En iyi ifadesini Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında
buluyor olsa da, tutunmak ya da tutunamamak, yaşadığı toplumla
uyumsuzlukları olan entelektüel kişilere mahsus bir mesele değil
sadece. Ölümün ya da “varlığın içine fırlatılmış” her faninin bir
tutunma, tutunamama meselesi var. Çeşitli sebeplerle tutunmaya
direnenler ya da basitçe şu dünyada tutunacak bir dal bulamayanlar
da var.
Bu reddiyeci seçimler ve talihsizlikler yanında, “tutunamamayı”
kendisine kimlik yapıp giyinen bir kesim de var. Yukarı Bohemya
dolaylarında yetişen bu kesim genellikle oradan dünya sanat sepet
alanına dağılıyor. Bu kesimin hiçbir üyesi de bir Arthur Rimbaud
değil, size söyleyeyim. Arthur garibim, hayatın zifiri sefaletine
on metre kule atlamasıyla kafa üstü dalmıştı.
Bana gelince bu konuya öyle kafadan dalmıyorum tabii. İbişgiller
oraları berbat etmeden önce, iyi bir medya ve sinema eğitimi veren
bir mektepte uzun yıllar hocalık yaptım. Birçok farklı karakterde
öğrenci gördüm. Çok yetenekli olanları vardı. İçlerinden, belgesel
ve kurmaca sinema alanında önemli başarılara imza atan isimler, ben
oradayken de, öncesinde de çıkmıştı. Boğucu bir havayı dağıtarak,
memleketi kahkahaya boğan ArifV216 ile Aile
Arasında filmlerinin yönetmeni, Kıvanç Baruönü ve Ozan Açıktan
bu okuldan yetişmedir mesela. İki Dil Bir Bavul’un
yönetmenleri Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan da öyle. Eskiköy daha
sonra Babamın Sesi ve Taş gibi yakın dönemin ses
getiren başka filmlerine de imza attı. TRT’yi onurlandırmış,
Yüzyılın Tanıkları, Yüzyılın Portreleri ve
Bir Filmin Hikayesi gibi dizi belgesellerin yönetmeni
ve/veya senaristi İsmail Sancak ve daha kimler var mezunlar
arasında. İlk aklıma gelenleri saydım sadece.
Fakat yetenekli bir kısım öğrenci ise gençlik başarılarından
erken büyülendi. Dikkat çeken bir iki kısa film ya da belgesel
yaptıktan ve bunların bazılarıyla ödüller aldıktan sonra, hayata
direkt olarak yönetmen koltuğundan devam etmek istiyordu bu
öğrenciler. Olmuyordu. Çünkü böyle olmaz. Neden olmadığını ilgisiz
bir örnekle anlatmaya çalışayım.
Japonya’da bir kişinin bir ramen restoranda şef olabilmesi için
en az altı ay yerleri paspaslaması ve oradan tezgah silmeye geçmesi
gerekir. Paspastan tezgah üstüne geçmek, oradan da doğrama
tahtasına ve yeşil soğana el uzatacak kıvama gelmek ciddi bir
kariyer meselesidir. Hollywood’un Japonya’ya oryantalist bakışı
filan demezseniz, The Ramen Girl’ü
bir seyredin de görün. Ramen enikonu, sulu bir ev eriştesi
biçiminde tarif edeceğimiz bir yemektir oysa.
Olaylar Japonya’da geçiyorsa, televizyon ve film sektöründe de
insana en az bir iki ay kablo sardırtmadan ya da malzeme taşıtmadan
elini bir yere dokundurtmazlar. Hızlı kablo sarma yarışmalarından
filan geçersiniz de ancak öyle elinizi kameraya neyim
uzatabilirsiniz. Buyrun bakın kablo nasıl sarılırmış onu da görün. İşte böyle,
üste koyup alttan almak şeklinde ve tek yönde, bir elinizde halka
halka topluyorsunuz kabloları. Sonra stüdyonun bir ucundan bir
atıyorsunuz, piton yılanı gibi sinsice süzülüyor metrelerce kablo.
Dolaşmadan karışmadan. Buyrun bu tekniğe de bakın ama bu videonun Japonu'nu bulamadım. Konunun muhatapları
iki ay kablo sardıktan sonra, “over and under, over and
under...” diye diye piton hayvanı halkalamaya çalıştıkları
kabuslar görür. Kablo ile televizyon ya da sinema arasında böyle
bir ilişki var, kablolar horror türü bir rüyaya
bağlanıyor. Rüyalar sinemaya.
Eveet, epeyce dağıttım ama over and under metoduyla birazdan
toparlayacağım ortalığı.
Şimdi benim gibi, muhreçe olmuş birinin yazdığı; çalışma,
yetenek ve hayata tutunma temalı bir yazıyı ne derece ciddiye almak
gerekir bilmiyorum. Fakat bugün bunu yazasım var. Zira bir
öğrencimin gözü yaşlı velisi arayarak yazı siparişi verdi. Bu
aralar bu tür siparişler alıyorum. Kadıncaaz çocuğa drone kamera,
yeni bir bilgisayar ve yazılım felan alacağım diye kaç aylık emekli
maaşını önden sıfırlamış. Neymiş uçmalı göçmeli bir film çekecekmiş
oğlu. O velet sonunda bir film çevirecek ama... Zaten “velisi
aradı” dememden anlamışsınızdır köftehoru. Üniversite öğrencisinin
velisi mi olur?
