Enflasyonla mücadelede bataklığı kurutamamak
Doların TL cinsinden değeri 1 TL artınca, bizim marketten aldığımız 10 liralık domatesin fiyatı neden 18.7 TL oluyor? Antalya’da Hasan Amca tarafından yetiştirilen domatesin fiyatı neden artsın değil mi? İşte tam bu noktada devreye ekonomik bağımsızlık denen kavram giriyor. Ne yazık ki artık bağımsızlık sınırlarla değil, rakamlarla tayin edilen bir değer.
Görkem Güven*
Bu hafta yayınlanan enflasyon verileri ile avunmaya çalışan Türkiye, ne yazık ki 30 yıllık ezberini tekrar hatırladı. Her ne kadar 1980 sonrası ekonomik atmosferin yüzde 70’lik enflasyon oranlarını geride bırakmış olsak da, yeniden yüksek kur-yüksek enflasyon sarmalına girdik. Peki nedir bu enflasyon denen Fransızca kökenli kelime. Kim yükseltiyor bu fiyatları? Yükselen fiyatlar ekonomi terimlerinin aşırı dozda ve bilinçsiz kullanımdan mı kaynaklanıyor yoksa hatalarımızın sorumluluğunu yüklemek için görünmez düşmanlar mı yaratıyoruz kendimize?
Aslına bakarsanız enflasyonun ne anlama geldiğini en iyi bu ülkenin insanı bilir. G7 ülkelerinde, hatta ortalama bir Avrupa ya da Kuzay Amerika ülkesinde dahi, yaşı 40’dan küçük olanlar enflasyonun bireylerin refahı üzerindeki etkilerini bilmezler. Üst jenerasyonlar için ise enflasyon yalnızca bir savaş olgusudur. Japonya’ya gittiğinizde çok daha ilginç bir manzara ile karşılaşırsınız. Negatif enflasyondan ve enflasyonu bir türlü yükseltememekten yakınırlar. Bu coğrafyanın insanı hayat pahalılığı der buna ve ODTÜ Ekonomi bölümünün duayen hocalarından Prof. Dr. Fikret Şenses’e göre en güzel özetidir konunun. Enflasyon fiyatlar genel düzeyindeki yükseliş olup kümülatif bir datadır. 1994 yılında yüzde 125 ile yakın tarihin en yüksek seviyesine ulaşmış, ardından kademeli olarak düşürülmüştür. Enflasyon, bir sepet ile ölçülür, tıpkı sizin market torbanız gibi, bu sepette de bir takım eşyalar vardır, gıdadan temizlik malzemesine, ev eşyalarına kadar geniş bir skaladır bu. Bunların fiyatlarındaki artış her ay hesaplanır ve 12 ay toplanarak yıllık enflasyona ulaşılır. Bu yüzden de kümüle bir data deriz. Öte yandan çarpan etkilidir. Yani petrol, doğalgaz ve tarımsal emtialardaki fiyat artışları diğer maddelerin fiyatlarının artmasına yol açar, böylece artışlar birbirlerini tetiklemeye devam edebilir. Son olarak da beklenti yansıması olan bir datadır. Yani, enflasyon beklentisi yükseldikçe, ekonomik aktörler bu beklenti doğrultusunda fiyatlarını belirlerler ve ileriye dönük maliyet zararına uğramamak için fiyat artışına giderler. İşte bu üç nedenden ötürü enflasyon, ekonominin en zor problemlerinden biri haline gelmiştir.
Enflasyonun çok çeşitli nedenleri olabilir. Ekonomi yönetimlerinin parasal genişlemeleri, küresel emtia piyasasındaki fiyat artışları, savaş kıtlık doğal afet gibi olağanüstü haller, ambargolar, talep fazlalığı ya da arz eksilmesi, ithalat şokları, dış borç ödeme yükümlülükleri.... Liste bu şekilde uzar gider. Fakat ülkemizdeki durumun nedenleri bu liste kadar uzun değil ve birkaç kronik probleme dayanıyor. 2008-2009 enflasyonunun nedeni olan üç faktör üzerine yoğunlaşacağız.
