Hasan Hüseyin Gündüzalp, biriyle tanıştığı zaman adından önce Saimbeylili olduğunu söyler. Sonra ekler, “aslında Ermenice adı Haçin.”
Dağdan kopup gelmiş bir adam. Şehre şarap içmeden bakamaz. Gözleri bir kuşun geciktiğidir.
(Ayaklarınızda ahlat yapraklarıyla dostum, ne güzeldiniz.)
Herhalde yoksulluğun tarihine yazılacak bir adamdı. Bir zamanlar Çukurova’da bir kuruşa muhtaç halde dolandık durduk. Şiirler yazdık, uzak kadınlara âşık olduk. Ama önce ilk Saimbeyliliğe dönmek lazım.
Bin dokuz doksan altı -demek yirmi bir yıl olmuş, Mayıs ayı, hatta yirmi altısı olmalı. “İnsancıl” dergisinin Antakya şubesinin etkinliği. Oraya gideceğim. Tren, otobüs, dolmuş. İki günlük uykusuzluktan sonra dergi bürosuna varış. Uyumam lazım. Etkinlik akşama. Kanepe filan yok. Yerde bir koyun postu var. Tarkan gibi yatıyorum posta!
Etkinlik boyunca yün kokuyorum. Adnan Yücel, Hüseyin Ferhad ve Ozan Telli ile tanışıyoruz. Bir koku almış olmalılar. Ama güzel adamlar hepsi, kokudan bahsetmek şöyle dursun, genç şair olmanın bütün konforunu yaşatıyorlar. O zaman işte Saimbeylili çıkıp geliyor. “Saimbeyliliyim” diyor, “aslında Ermenice adı Haçin.” Abiler kuşağı uzatmayacaklarını, bize daha fazla şiir okumamız için zaman kalacağını söylüyorlar. Hasan Hüseyin sonraki her zaman gibi dalgın bakıyor.
Yıllardır tanışıyormuş gibi aynı yerden devam eden bir dostluk, o gün de. Çukurova tarlalarından yeni gelmiş gibi boynunu kırıp sahneye yürüyor; süssüz, gösterişsiz, doğrudan ve karşıt şiirlerinden birkaçını okuyor, iniyor sahneden. Otel yerine öğrenci evine gidiyoruz. Orada Cemo Doğan da var, şarap da. Bir tür ağabey gibi arkasında duruyor kurduğum her cümlenin.
Haso’yla Adana’ya geçiyoruz etkinlikten sonra. Torosların bütün sözcükleri bunda. Otun, ağacın, çiçeğin adını biliyor, yabanî bir sözlüğü var adamın. Hiçbiri kalmıyor aklımda. Muhittin Çoban ve Ercüment Gülbudak’la tanıştırıyor. Ağır, siyasî ve yoksul adamlar. Birinin babası içeride devlet tarafından öldürülmüş, öbürü yatmış çıkmış. Adana’nın dip sokaklarına Arabî, Türkî, Kürdî bir koro gibi dağılıyoruz. Sakallı adamlarız, Haso en sakallımız.
Ne zaman Adana’ya yolum düşse buldum bu adamları. Birini “14 Şubat” adıyla açtığı kafesinde bulamayınca, adisyona “14 Şubat şehitleri ölümsüzdür” diye yazıp selam göndermişliğim var.
Şiirden hiçbir şey beklemeyen şair adamlar. Şiirde bir yere geldiğim için mahcup olduğum adamlar. Buna rağmen iyi görüştük mü? Hayır. Hep bir telaş havası, hep tetikte günler. 90’lar, 2000’ler işte. Sonra geçici işler, az buçuk doyma eğitimi.
En son, bir trende karşılaşıyoruz. Tipik taşralı solcu öğretmene dönmüş Haso. Hafif göbek, ucuz bir ceket, zevksiz bir kravat, sınırlı sözcükler. Görünce yüzü açılıyor birden, benim ruhum aydınlanıyor. Ama bu yaşta hâlâ bir yerde olmamanın kederi sanırım, söylenmese de o kendini söylüyor. Şiiri hatırlıyor görünce, bir yerden bir yere borç para bulmaya gittiğimi unutuyorum. Şiir, diyor, sonra bir kadının adını söylüyor. Sonra ikisinin adlarını birbirine karıştırıyor. Yolcuların neredeyse yarısı gibi ayaktayız. Melih Cevdet demek, Eluard demek, Plath demek ayıp gibi geliyor etrafa bakınca. Ama Haso bu, illa her yerde şiir konuşacak!
Şiire dönüyor da, sonra, tanık olmadım, her birimiz bir uzaklıkta. İnternet diye bir şey çıkıyor, yok messenger, yok sosyal medya. Bu kez sokaklarda değil, bir imaj ya da imajın kendisi olunan yok-yerlerde karşılaşıyor insan. Tesadüf sözcüğü oy birliğiyle çıkarılıyor sözlüklerden. Denmez öylesine karşılaşma da. Sonra öyle bir yok-yerde işte, iki Şubat önce, Saimbeylilinin trafik kazasında, başka bir şairle, Bülent Gökgöl’le birlikte öldüğü yazıyor.
Benim bildiğim Haso, hiçbir yerde rahat durmaz. Şimdiye “hasretini cec edip” birbirine katmıştır orayı da!
Ne demişti Adnan Yücel: “Birlikte anılar biriktirin. Biriniz ölünce anlatılacak anılardan olsun!” Şairlere söylemişti bunu, herkes edinebilir kendine.