Endişenizi nasıl alırsınız? 'Ne’n var kuzum?' ya da 'İnsan yediği şeydir'

Önerim, muhafazakârların endişelerini gidermek için uğraşmak yerine, onları geriye kalanların çoktan gerçekleşmiş endişelerini paylaşmaya davet etmek. İstemeyene de, paşa gönlün bilir demek. Bu, AKP’nin hoyratça parçaladığı kamuyu yeniden, müşterek bir zeminde kurmak ve kotarmak için de iyi bir başlangıç noktası olacaktır.

Ayşe Çavdar acavdar@gazeteduvar.com.tr

Endişenizi nasıl alırsınız? “Ne’n var kuzum?” ya da “İnsan yediği şeydir”

Ah nasıl endişelenmeyiz? Onu çok ama çok sevenlerin söylediklerine bakılırsa, ülke bir dediği bir dediğini tutmayan, çevresindeki kötü insanlar tarafından kandırılan, fikirlerini gömlek değiştirir gibi değiştiren, en sevdiği şehre ihanet eden, bütün bunlara rağmen herkesten en çok ve yalnız sadakat bekleyen bir (rakamla 1) kişi tarafından yönetiliyor. Biz uzaktan bakanlar ayrıca, yakınında şöyle bir saat kadar bulunmuş olanlara bile en büyük cezaları reva gördüğüne, hiçbir şey bulamıyorsa tepelerine tepelerine çay paketi fırlattığına şahidiz. Bu kadar mı? Değil tabii. Kendisini, bizzat kendisi, sonsuz yetkilerle donatsa da, hiçbir sorumluluğun üzerine yakışmadığı biri o. Bizzat yine kendisi diyor bunu, vallahi biz demiyoruz. Onun ve civarındakilerin, orman yangınlarından belediyeleri, depremlerdeki yıkımlardan o evlerde yaşayanları, dağı taşı önüne kapıp götüren sellerin zararından dere kıyısındaki ruhsatlı binalarda oturanları, işsizlikten iş bulamayanları, yoksulluktan yoksulları, enflasyondan gıdayı --evet gıdayı--, iş cinayetlerinden Allah’ı mesul tuttuğuna kamu alem şahit. İç ve dış politikada, ayrıca ekonomide hepimizin hayatını karartan her işten de muhalefeti sorumlu tutuyor yine. Ben bu satırları yazarken, inşaat ve genel olarak ekonomi politikalarıyla lebaleb doldurduğu şehirlerde artık dayanılmaz hale gelen kiralardan şikâyet edenleri “abartılacak bir sorun yok, ne abartıyorsun” diye azarlıyordu. Böyle biri tarafından yönetilen bir ülkenin yurttaşları nasıl endişeli olmayacaklar ki? Kimisi onun bu tavırlarını, her gün yaptığı 180 derecelik dönüşlerde serdettiği kıvraklığı; rakiplerine reva gördüğü ma’şeri vicdanı delik deşik eden türde “ceza”ları; olur olmaz yerde dilinden dökülüveren ve “Allah söyletiyor” dedirtecek kadar itirafvari gaflarını “sevimli” bulabilir. Böylelerine Allah akıl fikir ve dahi idrak nasip etsin, âmin! Hülâsa, ülke böyle biri tarafından yönetiliyor. Yani bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete. Kimin kıyametine? Sahi o kıyamet kimin başına gelecek? Kim seyredecek? Kimin amel defterlerinde hangi kalemler ağır basacak? Hepimiz endişeliyiz, doğru ama endişe de çeşit çeşit. Eşitsizliğin en tuhaf biçimi endişe eşitsizliği.

Elbette sonunda endişeyi de kamu tartışmasına, hatta ve hem de utanç yoluyla bağlayacağım. Daha evvel kamu kavramının ağır bir duygu yüküyle, aslında hiç kimsenin birlikte taşıyamayacağı duyguları (o duygulardan oluşan hissiyatı) birlikte taşımak üzere icat ettiğimiz bir soyut varlık olduğunu öne sürmüştüm. Utanç kamuyu kuran duygulardan biriydi. Kültürle eş zamanlı icat etmiştik utancı. Kendimizle, birbirimizle ve biri olarak içinde bulunduğumuz cemiyetle ilişkimizin hem sınırlarını hem giriş kapılarını belirliyordu. Biri ile herkes, hatta her şey (1) arasındaki sınır; hem de bedenin kızarmak, ter basmak, kaçıp saklanmak gibi kimi gayrıihtiyari kimi iradi seğirmelerle üzerine alındığı, bizatihi kendine (yalnız içine değil, dile bakılırsa yüzüne, alnına -yüz karası, alında bir kara-) iliştirerek gittiği her yere taşıdığı bir sınır.