Bunlardan ilki ve bir süre daha hissedecek olduğumuz etken, seçim ekonomisi atmosferidir. Seçim dönemlerinde iktidarlar popülist harcamalara başvurarak piyasada likit bolluğu yaratırlar. Bu durum hem TL’nin değerini düşürür (yeniden 5.40’ları görmemizin nedeni), hem de fiyatlar genel düzeyinde artış yaratır. Ekonomik resesyon dönemlerinde, kamu maliyesinin taviz vermesi Keynes’e kadar uzanan bir alışkanlıktır. Fakat bu teşviklerin ve piyasaya sürülen nakdin niteliği önemlidir. (Teknik olarak M2-M3-M4-M5’ten hangisinin seçileceği kararı). Teşvikler borçların yeniden yapılandırılması şeklinde ise, alacaklı kurumların bilanço dengesi gözetilerek, reel sektöre destek olunabilir. Hammadde alımında, talebi elastik olmayan ve enflasyon sepetindeki ağırlığı fazla olan ürün gruplarının üreticilerine yönelik destekler de etkin bir silah olacaktır. İhtiyaç maddelerine getirilen vergi indirimleri bu dönemlerde lüks tüketim gruplarına doğru kaydırılarak hem daha egaliteryen bir bölüşüm sağlanacak hem de bütçe açıklarının derinleşmesinin önüne geçilecektir. Şimdilik ekonomi yönetiminin bu doğrultuda başarılı adımlar attığını görmekteyiz. Bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 1,9 olarak gerçekleşti ve YEP hedefi tutturulmuş oldu. Fakat bütçe gelirlerinin büyük kısmı çalışan sınıf üzerinden tahsil edilen doğrudan vergilerden elde edilmektedir. Emeğin vergilendirmesi ile servetin vergilendirilmesi arasındaki uçurum nedeniyle Türkiye’de patronlar, yanlarında çalıştırdıkları işçilerden oransal olarak daha az vergi vermeye devam ediyorlar. Bu durum seçim ekonomisi ve resesyon atmosferi ile sürdürülüyor. Özellikle son açıklanan teşvik paketlerindeki vergi indirimleri dikkat çekici boyutlarda. Oysa bunun yerine devletin maliyet kalemleri üzerine yoğunlaşıp, ithal ikame politikalarla, özel sektörün hammadde maliyetini düşürmesi daha kalıcı sonuçlar verecektir.
İkinci neden; son zamanlarda yaşadığımız kur şokları. Kurlardaki artış, özellikle ithal girdi maliyetlerini arttırarak enflasyonda artışa neden olmuştur. Bu durumun tek sorumlusu dolar değildir tabii ki. Ülkemizde son 20 yıldır süregelen ithalat çılgınlığının ve tüketici davranışlarının ithal ürünlere yönelmesinin de ciddi bir payı var.. Fakat ekonomi yönetimi kamusal alt-üst yapı projelerinde neden döviz cinsinden anlaşmalara yönelmiştir. Türk firmalar dahi kendi aralarında yaptıkları B2B ticari işlemlerin yüzde 62,7’sini döviz üzerinden gerçekleştirmekteler. Ekonomimizin ne denli dövize bağımlı hale geldiğini veriler üzerinden görelim dilerseniz.
Öncelikle 2005 yılından bu yana ithalat hacmimiz 1,9 kat artmış ve 223 milyar dolara yükselmiştir. Bu artış karşısında ihracattaki yükselişin dış ticaret açığını kapatabilmesi imkansızdır. Bunun nedeni ihracatımızın ithalata dayalı olmasıdır. Yani ihraç edecek bir makineyi üretebilmek için onun katma değeri yüksek tüm parçalarını ithal ediyoruz. Bu nedenle ihracatımızı arttırmaya çalışırken ithalat hacmi de yükseliyor ve dış ticaret açığı kronik hale geliyor.