Kendi yeteneğiyle “erken büyülenenler” maalesef erken de
kayboluyor... Kısa filmi, belgeseli ya da bir senaryosuyla “öğrenci
100 metre” yarışında şampiyonluğa ulaşmış bazı gençler şaşırıyor.
Herhangi bir film ya da televizyon ekibinin asistan kadrolarından
birine dahil olamayacağı, hatta ve hatta iş filan arayamayacağı
zira bunları yaparsa itibarsızlaşacağı zehabına kapılıyor. Te Allam
ya... Medya ve sinema endüstrisi zaten kurtlar sofrası. Üstelik
ekmek de aslanın ağzında. Olaylar adeta Orwell’in çiftliğinde
geçiyor. Garabet bir durum var yani. Bari siz, “akil olun evladım,
aaa!”
Yazının konusu anlaşılmıştır sanırım. Tutunma tutunamama kisvesi
altında, yetenekleri yanında hayatlarını da zayi etme eğilimindeki
gençleri konuşuyoruz. Kısacası, egoyu biraz geri çekmeden film de
çekemezsin demek istiyoruz. Hayatın kimseyi parlatmak gibi bir
vazifesi yok. Işığını kendinden alıp, kendin parlayacaksın. Bunu
şimdilerde Türkiye’de başarma imkanı az, hatta imkansız. O yüzden
gerekirse Japonya gibi “normal bir ülke”ye gidip bir müddet yer
paspaslayıp ışığı arayacaksın. Işık Doğu'dan yükseliyor
sonuçta.
Bu konu burada bitmiyor tabii. Bir şeylere tutunma ve hayatı
basitçe sürdürme çabasını teslimiyet olarak değerlendirip müthiş
küçümseyenler de var. Orta sınıf konformizmi de, burjuva ideolojisi
de yerin dibine batsın tabii ki de. Ben de küçümserim, ne olacağh?
Ama işte hayat devam ediyor. Bugünden yarına, radikal bir toplumsal
dönüşüm gerçekleşmiyor. Ne yapalım yani, hepimiz huni mi takalım?
Birisi maddi ya da psikolojik olarak tutunmadığında, onun yükü de
bir tutunanın sırtına biniyor maalesef. Anlattım işte şu veli
kadıncaazı... O kişinin elinden de hiç değilse arada bir yalpalama,
saçmalama ve eyvallah etmeme hakkı tümden alınıyor. Bu tür genç
Bohemyalılar bazen de öyle bir hayat memat meselesi olarak ortaya
koyuyorlar ki taleplerini, etraflarındaki insanlar ne yapacağını
şaşırıyor.
Wilbur wants to kill himself yani. Allah esirgesin...
Bu film geldi aklıma birdenbire. Şahane filmdir. Wilbur’un kendi hayatıyla mütemadiyen blöf
çektiği yerde, tutunduğu kişinin hiçbir blöf şansı kalmıyor; ya
katlanacak ya da...
Oysa tutunamayacaksan sıkıysa Arthur Rimbaud gibi “tek başına”
tutunmamayı dene. Dünya adlı şu çıldırmış denizde tutunmadan bir
boy ver de boyunu görelim. Eyvah eyvah kelimeler hiddetle başını
aldı gidiyor yine. Bir yazıya kaptırınca bir noktada mehtere
bağlıyorum böyle. Oysa “öfken kime yabancı?”
Gelelim tenzihlerime. Bir kuytuya çekilip kapitalist üretim
ilişkilerine sıfır tolerans yaşayan, paraya, deterjana, hormonlu
domatese, polara ve plastiğe el sürmeyen, kök zebzelerle beslenen
herkesi, şu dünyanın riyasına ve cilasına “tutunmayı reddettiği”
için tenzih ve tebrik ederim. Fakat işte bunu da ülke nüfusunun
tümünün yapması biraz zor.
Bazı yaratıcı dehaların yakasına yapışan, bu dünyaya bir türlü
ait olamayışın ya da devasa dalgalarla gelen manik depresifliğin
yol açtığı “tutunamama” halini de sonsuz tenzih ederim. Onlar
“buralı” değil... Onlar Sylvia Plath’ın dediği gibi, “cam gözlü,
takma dişli, koltuk değnekli.” Üstelik zaten gerçekleştirmeyi
başaramadıkları şey sanat değil onların. Hayatı sürdüremiyor onlar:
Beşir Fuad, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Nilgün Marmara... Sadece
yazarlar ve şairler değil, Hollywood efsanesi Marilyn Monroe, rock
yıldızı Kurt Cobain…
...
Bence yetenek sandığımızdan daha cömertçe dağıtılmış bir şey.
Ama her dört yetenekli kişiden üçü, yeteneğini hezimete
dönüştürüyor. Oysa yetenek yetmez. Yetenekte sebat çok önemli.
Mesele en nihayetinde bir “geçim” meselesi değil aslında, en
hayatisinden bir tutunma meselesi. Bütün dünya yollarına dikilse
de, iyiler bir yol bulsun ve tutunsun istiyor insan... Bakın
kötülere bir çor geliyor mu hiç? Tutunmak ne kelime, yapışıyorlar
her yere.