Kriz, ekonomi yönetimini önüne katmış sürüklüyor. Önceki gün ilan edilen enflasyonla mücadele programının ciddiyetsizliği, bu ‘sürüklenme’ görüntüsünü daha da pekiştirdi. Henüz bankacılık sistemindeki hasarın nasıl halledileceği, firma iflaslarının nasıl yönetileceği gibi hayati konular netleşmiş değil. Toplu işten çıkarmalar ile işsizliğin artacağı bir ortamda enflasyon yüksek kalmayı sürdürecek.
Türkiye ekonomisindeki sorunlar 2013 yılında başlamadı ama bu tarihten itibaren giderek artıyor. Bu yazıda, -bir süredir işaret ettiğim- döviz-faiz kıskacına, açıklanan eylül ayı verilerini ekleyerek yeniden göz atacağım.
DÖVİZ-FAİZ KISKACI
Bu ifadeyi ekonomi yönetiminin karşılaştığı önemli açmazlardan birini tarif etmek için kullanıyorum. Bu açmaz kısaca şu: Siyasi iktidar, iktidarda kalmak için faizi düşürmek istiyor. Faizi düşük tutma çabası bir süre sonra TL’deki hızlı değersizleşme ile sonuçlanıyor, bir başka ifadeyle döviz şokları haline geliyor. Ancak iktidar için faizlerin düşük olması ne kadar önemliyse, TL’nin değerli olması da o kadar önemli. Bu durumda TL’nin değerlenmesi için yüklü faiz artışları yapılıyor. Bu iki hareket bir kısır döngü olarak birbirini besleyerek ilerliyor.
2002 sonrasına üç ayrı dönem halinde bakarsak, son dönemde sorunların neden bu kadar büyüdüğünü daha iyi görebiliriz. 2002-2007 arası dönemde faiz gerileme eğiliminde ancak halen yüksek idi, bunun karşılığında TL değerli kalmayı sürdürdü. 2008-2013 arasında, faiz gerilerken TL halen değerli kalabildi. 2013 sonrasında ise hem faiz artıyor, hem de TL değersizleşiyor. Bu durumda, AKP iktidarlarının sürmesinden büyük rolü olan faizlerin düşme eğiliminde olması ya da zaten düşük olması ve buna rağmen TL’nin halen değerli kalabilmesi durumu, fiilen imkansız hale geliyor.
BAĞIMLILIK
Peki işin kökeninde ne var diye düşündüğümüzde, Türkiye ekonomisinin sermaye hareketlerine aşırı duyarlı olmasının yattığını görüyoruz. Canlı sermaye girişleri olduğunda ekonomi büyüyor, girişler azaldığında ekonomi duraklıyor, çıkış gerçekleştiğinde de ekonomik daralma yaşanıyor. Bununla bağlantılı ekonomik büyüme ile cari açık arasındaki ilişki de, bağımlı üretim yapısının bir sonucu.
Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi, mevcut ekonomik yapı sürdüğü müddetçe, Türkiye’de cari açık ancak ekonomik kriz ile yani ekonomik daralma ile azalıyor. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Mehmet Şimşek’ten miras alarak harfiyen uyguladığı ‘yeniden dengelenme’ stratejisinde, en önemli amaç enflasyonu ve cari açığı sınırlamak olarak belirlenmişti. Cari açık ancak kriz yıllarında kapandığı ve sonrasında ekonomik büyüme yeniden başladığında yeniden artmaya başladığına göre, üretimde ithalat bağımlılığını azaltmanın dışındaki adımlar bir süre sonra anlamsız hale gelecek demektir.
