilgi de yok. Üçüncüsü, hastane altyapısının ve kapasitesinin, özellikle yoğun bakım ünitelerinin ne şekilde destekleneceğine, geliştirileceğine dair bir bilgi de yok. Biliyorsunuz, Çin hızla yeni hastaneler yaptı, Avrupa’da bazı fuar alanlarının hastaneye dönüştürülebileceği konuşuluyor. İspanya’da ise özel hastaneler kamulaştırıldı. Son olarak milyonlarca çalışan insanın, özellikle de kapalı alanlarda, dar mekânlarda çalışmak zorunda olan mavi yakalı işçilerin, hizmet sektöründe çalışan insanların, 10 milyon asgari ücretlinin evinde kalmasını, sosyal mesafelenmeyi sağlayacak ya da özel sektörde çalışan kronik hasta çalışanları koruyacak hiçbir ekonomik destek modeli yok. Dolayısıyla, bunu çok üzülerek söylüyorum ama bu, Dünya Sağlık Örgütü’nü dikkate almayan yönetim şekliyle gelecek konusunda risk grubundaki yurttaşlarımız için umutlu olmak kolay değil. Umarım Türk Tabipleri birliği sürece dâhil olur ve süreç şeffaflaşır.
Erdoğan’ın açıkladığı “planlamanın” benzerini hangi ülkeler yaptı, yapıyor?
Bu yapılan planlamayı duyunca acaba Türkiye, açıkça ilan etmeden gizli bir İngiltere modeli mi izliyor diye düşündüm. İngiltere de toplumun enfeksiyonu toplu şekilde geçireceği ve en zayıfların elenmesiyle toplumun bağışıklık kazanacağı, sürü bağışıklığı (herd immunity) planı uygulanıyor. Umarım kapalı kapılar arkasında, ekonomik krizi derinleştirmemek için böyle kararlar alınmamıştır. Her halükarda biz paniğe kapılmadan bireysel sorumluluklarımızı derhal yerine getirmeliyiz. Virüsün çoğu insanda çok hafif geçtiğini dikkate alarak sorumluluk almalı, önümüzdeki 4-6 hafta boyunca enfekte olmuş gibi davranmalıyız. Vurguluyorum, enfekte olmuş gibi davranmalıyız.
ABD’DE 250 BİN İLA 1,7 MİLYON İNSANIN ÖLEBİLECEĞİ TAHMİN EDİLİYOR
Siz Amerika’da yaşıyorsunuz ve orada da önlemler alınmaya başlandı. ABD’nin virüsle imtihanına ilişkin ne tür öngörülerde bulunuluyor?
Epidemiyologların, çok prestijli bir kurum olan Hastalıkları Kontrol Merkezi’nde yaptıkları bir toplantıda farklı modeller üzerinde çalışarak ortaya koydukları senaryo geçtiğimiz günlerde New York Times gazetesi tarafından haberleştirildi. Buna göre önümüzdeki bir-iki yıl içinde Amerika’da 250 bin ila 1,7 milyon arasında insanın korona virüsü nedeniyle ölebileceği tahmin ediliyor. Amerika’ya bu dalga çok daha kötü çarpacak yani.
Sağlık sistemi yüzünden mi?
Sayısız insanın doğru-düzgün bir sigortası bile yok. Ayrıca 500 bin insan evsiz, hiçbir güvenceleri yok, sokaklarda. 3 milyon insan hapishanelerde. 11 milyon göçmen “yasadışı” olarak çalışıyor ve hastaneye gitmeye dahi korkuyorlar. Ayrıca çalışma sistemi çok kötü. Bir saatlik çalışma ücreti Teksas’ta 7, Massachusetts’te 11 dolar. Çoğu insan saatle çalışıyor ve hasta da olsa gidip o saatte işini yapmak isteyecek. Dolayısıyla başkalarını enfekte edecek. Trump yönetimi uzun süre bu işi dalga geçer gibi idare ettiği için dalganın etkisi çok sarsıcı olacak. Sadece sağlıkta değil, tüm dünyada, ekonomide, siyasette çok büyük sonuçları olacak. Bu açıdan çok ilginç bir tarihsel andayız. Bu tarihsel anda biz en azından üzerimize düşen bireysel sorumluluğu yerine getirelim ve tekrar tekrar vurguladığım anlattığım önlemleri alalım.
Emrah Altındiş kimdir?
Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü’nde lisans yaptı. Daha sonra ODTÜ’de Biyoteknoloji Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yaptı. İtalya’da Novartis Aşı Araştırma Merkezi’nde çalışırken, Bologna Üniversitesi’nde moleküler ve hücresel biyoloji alanında doktorasını yaptı. Daha sonra Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’de kolera üzerine çalışmalarına başladı. Üç yıl sonra, yine Harvard Üniversitesi’ne bağlı Justin Diyabet Merkezi’nde çalışmalarını sürdüren Altındiş, mikroplar ve diyabet arasındaki ilişki üzerine araştırmalara yöneldi. Bu süreçte viral insülinleri keşfetti. 2018 yılından itibaren de Boston College Biyoloji Bölümü’nde asistan profesör olarak çalışmaya başladı ve kendi laboratuvarını kurdu. Altındiş aynı zamanda halen Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor.