İlk turda -hayırlısıyla- bitse dedirten yoğun seçim gündeminin son yazılarından birine oturunca, yazılmayı bekleyen pek çok konuyu yine bir kenara ayırdım. Örneğin gazetemizin kadın kategorisine bakınca gördüğümüz ilk üç haberin erkek şiddetiyle öldürülen, yaralanan kadınlar olmasını bile istemeyerek bir kenara ayırmanın ızdırabı var içimde. Aynı şekilde üç ayı dolmuş olan depremlerin ardından giderek daha duyulur hale gelen erkek şiddetiyle kadınlara ve çocuklara yaşatılan cinsel saldırı suçlarındaki artışa ilişkin, atılması gereken adımları, örneğin cinsel şiddet kriz merkezi gibi önlemleri konuşmak vardı. Ve daha niceleri ama işte başlıkta gördüğünüz gibi bu seçim o seçim değil maalesef.
Bu seçim o seçim değil klişesi -ki ilerde bugünleri kavramayı kolaylaştıracak klasik siyasi tespit halini alabilir- salt partilerin, liderlerin, politikacıların örgütsel ve kişisel beklentilerini bir kenara bırakıp toplumun iyiliğini hedeflemeyi öğütlemekle kalmıyor. Aynı zamanda çözüm bekleyen toplumsal sorunların sadece başlıklar halinde geçiştirilmesine yol açan bir yanı var. Hedefe kilitlenmiş gibi 14 Mayıs'ı beklemenin zihnimizi de esir aldığı günlerdeyiz. Yine de gerçek sorunları konuşmanın 15 Mayıs sabahına ertelenmesinin arka planı sanırım bir umudun, değişim rüzgarının taşıdığı umut tohumlarının serpiliyor oluşundan. Mevcut iktidarın sorunları çözmeyi değil üzerine yeni sorunlar, daha büyük ve aşılması güç engeller oluşturup, bizleri çözüm önerilerimizi bile konuşamaz hale getirmesi ihtimalinden de kaynaklanıyor elbet. Kadınlara ve kız çocuklarına vaatlerini(!) hatırlamak bile yeter, gerçek çözümleri konuşmayı bir hafta sonraya ertelemenin haklı nedeni çıkıyor ortaya. Otoriter rejimin artık bir diktatörlük haline gelme potansiyeli yükselmiş olarak görünüyor. Üstelik kadınlara yönelik planlarını içeren o vaatler de diktatörlüğün dini kisvesini açığa vuruyor.
Dolayısıyla şimdi diktatörlük ile demokrasi ihtimali arasındaki seçime bir hafta kalmışken siyasi gündemin dışına çıkmak pek mümkün değil. Sorunların çözümü için gerekli mücadeleyi verebileceğimiz elverişli bir zemin hazırlamaya yönelmek kaçınılmaz. Otoriter sistemi demokratikleştirmeyi mümkün kılacak bir seçimin şafağındayız. Eşit, özgür, insan haklarına dayalı toplum düzeni inşa etme fırsatını şu an avuçlarımızda tutuyoruz. Demokratik ilkeler ve hukuk çerçevesinde sınırlanacak bir yönetim anlayışının sergilenebileceğine dair güven oluşturan muhalefet kesimi var bir yanda. Diğer yanda kamu kaynaklarını üç-beş aileye bölüştüren hukuk ve kural tanımazlığı ile deneyimlenmiş mevcut iktidarın sürmesi ihtimali. Kimlik siyasetinden çıkılıp eşit yurttaşlığın egemen olma ihtimali var bir yanda diğer yanda din devletine dönüşme ihtimali. Bu ihtimaller arasında demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti lehine tercih yapmak seçmen için zor değil. Ancak mesele vaatlerden çok vaat edilenlerin gerçekleştirileceğine dair güven duyulması. Garip olan şu ki iktidarın kadınlar, çocuklar, yoksullar aleyhine yürüttüğü yirmi yıllık politikaya ve kimlik siyaseti ile toplumu ayrıştırıp birbirine karşı düşmanlaştırmasına rağmen hala anketlerde seçimin at başı görülmesi. İnanılır gibi değil ama tabii ki kuralsızlık, seçim yarışının adil olmayışı, dezenformasyon ile kampanya yürütmesi, iktidar gücünü ve kamu kaynaklarını son damlasına kadar kullanma pervasızlığı çok etkili bu tabloda. Muhalefetin sesini alabildiğine kısan medya hakimiyetine rağmen anketlerin yanılma payının yüksek olduğunu düşünmek mümkün.
