İsyanın sesi bugünlerde her yerden yükseliyor. Tüm bu yıkıntılar arasındaki umudu görmek istiyorsanız, servis edilen “acı hikayeleri”ne değil, baştan sona acıya kesmiş hakikatin kendisine bakmaya çalışın. Tribünlerden taşan sese, herhangi bir sokak röportajında halkın öfke ve çaresizliğe rağmen inanılmaz bir doğrulukla haykırdıklarına kulak verin. Hakikat artık her yerde, herkesin dilinden konuşuyor ve halkın dayanışması, tüm çelmelemelere rağmen sürüyor.
İnsan kendi kendine iyileşemez. Sadece insan, kendini
iyileştirebilir. Bugünlerde sık sık eşit derecede doğru görünen bu
iki zıt önerme üzerine düşünüyorum.
Tarihimizin en büyük felaketlerinden biri yaşandı, yaşanıyor.
Deprem bölgesinde birçok yerde hâlâ çadır sorunu sürüyor. İnsanlar
ölülerini beden bütünlüğüyle defnetme hakkını istiyor. Medyada
sürekli dolaşım halindeki “deprem hikayeleriyse" yaşayanlar için
değil uzaktan gözleyenler için bile idraki çok zor bu acıyı daha
paylaşılabilir hale getirmiyor. Kısa süreli özdeşleşmelerle, ağlama
ve arınma “imkânı” haline geliyor, yaşayan için henüz “şimdi”nin
bir parçasıyken izleyenlerin gözünde hızla hikayeleşen bu acılar.
Örneğin, depremde iki çocuğu arasında, birini alıp diğerini enkazda
bırakmak üzere seçim yapmış bir annenin çok üzücü hikayesi,
“Sophie’nin Seçimi”ne benzetiliyor. Şu an, şimdi, burada yaşanan
acıyla Yahudi soykırımına dair, soykırımdan yıllar sonra yapılmış
etkileyici bir film aracılığıyla bağ kuruyoruz, ironik biçimde. O
da kısa süreliğine.
Birkaç yıl önce yazmıştım: Günümüzde bu acı hikayeciliği ve aynı
zamanda acı istismarının yarattığı risklere dair çok aydınlatıcı
bazı kavramlar var: “Merhamet yorgunluğu” ve “duyarsızlaşma”
(desensitizasyon). Tıbbi kökenli bu terimler son dönemde sosyoloji
ve psikoloji alanlarında bu gibi durumlara verilen tepkileri
anlatmak için de kullanılır hale geldi. Farklı kavramlar olsa da,
basitçe, sık aralıklarla rastlanan benzer uyarılara karşı beynin
bir tür defans geliştirip artık eski kuvvette uyarılmamasını
anlatıyor. Sürekli olarak bedenleri “kesip biçen” bir cerrahın bu
durumla arasına güvenli bir mesafe koymasının mesleki bir
zorunluluk halini alışı gibi, toplum da benzer haberlerle, şiddetin
çeşitli yüzleriyle karşılaştıkça hayret duygusunu yitiriyor.
Gördüğüne giderek daha fazla mesafeleniyor. Aynı zamanda da hep
daha, daha, daha… fazlasını ister hale geliyor. Bu aşırılığın artık
klişeleşmiş “acı pornografisi” tanımıyla karşılanmaya
çalışılmasının nedeni bu. Az önceki örnekteki, bir iki gün güçlü
biçimde özdeşleşilen acının yerini başkalarının daha acı, daha
dehşet verici, daha yakıcı hikayeleri alacak. Hikâyeye dönüştürülen
büyük acılarla, deneyimin kendisi daha anlaşılabilir kılınmıyor,
acı metalaşıyor. Etkilenebilmek için hep daha “aşırısı”na ihtiyaç
duyulan bir metaya.
Tıp kökenli bir kavram olan merhamet yorgunluğu
giderek daha sıkça kullanılır hale geldi.
Depremin ilk günlerinde, böyle bir travmalar toplumunda
özellikle edebiyatçılar ve sanatçıların, yani acıyı en yakından
“sayması” beklenenlerin, üst üste devirdikleri çamlarla
karşılaştık. Hepimiz için yeni bu deneyimde, bunun bir noktaya
kadar anlaşılabilir bir yanı da vardı. Hepimiz “acı sabırsızı”,
daha dinlemeden anlatmaya kalkan yanımızla belli ölçülerde
karşılaşmış olmalıyız bu süreçte.
Yine de ve tüm uyarılara rağmen ekranlarda afet istismarı sona
ermek bilmedi. Canlı yayınlarda hala, duygusal müzikler eşliğinde
depremzede çocuklar konuşturuluyor. Binlerce depremzede çocuk
kayıpken, çocuklar ve gözyaşları her yerde.