Endişeyle utanç arasında pek çok köprü kurulabilir. Mesela, “derdin bu mu Allah aşkına” dediğimiz endişeler vardır. Geçenlerde sevgili Nuray Önoğlu’ndan öğrendiğim harika bir ecdad deyişiyle özetleyeyim: Bok içinde badem kırmak, dediğimiz türden işler. Trivial ya da tırıvırı endişeler yani. Dünya kopmuş gidiyorken, tırnağının kırılmasından -kopmasından değil- duyulan endişe gibi. Hani içimi kemirse de, ağyara söylemekten utanacağım şeyler. Bu endişe türüne en sonda geri dönmek üzere azıcık mesafelenelim şimdilik.

ENDİŞE, TAHAKKÜM, YIKIM

En yaygın endişe türü, şefkat yüklü(ymüş) gibi olan. “Ne’n var kuzum”daki endişe. İngilizce’deki care’in karşılığı, bakım vermek, bakmak, ilgilenmek, gözetmek anlamındaki. Ama onun da fazlası zarar, çünkü rahatlıkla bir tahakküm aracına dönüşebilir. Örneğin ebeveyn tahakkümü genellikle bu türde bir endişeye bürünerek çöreklenir ensenize. “Çocuğum terliyken soğuk su içme demedim mi sana,” diye başlar, “o arkadaşının kötü biri olduğunu söyledim, sonunda sen zarar göreceksin”e, ardından “o mesleği yapamazsın, boşuna heveslenme, beni dinle, ben seni tanıyorum”a doğru gider. Şu son zamanlarda konuştuğumuz endişelerden biri buna benziyor. “Senin ahlakının, dininin, kültürünün benim gibi bir bekçiye ihtiyacı var. Aksi halde artık kendin olmayacaksın, zarar göreceksin, kendinden başka bir şeye dönüşeceksin, yani bu dünyada var bile olmayacaksın” diyor. İçinden şefkat geçiyor gibi görünüyor ama mevzu başka. Arzu ettiği pozisyon, şefkatin konusuymuş gibi görünenin varlığını, dirliğini, birliğini sürdürmesinden çok; korkuyla ona yapışması ve sözünden çıkmaması. İradesini ona teslim etmesi. Yani olmaması, artık var olmaması, şefkat verenin bir uzantısına dönüşmesi. Bunu nereden mi çıkartıyorum? Anacağım ikinci endişe türünden.