İthalat ve ihracatımızı ekonomik büyüme ile ilişkilendirecek olursak; GSYH artışımızla ithalat hacmimiz arasındaki korelasyonun yüzde 70’e çıktığını görüyoruz. Bu korelasyon tüketim ürünleri grubunda yüzde 87’ye ulaşıyor. Bu veri ithalatsız bir büyümenin Türkiye için çok uzak olduğunu gösteriyor. İthalat hacmi ile ekonomik büyüme arasında bu kadar yüksek bir korelasyona sahip oluşumuz dış ticaret açığının kapanmayacağı ve milli tasarruf oranlarının döviz rezervi cinsinden artmasının da çok zor olduğunu gösteriyor. Fakat ilginç bir şekilde ihracat ve GSYH artışı arasındaki korelasyon yüzde 50 ile daha düşük bir seviyede kalıyor. Yani GSYH’miz arttıkça daha çok harcıyor özellikle de ithal tüketim ürünlerine yöneliyoruz, fakat bu büyümeyi ihracata dönüştüremiyoruz. İthal ikame endüstrilerin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Bu dış ticaret verileri üzerinden yeniden enflasyona dönecek olursak, dış ticaret açığı ve yüksek ithalat hacmi kur dalgalandırmalarına karşı Türkiye’yi savunmasız bırakıyor. Dolardaki artış kolaylıkla yurt içi enflasyona dönüşüyor. Kur geçişkenliği üzerine yaptığımız çalışmalarda, bağıl değişkenin enflasyon olduğu modele “Dünya Bankası Enflasyon Regresyonu” (World Bank Global Economic Prospects) değişkenlerine ek olarak dolar ve Euro ortalama alış kurları da bağımsız değişken olarak eklenmiştir. 2019 enflasyon öngörüsü haricinde, döviz kurları ve enflasyon ilişkileri daha çarpıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Dolarizasyonun ilk belirtilerinden biri dolar ile ekonominin yerel dinamikleri arasındaki yüksek korelasyon, yani sıkı ilişkinin matematiksel ölçütüdür. Bir ülkenin ekonomisindeki göstergeler dolara bağlı hale geldikçe, o ülke dolara bağımlı hale gelmeye başlar.
Euro alış kuru ile enflasyon arasında yüzde 89, dolar alış kuru ile enflasyon arasında ise yüzde 87’lik bir korelasyon bulunmaktadır. Yani dolardaki 1 TL’lik artış enflasyonda yüzde 8,7’lik bir artışa neden oluyor. Peki doların TL cinsinden değeri 1 TL artınca, bizim marketten aldığımız 10 liralık domatesin fiyatı neden 18.7 TL oluyor? Antalya’da Hasan Amca tarafından yetiştirilen domatesin fiyatı neden artsın değil mi? İşte tam bu noktada devreye ekonomik bağımsızlık denen kavram giriyor. Ne yazık ki artık bağımsızlık sınırlarla değil, rakamlarla tayin edilen bir değer.
Enflasyonun Türkiye ekonomisindeki üçüncü ve en önemli nedeni de üretememek. Bunu çok daha ayrıntılı bir şekilde, bir sonraki yazımda ele alacağım. Fakat o zamana kadar, markete alışverişe gidince ürünlerin üzerindeki yerli üretim etiketine aldanmadan, arkasını çevirin ve menşeine, üretim izninin/lisansının nereden alındığına ya da markanın hangi ülkeye ait olduğuna bakın. Türkiye’den çok daha fazla sayıda yabancı ülke ile karşılaşacaksınız. Oysa burası Türkiye değil mi?
*Finansal Risk Yönetimi ve İç Denetim Uzmanı