Bunlar olup biterken, kentlerin ve halkın toplu mezarları üstüne
inşaat planları yapılıyor. Şaşaalı organizasyonlarla toplanan onca
bağışa rağmen nedense bir türlü yerine ulaştırılamayan çadırların
2050 adedinin Kızılay tarafından Ahbap’a maliyetine “satıldığını”
öğreniyoruz sonra. Kızılay, “asrın felaketi” olarak etiketlenen bir
zamanda, stoklarındaki çadırları satıyor! Bizim yardım
paralarımızla karşılanan tutar 46 milyon TL, bir çadır 22.000 TL’ye
geliyor, görünen. Kızılay gibi “kâr amacı gütmemesi gereken” bir
yardım kuruluşunun, varlık amacı zaten böyle bir anda
depremzedelere mümkün en hızlı ve etkili biçimde çadır sağlamakken,
“maliyetine satış” da yeterince kötü. Ayrıca çadır başı 22.000 TL
nasıl bir maliyet? İstanbul’da ortalama bir cafede çay 22 TL’ye
satılıyor, hepimizin fiyat algısı çoktan şaştı, tamam, bu çok fazla
değil mi yine de? Bugünlerde sıkça dendiği gibi, “çadır devleti
bile olamadık/keşke çadır devleti olsaydık...”
Büyük şaşkınlıkları ve “artık bu kadar da olmaz” denen noktada
hemen daha beterinin olabilmesini “neye şaşırdınız?” tepkileri
izliyor. İyi ki şaşırıyoruz, çünkü bu, hala haksızlığa,
adaletsizliğe, yolsuzluğa tepki veren bir parçamızın olduğu
anlamına geliyor.
Acı acıyı, haksızlık dakikalar içinde bir sonraki haksızlığı
izliyor. Kızılay’ın çadır satışını protesto için TİP İstanbul İl
Örgütü’nde düzenlenen basın toplantısında, parti yöneticileri ve
üyeleri polis şiddetiyle gözaltına alınıyor. İl örgütüne polis
ablukası sürerken, parti üye ve gönüllüleri deprem bölgesine
gönderilecek yardım araçlarını yüklemeye devam ediyor.
İsyanın sesi bugünlerde her yerden yükseliyor. Tüm bu yıkıntılar
arasındaki umudu görmek istiyorsanız, servis edilen “acı
hikayeleri”ne değil, baştan sona acıya kesmiş hakikatin kendisine
bakmaya çalışın. Ağlak müzikal TV haberlerinin ardındakine….
Tribünlerden taşan sese, herhangi bir sokak röportajında halkın
öfke ve çaresizliğe rağmen inanılmaz bir anlatımla, doğrulukla
haykırdıklarına kulak verin. Hakikatin hiçbir süse ihtiyacı yok.
Hakikat artık her yerde, herkesin dilinden konuşuyor ve halkın
dayanışması, tüm çelmelemelere rağmen sürüyor.
Depremlerin neredeyse ikinci
gününden beri “normalleşme” konuşuluyor, absürt biçimde. Klasik
anlatının üç perdeli yapısının bir formülü vardır: Felaket filminde
de, aşk hikayesinde de “işleyen” bir yapı: “Denge hali- var olan
dengenin bozulması- dengeye dönüş”. Biz hangi denge haline, hangi
normale döneceğiz? Ülkede en son ne zaman mesela 24 saat boyunca
(olağan, sıradan anlamında) normal bir gün geçirdiğinizi hatırlıyor
musunuz? Ortalama bir market alışverişinden, sosyal medyayı
açtığınız anda karşılaştığınız korkunç bir kadın cinayeti haberine,
yıllardır sizi gelecek endişesinden dehşete, türlü duygunun
gelgitinde savurmayan bir tek gün yaşadınız mı bu ülkede? Yalnızca
insanları değil şehirleri yerle bir eden bir depremden sonraki her
adımda ranta, çıkara, sömürüye dayalı devlet aygıtlarının pulları
tek tek dökülmeseydi bile normalleşme o kadar kolay olmazdı. Biz
durmaksızın, toplumsal düzeyde de kırılan ve hepimizi sarsan
faylarla şu an başka bir şey yaşıyoruz: Büyük bir çöküşle beraber
gelen büyük bir aydınlanma halini. Halk, bu kez bir felaket
atmosferinde, politikleşiyor, olabildiğince. Çünkü insanın
toplumsal bir varlık olduğunu, bir yere düşen ateşin herkesi
yaktığını, artık bir halk gülmeden gülemeyeceğimizi anlamak zorunda
kaldık. Tüm otoriter, sağcı, faşist kışkırtmalara, temel korku,
endişe ve önyargılardan beslenerek büyütülen kamplaşmalara rağmen.
Bu da öyle önü kolay alınabilecek bir sel değil.