Tek adam rejiminin otoriter sisteminde bırakalım devlet memurlarını, kredi arayan esnafı da koyun bir kenara bir apartman görevlisi bile oyu AKP, Cumhur ve Erdoğan’a değilse bunu rahatça söylemekten kaçınıyor. Muhalefeti terörle ilişkilendirirken kendisi Hizbullah’ın vahşi teröründe zanlı olarak yargılanmış birine listelerinde vekil adayı olarak yer verdiğini tabanından gizliyor. Medya gücüyle, kamu otoritesini seçim propagandasına malzeme etmeyi doğal bulan bakan/adayların gerçek dışı beyanlarıyla sağlıyor. Belki de sağladığını sanıyor. Tüm bunlar aslında iktidarın ne denli çaresiz hissettiğini ifşa eden usulsüzlükler. “Bakanlık gücünü seçim kampanyasında kullanacağım tabii” sözlerinin hukuka ve ahlaka ne denli aykırı olduğunu düşünmeyen bakanı hatırlayalım. Murat Kurum’u kamu gücü ve seçim kampanyası ilişkisini düşünüp sorgulamaktan alıkoyan, bir tarafa umudu taşırken, iktidarı çaresizliğe sürükleyen değişim rüzgarının karşı konulamaz gücü olmalı. Usulsüzlük, usul olunca seçmenin yıllar boyu unutmayacağı bu yaklaşım iktidar mensuplarında kendilerince doğal hak gibi dile getirilebiliyor. E, pervasızlık bu boyuta yükselince seçmen tercihini açıklama konusunda kendi emniyetini önceliyor gibi.
Bu tek örnek bile yeterli, teker teker daha pek çoklarını sıralamaya gerek yok. Uzun zamandır iktidar yeni bir söz üretemiyor seçmene karşı. Vaatleri ise tehdit ve şantaj esintili ki AKP tabanı bile bu tutumdan hoşnutsuz olmalı ki “tatlı siyasi rekabet” tiviti atmaya mecbur kaldı Erdoğan. İnandırıcı olmaktan uzak kalması bir yana bu uzun tivit mesajlarında kendi söylediklerini yapabilecek bir politikacı profili çizmedi hiçbir zaman. Diğer yandan bu uzun mesajlardaki sözlerin 85 milyona yöneldiğini düşünmek de yanıltıcı olabilir. Çok büyük ihtimalle bu sözleri kendi seçmenine, partisine ve tabanına yönelik kullandı. İçerdeki büyük tartışmaların dışarıya taşmasına karşı bir önlem olmalı tatlı siyasi rekabet tanımı. Partisiyle sınırlı kalmayıp biraz daha geniş anlamda Cumhur İttifakı bileşenlerini hizaya çekmek ihtiyacı duyduğunu düşünmek belki biraz daha gerçekçi olur. Ama kesinlikle muhalefeti kastetmediğini düşünmek için elimizde yeteri kadar malzeme var. Hain, işgalci, terörist, fahişe, sürtük, çürük, ahlaksız, namussuz vb. pek çok hakaret sözcüğünü muhalefet partilerine ve kitlesel muhalefete çoğul halleriyle defalarca püskürtmüş bir politikacı. Siyasi dilin yumuşaması iması ancak içeridekileri teskin için kullanılmış olabilir.
Ve seçmen iktidarın siyaset dili ile muhalefetin siyaset dili arasındaki farkı görüyor. Böyle yapay mesajlarla filan değil, duruşlarıyla birliktelikleriyle ve ittifaklar arası ilişkileriyle seçim meydanlarına yayılan muhalefet hem sözle hem somut haliyle seçmene birleşerek büyüyen demokratik tutumu gösterme başarısına sahip. Muhalefet kazandığında seçim sonrası ülke bir anda dikensiz gül bahçesine dönüşmeyecek, bunu herkes biliyor. Daha yerinde söyleyişle dünyada dikensiz gül bahçesi olmadığı herkesin malumu. Mesele gülün güzelliğinde dikenin payını hesap edebilen düşünce gücüne ulaşmakta. Diken bir yandan su depolayıp bir yandan koruyucu gücünü emrine sunmasa o gül o denli güzel olamaz demekte beceri. Demokrasi de böyle. Tartışma çatışma yerine müzakere yöntemini ve uzlaşmayı mümkün kılacak çok yönlü düşünüp, her kesimi dikkate alacak yöntemler geliştirme becerisi. İnsaf ile söylersek, hem Millet İttifakı hem de Emek ve özgürlük İttifakı kimi pürüzlere rağmen ama pürüzleri aşarak ortak hareket etme becerilerini geliştirdi. Talimatlı yönetimin depremzedeyi üç gün enkaz altında bıraktığı ülkede seçmenin talimat bekleme yerine tartışmayla uzlaşmayla doğru yöntemin keşfini önemsediğini düşünmek gerek.
Değişimin, demokratikleşme yönünde yaşanacak değişimin şafağındayız. Bu nedenle başlığa taşıdığım klişeyi değiştirme zamanı gelmiştir belki: Bu seçim, o seçim. Otoriter tek adam rejimine son verecek seçimden bahsediyoruz çünkü. Seçmen demokrasi ihtimaline oy verdim demeye hazırlanıyor, umarım. Herkes hayatı boyunca gururla taşıyabileceği bir tercih gururu yaşamayı umuyor olmalı. Şanslı olanlarsa şüphesiz genç seçmenler. Çünkü “otoriteryanizmi durduranlar arasındaydım” diyebilme kıvancını bizlerden çok daha uzun yıllar taşıyacaklar. Ve umulur ki demokratik temelleri sağlamlaştırılmış bir ülkede yaşama şansını kaçırmayacakları seçim bu seçim.