Dünya prömiyeri Venedik Eleştirmenler Haftası’nda yapılan ‘Körfez’ gösterimde. Filmin yönetmeni Emre Yeksan ile ‘Körfez’in metaforik dünyasını ve orta sınıfa dair eleştirilerini konuştuk.
Emre Yeksan’ın dünya prömiyerini Venedik Eleştirmenler Haftası’nda yapan filmi “Körfez”, tam anlamıyla sıfıra vurmuş Selim karakteri üzerinden ‘sınıflar arası bağlantı’yı anlamaya çalışıyor. Yer yer gerçeküstü anlatıma ve metaforlara başvuran film sinemamızda pek de alışık olmadığımız bir şekilde umutlu bir finale davet ediyor izleyiciyi. Yeksan ile filmin vizyona girişi vesilesiyle buluştuk. Filmdeki otobiyografik unsurları, sınıflar arası bağlantıları, umudu ve umutsuzluğu masaya yatırdık…
Filmin hikayesinde otobiyografik bir taraf da var sanırım. Ne kadarı senin kendi hikayen?
Var tabii. İlk çıkış noktası yaşadığım bir anın tetiklediği fikirden oldu. 2008 sonlarında İzmir’de ailemin yanında üç ay geçirmiştim. Fransa dönüşü İstanbul’da bir yıl kalmıştım, yapımcı olma süreci içindeydim ama yılmıştım açıkçası. Hiçbir şey yapasım yoktu. İzmir’e gideyim dedim. O dönemde yürüyüşlere çıkıyordum.
Bir gün çocukluğumda olan ama 2000’lerin başından beri olmayan kokuyu duydum. Çok ilginç bir andı. Bu kadar mide bulandırıcı bir kokunun nostaljik bir duygu yaratmasını anlayamamıştım. Bu ruh haliyle kafamda yıllar içerisinde bir fikir şekillendi. Ama öyle kaldı. 2012’de başka bir proje için çalışırken, bu duygu kendiliğinden çıkıverdi. Bunun dışında birçok karakter tanıdığım insanların bileşkesinden ortaya çıktı. İzmirliyim, kentle olan ilişkimin de hikayenin oluşmasında payı büyüktür mutlaka.
Koku, kadrajda görünmeyen ama neredeyse başrole çıkan bir durum olarak yer alıyor filmde. Kokuyu bir metafora dönüştürme fikri nasıl şekillendi?
Bende süreç şöyle işliyor: Bir şey dökülüyor. Sonra dışına çıkıp okuduğumda “Böyle bir öge var ve bunun bir sürü metaforik anlamı olabilir. Ne demek olabilir, nerelere gidebilir…” gibi sorgulama başlıyor. Bu sırada senaryo için Ahmet Büke ile birlikte çalışmaya başladık.
Aslında benim isteğim kokuyu bir fiziksel etkinin sebebi olarak kullanıp; kaynağı ve metaforik anlamını mümkün olduğunca geniş bırakmaktı. Bu koku Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamı tanımlayabilir ama tanımlayamayacağına dair işaretler de var. Dolayısıyla konunun insanları harekete geçiren, fiziksel olarak tepki verdikleri bir şey olarak var olmasını ama metaforik alanın da geniş tutulmasını istedim. Senaryonun ilerleyen süreçlerinde de istemediğimiz bir şeyi anlatmasın ama ne anlattığı da mümkün mertebe açık kalsın istedik.
Filmde bazı temsiller söz konusu. Orta sınıf ve alt sınıf temsilleri örneğin… Filmin gelişimi içinde birisi kokunun kaynağına düşünürken, diğeri daha umutlu bir dünyayı temsil ediyor. Bu tür bir temsil kurguladığın bir şey miydi?
Beni orta sınıfları sorunun kaynağı ya da sebebi olarak kurgulamadım. Ama orta sınıfları, bu duruma verdikleri tepki üzerinden okumak amacındaydım. Filmde tanımladığımız aile, bireyler benim hayatımda olan ve sevdiğim insanlar. Filmin temel meselelerinden birisi bize yük olan şeylerin ciddi bir kısmının mülkiyetle ilişkili olması. Selim’in kayıtsız gibi görünen ama altında da ezildiğini hissettiğimiz şeyin bir mülkiyet sorumluluğu olduğunu, bunun tartışmaya açılmasının ise orta sınıflar için hala sorun olduğunu göstermek istedim.
