En güzel yazma tavsiyesi: Herkes hiç değilse bir bardak su istemeli
Bazı insanlar birkaç dakikada, birkaç cümlede dahi size bir şey öğretirler. Öyle şeyler söylerler ki, yıllar sonra bile başkalarına aktarmak istersiniz. Saf tecrübe budur. İki Amerikan yazar, Kurt Vonnegut ile Stephen King de bu kumaştan geliyor. Onları dinlemeli. En çok da en iyi bildikleri konuyu, yazmayı anlatırken dinlemeli.
1.
Şu hayatta en sevdiğim şeylerden biri gerçekten sözü olan, derdi olan insanları dinlemek. Bu dert, bu uğraş her nasılsa insanların yüzlerine de yansıyor, mimiklerine yerleşiyor. Gerçekten anlatacak bir şeyi olan insanlarda, aktarımın yarısı sanki sözlerden değil yüzlerden, mimiklerden geçiyor.
YouTube bu konuda bir derya.
Arka arkayaKurt VonnegutveStephen Kingvideoları izledim YouTube’da. İki iyi yazar ama ikisi de nefis tiplemeler. Yüzlerine bakınca bile hayal kurmaya başlıyorsunuz. Vonnegut Erdekli, King sanırım Çorumlu. Vonnegut öğretmen emeklisi, yazlığına yerleşmiş. King nalbur. Net nalbur. Çalışmaya devam ediyor.
Sadece birer yazardan ibaret değiller. Yazar imajı her neyse onun dışındalar.
Vonnegut çok zeki adam. Öyle zeki insanların, mesela bir röportajda soru alırken ya da bir tartışma programında karşısındaki konuşurken hatta bir dost sohbetinde sizi dinlerken, kendi hamlelerini nasıl hesapladığını görürsünüz. Ama dinlerler. İlla ki dinlerler. İncitmeden, yıpratmadan dinlerler. Karşıdakinden gelen lafı alır, kendi sözüne basamak yaparlar.
Sonra da bir şey öğretirler. Birkaç cümlede size bir şey öğretirler. Öyle şeyler söylerler ki, yıllar sonra bile başkalarına aktarırsınız. Saf tecrübe budur.
En çok da en iyi bildiklerini öğretirler. Yazmayı…
2.
Stephen King’i alalım. Yazmayı, durup dinlenmeden anlatanlardandır. Tecrübesini kimseyi kıskanmadan, saklanmadan, işin sırrı bana kalsın demeden aktarır. Yazmak üzerine kitap yazmış yazarlardandır.“Yazma Sanatı”isimli bu kitabı yolu yazıyla kesişen herkese hararetle öneririm.
“Çok yazın” der King ama “yazmakla kafayı bozmayın” da der.
“Etrafınıza bakın, insanları gözleyin” der. Ne yapıyorlar? Nasıl yaşıyorlar? Mesela nasıl yemek yiyorlar? Peçeteleri lime lime ediyorlar mı? Dudaklarını mı yalıyorlar sürekli?
“Unutmayın” der… İnsanlar normal şeyler yapar. Burnunu karıştırır, tükürür, nefes alır, yemek yer, etrafına bakınır, gazete okur, yürür… Yazmanın önemli bir kısmı bu gündelik meseleleri hatırlamaktır. Hayatı yerli yerine koymaktır. Hem bunları hatırlamak hem de bu sıradan yaşama telaşının herkesin meşgalesi olduğunu bilmektir. “Kötü bir insan da bir yaşlının karşıdan karşıya geçmesine yardım edebilir” der. “İnsan tek bir boyuttan ibaret değildir” der.
Unutmayalım. Ama nasıl? Etrafa bakarak…
Bugün mümkün mü? Bu soru komik gelecek belki ama etrafa bakmak sahiden mümkün mü?
Boş vakti olan kimse etrafına bakmıyor; çünkü cep telefonuna bakıyor. Daha fenası, birisine bakmak isteseniz de, çevrenizde cep telefonuna bakmayan birini bulamıyorsunuz. Sözgelimi, metroda giderken birilerini izlemeye çalışın. Cep telefonlarına gömülmüş insanlardan başka ne görebilirsiniz ki?