“Günbegün bütün dünyada medya ağı
gerçeklerin yerine yalanları koyuyor. En başta siyasi ya da
ideolojik yalanlar yok, insan hayatının ve doğal hayatın aslında
neden oluştuğuna dair görsel, somut yalanlar var. Bütün yalanlar
tek bir devasa sahtekarlıkta toplanıyor: Hayatın kendisinin bir
meta olduğu ve onu satın almaya gücü yetenlerin, tanımı gereği onu
hak edenler olduğu varsayımı! Çoğumuz bunun yanlış olduğunu
biliyoruz ama bize gösterilenlerin pek azı direncimizi
güçlendiriyor.”
John Berger, mahkûm edildiğimiz “şimdi” çöplüğüne sanatla
direnmenin yollarını tartıştığı “Sanatla Direniş”te böyle diyordu.
Kızılay’ın çadır “sattığı”, hayatlarımızın bir değil, birçok kez,
son kerteye kadar satılık olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimiz
bugünlerde acıyı ve dehşeti uyutmamız artık pek mümkün değil. Yalan
haberlerle, ajitasyonlarla, tüketim kapitalizminin sonsuz
aparatlarıyla gözden gizlenebilecek durumda değil artık hakikat.
“Şimdi”miz hakikatin ezici ağırlığı altında, gözümüzü nereye
çevirirsek çevirelim, bundan kaçamayız.
Elbette insan bir yanıyla da çok bireysel bir varlık. Bu ortamda
herkes kendi şahsi sıkıntılarını da yaşıyor, bunlarla beraber bir
toplumsal travma ve yası deneyimliyoruz. Depremin her gün su yüzüne
çıkardığı haksızlıklara isyan ederken bir yandan belki kalbi çok
kıran bir şahsi haksızlığı deneyimliyoruz. Son 20 günde kaç kez,
bir yakınını depremde değil “doğal yollarla” yitirmiş insanların
bundan çekinerek bahsedişlerine tanık oldum. Felaketi çok yakından
yaşamayanlarımız da ruh sağlığı uzmanlarının bugünlerde sıkça
değindiği gibi bir “utanç” hissiyle cebelleşiyor. Yediğimiz
içtiğimiz boğazdan kolay geçmiyor, şahsi acılarımızı dillendirmek
bile bencilce geliyor.
Ama acı, hiyerarşisi yapılabilecek
bir şey değil, başkalarının çok daha zor durumda olduğu bilinci
insanı tek başına mutlu edebilseydi, depresyon diye bir kavram
olmazdı herhalde. Olağan bir günde bile haberleri açmak iyileşmeye
yeterdi. Olmuyor işte. Şu an yaşadığımız, şahsi olandan toplumsal
olana birbirine eklemlenen, kaçış imkânı pek bulunmayan bir acılar
derlemesiyle yaşama zorunluluğu. Elbette işimizi gücümüzü sürdürmek
zorundayız çünkü tuzumuz hiç kuru değil ve giderek daha da
nemleniyor. Elbette arada bir güleceğiz, bir dostumuzla saçma sapan
bir konuda geyik yapacağız. Normalleşmemekle kastedilen bütün günü
yas tutarak geçirmek değil, çok sevdiği bir yakınını zamansızca
yitirmiş herkes bunun mümkün de olmadığını bilir. Yas hayattan
atılmaz, hayata yayılır, onunla başa çıkmaktan çok onunla yaşamayı
öğrenirsiniz. İnsan, yaşama dürtüsüyle cenazede bile gülebilen bir
varlık. (Bu durumun “sarı kahkaha” gibi nefis bir adlandırmasını
Murat Özyaşar’ın aynı isimli bir öyküsünde görmüştüm.) Roland
Barthes’ın dediği gibi “Arada bir unutmayan kişi ölçüsüzlük,
yorgunluk ve bellek geriliminden ölür.” Sürekli unutan, acıdan
sabırsızca kaçan kişi ve toplumsa, hafıza yetmezliğinden.
Yüzleşmeden hiçbir sıkıntıyı, acıyı çözemez yalnızca
ertelersiniz. Yüzleşmediğiniz her şey, ne zaman patlayacağı
belirsiz bir bomba gibi geleceğinize çöreklenir. Ülkesel acı da
böyle, yüz çevirerek kaçabileceğimiz bir şey değil. Ders alıp tepki
koymazsak çok daha beterleriyle karşı karşıya kalacağız. Toplumsal
hafıza bu nedenle hayati önemde. Şahsi sıkıntıların bir kısmıyla,
kısmen yalnız başa çıkabiliriz. Bu yaşadığımızdan çıkmanınsa bir
tek yolu var, bu aralar pek çok kişinin dediği gibi: Öfkeyi
örgütlemek. Öfkede ve isyanda asla yalnız değiliz. Artık sadece
beraberce çıkabiliriz bu acının içinden.