O ikinci tür de, “bana ne olacak?” endişesi. “Bu kadar işler ettim, aşmadığım sınır kalmadı, bana geçici bir süre için emanet edilen işleri batırdım. Kamu aleme ait olanı kendime mülk eyledim. Bütün bunlar benden alınırsa ne yapacağım? Bunlar olmadan ben olabilecek miyim? Aştığım sınırların hesabını nasıl vereceğim?” Hesap veremeyeceği şeyler yaptığını gayet iyi bilenin endişesi bu. Hangi sınırları, nasıl aştığını en iyi kendisi biliyor. Bizim bildiğimizden çok daha fazlasını listeliyor zihninde. Bunu nereden anlıyoruz peki? Birinci endişeye ısrarla, can havliyle, bütün kuvvetiyle sarılmasından. Ne zamandan beri? Durduğu yerin sabit olmadığını, ebediyen orada kalamayacağını, ayağının altındaki zeminin kaydığını, o zemini bizzat kendisinin hurda haş ettiğini, önceki endişesini inandırıcı bulanların hem niteliğinin, hem birbirleriyle ilişkilerinin, hem de niceliğinin erozyona uğradığını fark ettiğinden beri. Katlanarak büyüyen, büyüdükçe şiddetlenen bir endişe bu. Ayırıyor, bölüyor, parçalıyor, satıyor, savıyor, harcıyor bu endişe. Elinden alınacakmış gibi sarfediyor, sarfettikçe elinden alınacağından emin oluyor, çünkü sarf sınırlarını aştıkça aşıyor kaybetme telaşıyla. Büyük başın derdi büyük olur dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Büyük baş, büyük lokmalar yutuyor. Hazmı kolay değil, gürültülü. Üstelik herkes görüyor. Saklamak ne mümkün? Her şey ortada. Her şey, herkesin, kamu alemin, cümle alemin gözleri önünde oluyor. Zaten sarf edilen de üzerinde kamu alemin hakkı olan şeylerin cümlesi. Sarfın cüssesi büyüdükçe korku büyüyor, korku büyüdükçe sarf artıyor. Hazmedilemeyenler gaf olup ortaya dökülüyor. Suçlu olan hep başkaları. O artık yediği şeylerden ve yeme şeklinden ibaret. Yalpalıyor, bütünlüğünü korumakta zorlanıyor. İmgesi, hikâyesi çoktan parçalandı. Bu yüzden kendini, kendisi için uydurduğu tutarlılıktan yoksun, hatta iler tutar tek bir yanı olmayan bir masala hapsetti. Oradan çıkamaz artık, sahici biri olamaz. Bu yüzden kimse anlattıklarına inanmıyor. Alabildiğine saçmalamadan onu savunmak mümkün değil. Çevresinde saçmalamaya hazır bu kadar çok insan bulmasına muhtemelen kendisi de şaşırıyor. Ama çok da düşünmüyor bunu. Böyle şeyleri düşünmek insanın endişesini artırır. Taşıyamıyor endişeyi nicedir. Ayak bastığı her yere ekiyor. Üleştirmeye, paylaştırmaya çalışıyor. “O suçlu, bu sorumlu, nankörlük etme, otur yerine”ler hep bu yüzden. Kim talip olur böylesi bir üleşmeye? Saçmalamaktan yorulanlar kıyın kıyın uzaklaşıyorlar. Geriye kalanlara, geriye kalanlardan kalanlara, baktıkça endişesi katlanıyor. O, benzerlerinin tasarlayıp yaptığı bir korkuluk. Ona benzeyen, onda kendinden bir parça bulan herkesin payı var onun masalında. Asıl endişe verici olan da bu değil mi? Benzerleri onda kendilerini ve neticelerini görüp korkuyorlar. Kimileri, çareyi ona daha çok benzemekte buluyorlar. Sarılıyorlar zikre: “O olmazsa biz olmayız, biz olmazsak hiçbir şey olmaz, kimsenin hiçbir şeyi olmaz artık, çünkü biz bizim her şeyimiziz, bizim olmayan hiçbir şeyin kıymeti yok.” Bunun ne demek olduğunu gayet iyi biliyorlar: Yok olmasından korktukları o şeyler çoktan yok oldu. Bizzat sarf ettiler o şeyleri, yediler, bitirdiler, tükettiler, her birini birer atığa dönüştürüp çarşının çöpüne attılar. Dünya fani, yemişler gani, yiyenler hani?

KURUCU ENDİŞE

İlki tahakküme açılan, ikincisi o tahakkümü hem öze hem kamuya yönelik yıkım enerjisine dönüştüren bu endişe türlerinin asli kaynağı ise, başka, bambaşka bir endişenin kapılarının sımsıkı kapatılması. Kapısı kamuya ve ahlaka açılan bir başka endişe türü daha var çünkü. Diğer ikisi genellikle buna bürünürmüş gibi yapar ama hemen ayırır o gözünü sevdiğim kendini bu işbirlikçi çeteden. Taklit edilemez bir endişe türüdür. O endişeyle tanışık olanları hüzünlerinden tanırsınız. Örneğin, kolay kolay tek yetkili kılmazlar kendilerini bulundukları ortamlarda. Kimsenin sadakatine ihtiyaçları yoktur, güven kelimesini tercih ederler. Bu insanların yakını, arkadaşı olmakla edineceğiniz tek “imtiyaz” gerektiğinde acı da söyleyecek bir yoldaşınız olduğunu bilme rahatlığıdır. Bunu mümkün kılan endişe, omzuna konuverdiği insanları birbirlerine eş, dost, arkadaş, yaren ve yoldaş kılar. Kapısı, “Bu yaptığım doğru mudur?” sorusuyla açılır. Bu sorunun cevap anahtarı, bir başka sorudur: “Yaptığım işi doğru bir yolla mı yapıyorum?” Çünkü yalnızca bir usulle yapılan işler kamuyu kurma gücüne sahiptir, bu yüzden kamuya dair işlerde usul, esası önceler. Kamu ancak usuller üzre kurulabilir. Zira kamu endişe mahallidir. İşlerin utanç verici haller almaması için, usulde anlaşmak gerekir. Yapılacak işin değdiği “kamu” genişledikçe bu iki temel soru daha çok tekrarlar kendilerini. “Bu yaptığım iş doğru mudur?” “Peki, doğru bir yolla mı yapıyorum?”