Bugün bir küçük deney yapayım dedim… Kafede, durakta, tramvayda kim etrafına bakıyor kim bakmıyor diye saymaya kalktım. Canım sıkıldı… Neredeyse kimse etrafıyla ilgili değil. Hele yaş gruplarına vurunca iş bambaşka bir boyuta geliyor (Ama bu başka bir yazının konusu).
Derken onunla karşılaştım.
Eski bir Fransız filminden, mesela bir Louis Malle filminden fırlamış görünen, orta yaşlı bir adam. Caddedeki yeni büyük marketten çıktı; eli kolu paketle dolu. İlk bakışta fark edilen zümrüt yeşili ayakkabıları vardı. Boynunda fuları, enine çizgili gömleği ve artık kimsede rastlanmayan pos bıyıkları… Ama en önemlisi: Etrafıyla ilgili, canlı… “İşte bu” dedim; nihayet gerçekten hayatta olduğunu idrak etmiş bir insan. Yaşıyor. Karşı karşıya geldiğimizde selam verdim. O da bana gülümsedi. Ufak tefek bir adamdı. Pos bıyığın bile örtemediği kadar iyi niyetli, yumuşak bir yüzü vardı. Duraksamadan yürüyüp gittik.
Adam zihnimi meşgul etti. “Bu adamı bir hikâyeye yerleştirmek istesem ona nasıl bir rol veririm” diye düşündüm. Mesela birini öldürmüş olsa ya da birini öldürmeyi kafaya koysa (Stephen King’i dinledim, malum)... Bu yumuşacık yüzden şiddetli bir şey çıksa…
Malzemem azdı. Dönüp adamı bulayım, dedim. İlginç biri, belli ki ilham verecek. Hem çok uzaklaşmış da olamaz. Geldiğim yöne doğru sekiz on metre yürüdüm, bir köşeyi döndüm ve onu buldum. Daha doğrusu, az önceki kanlı canlı adamın gölgesini buldum. Paketlerini bisikletinin selesine koymuş, ayakta dikiliyordu. Telefonuna dalıp gitmişti. Modern insanın heykeli… Malzeme falan vermiyor.
Stephen King şanslıymış. İnsanların ne yaptığının gerçekten gözlenebildiği zamanları da yaşamış. Heybesi anekdot dolu. Halen o heybeden kullanabiliyor.
3.
King, “eski toprak” bir yazar.
2007’de aramızdan ayrılan Kurt Vonnegut da eski dünyanın bir parçasıydı. 20’nci yüzyıl insanının zihnini meşgul eden büyük meseleler üzerine konuşmayı severdi. Televizyondan hazzetmezdi mesela. İnsanı durgunlaştırdığını anlatırdı: “Okumak bir efor işi, ekrana bakmaksa edilgen bir eylem.” Keşke televizyon olmasaydı, derdi Vonnegut. Neticede televizyon çağının bir yazarıydı. İnternete, yeni dünyaya dair kafa yoracak çok vakti olmadı. Yine de “İnternetteki hayaletlerden kendinize bir aile yaratmayın” diyecek fırsatı buldu. Kulaklara küpedir.
Kafası önde, gözü ekranlarda nesillerimizi görse ne derdi?
Pek de mutlu olmazdı eminim. Ama çok da negatif gitmeyelim. Onun nefis bir yazma tavsiyesiyle devam edelim. Erdek’teki balkonundan, rakı masasından, üzerinde atletiyle sesleniyor Vonnegut Hoca:
“Her karakter bir şey istemeli, hiç değilse bir bardak su.”
4.
Yazmak üstüne duyduğum en güzel tavsiyelerden biri budur işte. Her karakter en azından bir bardak su istemeli.
Çünkü yazmak, bir işten öte bir istektir. Yazar illa ki başka bir işle de uğraşabilecek biridir. Bir nalbur, bir öğretmen de olabilir. Hatta belki öyledir. Ama yazar olmayı da istemiştir. Bu istek karakterlere de geçmelidir. Her karakter bir şey istemelidir. Bir bardak su…