Ben de orta sınıftan gelen birisiyim. Orta sınıf ciddi bir bunalım yaşıyor ama bunun kaynağına bakma cesaretini gösteremiyor aslında. Kendi yaşadığı sıkıntının neden kaynaklandığı üzerine açık fikirle bakmayı, düşünmeyi göze alamamış olması fikriydi hareket noktası. Filmin orta sınıflara dair bakışı bir sorunun kaynağı olmak değil, bunun nedenlerine temas edemiyor olmak.
Selim, sıfır noktasına kadar gerilediği için mi içgüdüsel olarak bununla mücadele etmeye başlıyor?
Ben de bunlara dışarıdan bakıyorum aslında. Bir kısmı senaryo sürecinde sorgulamakla geçti. Ama bir kısmı da filmi izleyenlerin yaptığı yorumlar sonrası yeniden üzerine düşünürken fark ediliyor. Selim’i diğerlerinden bir adım ilerde kılan şey, aileden yeni başlayan kaybetme sürecini daha önce yaşamış ve bununla barışmış olması. Diğerlerinin gelmediği “hayat artık eskisi gibi değil” noktasına daha önce varmış olması. Zaten orta sınıfların yaşadığı şey de bu, yavaş yavaş proleterleşmesi…
Filmde bilinenin dışında bir İzmir anlatılıyor… Tekinsiz, boş, terk edilmiş gösteriliyor ve etkileyici de. Böyle kalabalık bir kentte kısıtlı prodüksiyon olanaklarıyla bu görüntüleri kaydetmek zor oldu mu?
Zordu… Aslında ikili bir durum var. İzmir büyük şehir olmakla birlikte İstanbul’dan farklı. Taşra duygusu var. Daha bakir alanlar bulup, orada bir şeyler yapabilmek, çözümler üretebilme fırsatları oldu. Bir de ciddi bir ön hazırlık yaptık. Çok sefer İzmir’e gittik, uzun uzun orada kaldık. Bazı şeyleri nasıl çözebileceğimizi tasarladık. Bütçemize kıyasla mekân sayısı çok fazla olan bir projeydi. Sonuç itibariyle İzmir’in özel konumunu da kullandık. Örneğin İzmir’de sokakları boş yakalamak daha kolay. Yazın insanların akın akın şehri bırakıp gitmesi gibi bir durum var. Dolayısıyla onları kovalamak, programları bu durumlara göre yapmak gibi esnek uygulamaları hayata geçirdik.
Film muhtemelen çeşitli politik okumalara da tabii olacak. Ben Adana’da filmi izlediğimde “alt sınıfları algılama biçiminin sıkıntılı olduğunu” yazmıştım. Bambaşka yorumlar da olacaktır. Filmin politik dilini nasıl konumlandırırsın?
Selim’in durumu üzerinden başlayan bir anlatının, yavaş yavaş mülkiyetten arınma çabası ve hatırlamadığı askerlik arkadaşı Cihan ile karşılaşması sonucu kendi küçük eşiğini atlama anına dönüşmesinin hikayesiydi anlatmak istediğim. En sonda da Selim’in kalabalığın bir parçası olarak erimesini amaçladım. Yazma sürecinde de tartışmıştık. Sinema bir yol önerebilir ama ne kadar önerebilir, ben bilmiyorum. Sinemaya böyle bir anlam da yükleyemiyorum.
Yolu bulacak olanlar bir tarafta teorisyenler, siyaset bilimcilerdir diğeri tarafta da örgütlenmek ve birlikte hareket etmektir. Filmi yaptığımız dönemde herkesin umutsuzluğa gark olduğu bir durum vardı. Hatta sonuyla ilgili dönem dönem “acaba naif mi, acaba fazla romantik mi kaçacağız” diye düşündük.