“Bu kadar çok insan seçiyor beni, demek ki yaptığım doğru, çünkü onaylıyorlar, bak nasıl da alkışlıyorlar” cevabı verildikçe kapanır bu türlü endişenin kapısı ve önceden saydığım iki endişeye bürünülür. Bu sorulara kat’i bir “evet” ya da “hayır”la da cevap verilemez. Böylesi kat’i bir cevap verildiği anda soru susar ve soru susarsa kamu dilini kaybeder. Çünkü kamu bizi onaylayan ya da seçen insanlardan ibaret değildir. Aksine onlara rağmen, onların arzusu hilafına da olsa kulak kabarttığımız, bizden olmasalar da kendimizi özdeş tuttuklarımızdır. Kamu vicdanı çoğunluğun vicdanından, kamu ahlakı çoğunluğun yargılarından ibaret değildir. En azlık olan, en güçsüz olan, sesi en kısık çıkan, en az konuşan, dilinin anlaşılmayacağından, kelimelerinin duyulmayacağından en çok emin olan konuştukça soru kendini tekrar edecektir. Ve böyle insanlar hep olacaktır. Kamu ancak işleri eyleyenler çoğunluğun ihmal ettiği sesleri duydukça her şey, herkes, cümle ve alem olur. Soru tekrarlandıkça, cümle yeniden kurulur.

MUHAFAZAKÂRLAR VE ENDİŞE

Sadede geleyim. Muhafazakârların endişeleriydi geçen hafta başlıca gündem konumuz. İstedim ki endişelerden endişe beğenelim kendimize. Muhafazakârlık endişe yüklü bir pozisyondur. Kamuyu var eden son iki soruyu sormayanların; sormaya cesaret edemeyenlerin, sormakta bir faide bulmayanların, alacakları cevaplardan ürkenlerin, bütün dünyanın onların rahatlarını kaçırmayacak bir şekilde tasarlanması gerektiğini düşünenlerin, şeylerin varlık gerekçelerinin onlara hizmet etmek olduğu vehmine kapılanların pozisyonu. Bu vehim, sonuçta bir vehim olduğu için tatmin edilmesi mümkün de değil. Nitekim olmadı. 1980 darbesinden beri, siyasi paradigmamızın ana hatlarını muhafazakârların endişeleri belirliyor. Elimizde imkânı olanın delirmek ya da çekip gitmek istediği bir memleket var. Demek ki muhafazakârlara yarayan hepimize yaramıyormuş, hatta onlara da yaramıyormuş. O endişelerin oluşturduğu yol ve yordamların tamamı denendi. Elimizde utanç verici bir iflaslar silsilesinden başka bir şey kalmadı. O yol ve yordamlarda ısrar ettiğimiz her seferinde öncekinden daha büyük bir utanç ve iflas yaşadık.

Şimdi belki kurucu endişeyi deneme sırası gelmiştir, ne dersiniz? Var kalma, beka endişesini bir kenara atıp, doğru şeyleri doğru yöntemlerle yapabilecek miyiz endişesiyle uğraşsak biraz. İşlerimizi, en azlıkta olanın, en zayıfın, sesi en az duyulanın sesini de hesaba katarak yaparsak kimsenin var kalma endişesine gark olmasına ve diğerlerini de bu endişe patlamalarıyla meşgul etmesine gerek kalmayacaktır belki.

Yukarıda utanç verici, hatta arsız bir endişe türünden bahsetmiştim ya? Bunca adaletsizliğin, zalimliğin olduğu bir ülkede, “tamam tarafımı değiştiririm ama garanti isterim, kazan gönlümü, söyle bakiim bana, promosyonun ne, bir alana kaç veriyorsun, öbüründen fazla mı?” sorularını saklamak üzere çatılmış “ama ben, ben olarak kalacak mıyım?” endişesini bunların başına yazabilirsiniz. Verilecek cevap şu: Senin sen olarak kalman bunca zulmün devam etmesine bağlıysa, kendine bir çeki düzen vermeyi düşünsen mi acaba? Bu türde, güya varoluşsalmış gibi duran, ama düpedüz ayrıcalık kovalayan endişeleri yatıştırmak üzere kurulan cümlelerin pek çoğunun, “hah şuradan gidersem oluyor galiba, az daha bağırayım” etkisi yarattığı ortada.