2013 SONRASI DURUM
Döviz-faiz kıskacına dönersek, bu konu ile ilgili daha önce iki kere yazmıştım. Aşağıdaki grafikteki 1 numaralı alan ile değerlendirmelere yer kısıtı nedeniyle girmiyorum ama 2 numaralı alan ile ilgili 30 Ekim 2017’deki, yani yaklaşık bir yıl önce yazdığım yazının son paragrafı şu idi:
“2017 sonuna yaklaşırken, bir yıl sonra kredi genişlemesi reel olarak yeniden sıfıra yaklaştı, yani durma noktasına geldi. Böyle bir atmosferde, kurda yaşanan atakların sürmesi durumunda faiz indirimi şöyle dursun, artırmak kaçınılmaz hale gelebilir. Bu durumda, işsizliğin, enflasyonun ve faizlerin aynı anda arttığı bir “korku tüneli” ile karşılaşabiliriz. Kısacası 2017 sonu itibariyle, bir süredir farklı yollarla ertelenen krizin yeniden gündeme gelmesiyle karşı karşıya olabiliriz.”
Bir yıl sonra, geriye dönüp baktığımızda şu anda, o zaman işaret ettiğim “korku tünelinin” içinde ilerlediğimizi söyleyebilirim. ‘En kötüsü geride kaldı’ açıklamalarının herhangi bir güvenilirliği kalmadığını deneyimleyerek gördük. Krizin gelişimine bakarsak geldiğimiz yer şurası: ‘En kötüsü henüz başlamadı’.
Döviz-faiz kıskacı konusundaki gelişmeleri, bu sefer 3 Temmuz 2018’de yani seçimlerden kısa bir süre sonra yeniden ele aldım. O tarihte henüz yeni ekonomi yönetimi açıklanmamıştı ve yeni rejim ile birlikte ekonomi yönetiminin doğrultusunda bir değişiklik olup olmayacağı konusu gündemdeydi. Yukarıdaki şekildeki 3 numaralı alan ile işaretlediğim kur şoku yaşanmıştı ve Mehmet Şimşek’in Mayıs’taki I. ve II. Londra Seferleri sırasında tasarladığı (!) ‘yeniden dengelenme’ stratejisi ile sorunların aşılacağı düşünülüyordu.
Temmuzdan bu yana olan gelişmeleri de yukarıdaki grafikteki 4 numaralı alanda görebilirsiniz. 10 Ağustos’ta zirve yapan döviz krizi sonrasındaki şok faiz artışına rağmen TL’nin yeniden değerlenmesi sağlanamadı. Üstüne üstlük, döviz krizinin etkisiyle enflasyon kontrolden çıktı.
ÖNÜMÜZDE NE VAR?
Peki önümüzde ne var? Bunu kestirebilmek güç, zira karşımızdaki görüntü şu: Kriz, ekonomi yönetimini önüne katmış sürüklüyor. Önceki gün ilan edilen enflasyonla mücadele programının ciddiyetsizliği, bu ‘sürüklenme’ görüntüsünü daha da pekiştirdi. Henüz bankacılık sistemindeki hasarın nasıl halledileceği, firma iflaslarının nasıl yönetileceği gibi hayati konular netleşmiş değil. Toplu işten çıkarmalar ile işsizliğin artacağı bir ortamda enflasyon yüksek kalmayı sürdürecek.
Bu ortamda, yeni bir döviz şokunun gelmesi için gerekli olan sadece yeni bir tetikleyici unsur. Ancak bunca hasar üzerine yeni bir döviz şoku daha gelirse, bu sefer bankacılık sistemini korumak, öncekindeki kadar kolay olmayabilir.
Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi’den öğrendiğimize göre, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘ekonomik krizin gündemden düşürülmesi ve halkın pahalılıktan şikâyetine son verilmesi için her türlü tedbirin alınmasını’ istemiş. Eğer genel doğrultu bu ise, tıpkı 2016’da olduğu gibi, iktidarın krizle değil, krizin sonuçlarıyla mücadele stratejisini benimsediğini söyleyebiliriz. Önümüzdeki aylarda ekonomik daralma derinleştikçe, krizin sonuçları ile mücadele etmek iktidar açısından giderek daha otoriter yöntemlerin kullanılmasını gerektirecek.