Sonra kendimizi telkin ederek, “aslında karamsarlık bir lüks” diye düşündük. Umudu hatırlamak ve hatırlatmak önemli… Film sürecinde Suruç oldu, Ankara katliamı oldu. Tutuklamalar geldi. Gerçekten kötü hissettiğimiz anlar oldu. Ama umudun, iyimserliğin bir görev olduğu duygusu her zaman baskın çıktı. Biz orada hep Gezi’yi hatırladık. Şu anki karamsarlığımız gerçek ama oradaki umut duygusu da gerçekti.
Film zaman zaman gerçeküstü anlatıya, alegoriye de başvuruyor. Bizim gibi ifade özgürlüğünün zora girdiği ülkelerde bu tür anlatı biçimleri kaçınılmaz olarak öne çıkıyor. Başından itibaren böyle mi kurgulamıştın yoksa senin tercihinin arkasında da bu tür bir neden olabilir mi?
Olabilir tabii. Yazdığım şeylere dönüp baktığımda bu anlatının benim tarzım olduğunu da görüyorum. Bir şekilde gerçekçi bir dünyayı kırma hali bana her zaman çok ilginç geliyor. Bir şeyleri yazmaya başladığımda hep kendimi hikayenin içindeki gerçekliği bozmaya çabalarken buluyorum. Bunun bende devamlılığı olan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu sevdiğim edebiyatla da ilgili. Latin Amerika büyülü gerçekçiliğinden Türkiye’de Bilge Karasu’ya Hasan Ali Toptaş’a kadar benzer bir edebiyatı seviyorum. Anlatımın yırtılmasını seviyorum.
Ama bu anlatıyı seçmemin benim de içinde olduğum dünyada kendime yer açmaya çalışma, sözün bu kadar baskılandığı bir ortamda o sözü başka yerden akıtma çabam da olabilir. Bu tarihe de gidiyor olabilir. Çünkü Türkiye’de bu baskılar yeni başlamış değil…
Son dönemde yönetmenler ile edebiyatçılar arasında yoğun bir işbirliği başladı senaryo konusunda. Ahmet Büke ile birlikte yazdınız senaryoyu. Nasıl bir deneyimdi, artılar eksileri nelerdi?
Ahmet ile biz “Körfez”den önce de “Dışarıdakiler” adlı senaryomu çalışmıştık birlikte. Benim edebiyat ve edebiyatçılara dair net bir ilgim var. Sinema yapıyorum ama en sevdiğim sanat edebiyat olabilir. Sinemayı hep edebiyata yakın görmüşümdür. En başından bu yana yazıp çizerken, edebiyatçılarla çalışma çabası içindeydim. Ahmet ile çok doğru bir örtüşme oldu. Çok farklı karakterleriz ama özsel olarak acayip bir benzerlik hissediyoruz. Hikayeyi ben yazmıştım ama canını veren de Ahmet oldu. Gerçekten çok kolektif bir iş oldu. Yalnızca onunla değil, oyuncuların setteki arkadaşların da büyük katkıları oldu. Ben sinemanın kolektifliğine inanıyorum ve bana iyi geliyor.
Ahmet ile işbirliğine dönersek, onun detaya dair özeni ve yaratıcılığı filmde çok iyi çalıştı. Küçük küçük fikirleri yığması ve akıtması iyi sonuç verdi. Ancak diğer taraftan da edebiyatçı için metin, bir sonuç materyal. Ama bir sinemacı için o bir başlangıç materyali. Dolayısıyla böyle bir ikilik söz konusu. Bence bunu bilerek hareket etmek doğru olur. Bir edebiyatçıdan alabileceğimiz şey belki o ilk versiyondaki duygu durumu. Ama ondan sonra oturup edebiyatın tanıdığı alandan, sinemanın tanıdığı alana doğru işlemek gerekiyor. Çünkü senaryo tekrar tekrar bakılması gereken, yeniden ele alındıkça gelişen bir şey. Ama bir yazar için metin çıktığında bitmiş gibi olabiliyor.
Sinemasal olarak yeniden yazımları senaristin sırtlanması gerekiyor. Ben Ahmet’in aklı ve yaratıcılığının sinemaya çok denk düştüğünü düşünüyorum. Tekrar tekrar çalışmayı da istediğim biri…