Size garanti ediyorum. Nedense kayıtsız şartsız AKP seçmeniymiş gibi görülen muhafazakârların var kalma endişelerinin kaynağı ile, AKP’nin yarattığı “azgın azınlık”ın var kalma endişelerinin kaynağı kat’iyen aynı değil. Muhalefete düşen, AKP’nin azgın azınlığının elindeki medya gücünü vesaire kullanarak geriye kalanların endişelerini tekeline almasına mani olmak. Bu da, “bu yaptığım doğru mudur?” ve “bunu doğru bir yolla mı yapıyorum?” sorularını herkesin gündemine, hep birlikte yerleştirmekle olur. Bir ülkeden bahsediyoruz ya hu, inşaat yapılsın diye parsellenmiş bir araziden değil. Kimsenin haklarının diğerlerinin hayatına gölge düşürmesi gerekmiyor. Ama ana akım siyasetçilerimiz, içinde hak kelimesi geçen cümleler kurmaktan, cümleyi, kamuyu buradan kurmaktan o kadar korkuyorlar ki, alelacayip, bazen komik, çoğu rakibini taklitten ibaret sahne performanslarıyla yetiniyorlar. Oysa gülecek yerlerimiz ağrıyor, hem de çok ağrıyor. Tarihin şu anında, AKP’ye şu ya da bu ölçüde destek vermiş bulunan muhafazakâr seçmenlerin bir yol ayrımında olduğu ortada. Gayet farkındalar onlar da. Kimse çocuk değil. Asıl şimdi karar verecekler AKP’nin kurduğu düzenden paylarına düşen utancı nereye kadar, nasıl taşıyacaklarına. Azgın azınlığın var kalma endişelerini genele teşmil etmek için serd ettikleri arsızlıkları dikkate almak, muhafazakâr seçmeni o utancı daha çok paylaşmaya zorlamaktan başka işe yaramıyor. Bırakın seçmeni, AKP’den sözüm ona kopmuş iki parti de sürekli o utancın ne kadarını sahiplenecekleriyle ilgili bir pazarlık halinde hâlâ. Aşamıyorlar kendilerini, çünkü kimse onları buna zorlamıyor.

Bu, ana muhalefet partisinin ve ortağının, yani Millet İttifakı’nın ülkeyi AKP sonrasına hazırlayacak siyasi düzeneği, hiç değilse ana hatlarıyla tartışmaya açmaması yüzünden giderek uzayan ve bıkkınlık veren bir süreç. Herkes farkında bu iktidar değişiminin yalnızca AKP’nin gitmesi ve muhalefet partilerinin gelmesiyle ilgili olmadığını, her şeyin neredeyse sıfırdan yapılması gerektiğini. Oysa muhalefetteki partiler arasındaki diyaloglar sıradan bir seçim gündeminde olabilecek başlıklardan öteye gitmiyor. Asıl ve büyük endişenin kaynağı da bu. Eski bitti, yeni bir türlü başlamıyor, çünkü yeniyi başlatacak işaret fişeğini çakması gereken aktörler birbirleriyle herkesin, kamunun ve alemin önünde konuşmuyorlar. Neden peki? Geciktiren şey, “bu yaptığım doğru mu?” ve “bunu doğru yöntemle mi yapıyorum?” soruları mı? Görünen o ki hayır. Peki ne? Allah bilir!

Hülasa önerim, muhafazakârların endişelerini gidermek için uğraşmak yerine, onları geriye kalanların çoktan gerçekleşmiş endişelerini paylaşmaya davet etmek. İstemeyene de, paşa gönlün bilir demek. Bu, AKP’nin hoyratça parçaladığı kamuyu yeniden, müşterek bir zeminde kurmak ve kotarmak için de iyi bir başlangıç noktası olacaktır. Hep birlikte olma ve kalma endişesine katıldıkları ölçüde üstesinden gelecekler var kalma endişelerinin ve AKP’yi bugüne, şu sahnelere taşıma utancından paylarına düşeni azaltacaklar. Her birine gidip ayrı ayrı “merak etme, benden sana zarar gelmez” denilerek olacak iş değil bu. Türkiye gibi bir ülkede, böyle diyen birine kimse güvenmez artık. Çünkü Türkiye’yi bugün bulunduğu yere, kapı kapı dolaşıp “benden sana zarar gelmez” diyen bir ekip sürükledi.

1- Kamu kelimesinin orijinali olan “kamağ” hem herkes hem her şey anlamına geliyor, “cümle alem” ve “kamu alem” gibi “bütün her şey, bir bütün olarak alem” manasını veren alabildiğine kuvvetli tamlamalar da bu engin kapsayıcılığı iyice vurguluyor, adeta hakk’ediyor dile ve ahlaka: Her şey diyorum ya hu, alem yani, her şey, diye ısrar ediyor dil. Kamu yetmiyor yanına alemi, alem yetmiyor yanına cümleyi katıyor. Bak, işte böyle, iyice belledin mi? Kamu kelimesinin orijini de Türkçe ve galiba bu denli kapsayıcı olmasının sebebi İslam öncesindeki inanışların mirası olmasından. Boy içindeki anlaşmazlıkları, göç zamanını ve herkesi ilgilendiren ortak sorunları nehrin akışına bakarak çözen, bu nedenle nehri herhangi bir yolla kirletenlerin, özellikle nehre kan akıtanların, ağır bir şekilde cezalandırıldığı (“su akar Türk bakar” sözünün kökeni bu mudur acaba) bir inanç/yaşam tarzından bahsediyoruz sonuçta. Arapça’dan aldığımız ve kamu anlamına gelebilecek kelimeler de var tabii, “ma’şeri vicdan” tamlamasında kullandığımız “ma’şeri” buna bir örnek, topluluk/cemaat ve toplum/cemiyet anlamlarına geliyor. Yani insanlarla sınırlı bir “herkes” söz konusu. Sözlüklere kamu’nun Arapça karşılığı ne ola ki, diye baktığınızda karşılaşacağınız başka kelimeler de var. Örneğin “küll” ya da “a’m.” İlkini bu manada pek kullanmıyoruz. Ama “a’m”ı “amme idaresi” tamlamasından hatırlarsınız. Onu da kamu’nun idare ile ilgili cüz’üne bekçi olsun diye koymuş demek ki ecdat. Allah bilir ne düşündüler? Kamu’nun ele avuca sığmaz enginliğine pragmatik bir çare aramışlardır belki. Şaka bir yana, kamu’nun güzelliği, nehre akma, kuşa uçma, çiçeğe açma, bebeğe büyüme, rüzgâra esme üstünlüğü tanıma (recognition) potansiyelinden geliyor. Ondan yararlanma değil, onu tanıma, ona bir kişilik atfetme, onu tüzeye, tüzeyi yazanın özdeşi olarak dahil etme... Öyle bir potansiyel olmasa Yunus Emre, “Kamu alem birdir bize” diye buyurur muydu? Hem yazık ki ve hem de neyse ki, bu “birlik” şimdilik yalnızca, ondan yana bakmaya pek cesaret edemediğimiz bir potansiyelden ibaret. Üzerine çalışmak, daralan anlamını genişletmek lazım. Kelimelerin delikanlılık çağlarında geldikleri anlamları hatırlamanın, insanları olduğu gibi bir arada(lıkları) ihtiyarlayan toplulukları da gençleştirme ihtimali olabilir, topluluklar da insanlar gibi hayaller kurabilir. Ah hazır “milliyetçilik” kendi içinde bu kadar ayrışırken bir kol da çıksa dağın, taşın, uçan kuşun, akan ırmağın hakkını arayan türden bir kolunu icat etse. Hah, işte şöyle sadede gelin deyiversek biz de. Vatan denilen o hayali toprağı bahane ederek, ayağımızın altındaki yeri sömürenlere sorsa delik deşik edilmiş dağların taşların, göl kenarlarında açlığa mahkûm edilerek katledilen turnaların, akışı kesintiye uğratılmış artık kimselere hiçbir haber vermeyen nehirlerin hakkını. Ama tabii bunun için önce müşterek yerin, kamunun yurdunun, sömürgecilerin işgali altında olduğunu ayırdedebilmeli insan değil mi?

Not: Şefkatli endişe, tahakküm ilişkisine dönüştüğünde, “nasılsın?” sorusu aslında “nasılım” anlamına gelir. “Ne’n var?” der ama, kastettiği “bak senin için elimde neler var, benim ol, kendini benim kıl”dır. Şefkat bir performansa dönüşmüş, güç gösterisi/arzusu halini almıştır. Bu nedenle çoktandır “nem var kuzum” şeklinde bir yaz klişesi haline gelen şakadaki apostrof bir kaza değildir.

Tüm yazılarını göster