Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden on gün geçti. Artık yaşama
tutunma ve mucize beklentisi yerini ölümle, enkazla yüzleşmeye
bıraktı. Yas tutmanın, acı çekmenin beş evresinden söz edilir;
inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Oysa biz henüz
yolun çok başındayız. Bu kadar büyük bir kayıp ve bu kadar kitlesel
bir travma karşısında henüz yasla ve acıyla nasıl başa çıkacağımızı
bilmiyoruz. Yaşananları muhakeme etmeden ve bilincimizi
netleştirmeden düze çıkmamız mümkün değil, oysa enkazın tozu
hepimizin üstünde.
DEPREM ENKAZI
Bilim insanları defalarca uyarmasına, bulunduğumuz coğrafyanın
depremlere gebe faylarla sarılı olduğu bilinmesine rağmen insan
arsızlığı, iktidar açlığı, tedbirsizlik 24 yıl sonra aynı felaketle
karşı karşıya kalmamıza neden oldu. 18.000 kişinin öldüğü 1999
depreminden sonra olası bir İstanbul depreminin riskleri
tartışılırken, daha iki yıl önce daha düşük ölçekli daha az kayıplı
İzmir depreminin hatırlatmasına rağmen Türkiye’de depreme karşı
hiçbir önlem alınmadı. Bugün Cumhuriyet tarihinin en büyük depremi
ve en yüksek can kaybıyla karşı karşıyayız. Ancak bu
tedbirsizlikle, bu zihniyetle, daha acılar bu kadar tazeyken
şehirleri düzleyip yeniden inşa etmenin hayaliyle ellerini
ovuşturan harislerle biz daha çok can kaybederiz.
DEVLET ENKAZI
Depremle birlikte gözler önüne serilen bir başka enkaz da devlet
enkazı oldu. Depremin ilk gününden itibaren deprem bölgesinde
halkın, medyanın, gönüllülerin ve arama kurtarma ekiplerinin ortak
kanısı koordinasyon eksikliğine odaklandı. Bu koordinasyon
eksikliği her konuda yetkiyi kendi bünyesinde toplayan merkezi
yönetimin yerelden habersiz olmasına, hem merkezi yönetimin
yereldeki idari birimleriyle hem de yerel yönetimlerle bir
bürokratik işbirliği, yetki paylaşımı, basit bir hiyerarşi bile
kuramamış olmasına bağlıydı. Olası bir deprem durumu bilim
insanları tarafından defalarca dile getirilmesine, imar barışının
yaratacağı riskler hakkında muhalefet milletvekillerinin meclisteki
uyarılarına rağmen iktidar bildiğini okudu, dirençsiz binaların
denetimsiz bir biçimde yükselmesine, sonuç olarak milyonlarca
insanın evsiz kalmasına, binlerce insanın hayatını kaybetmesine göz
yumdu.
Sorunun ikinci bir boyutu da konuyla ilgili kurumların başına iş
bilmeyen insanların yine merkezden atanmış olması, bu atamaların
bir takım kafa kol ilişkileri sonucu gerçekleşmiş olmasıydı. AFAD
Afetlere Müdahale Genel Müdürü İsmail Palakoğlu’nun afet yönetimi
ile ilgili bir uzmanlığının olmaması, ilahiyat ve İslam bilimleri
uzmanı olması öne çıkan örneklerden bir tanesiydi. Sonuç olarak,
AFAD deprem alanına geç müdahale etti, AFAD çalışanları yukarıdan
gelecek talimatları beklemeden hareket etmedi; hatta AFAD
çalışanları basına konuşma konusunda bile basiret gösteremedi.
İktidarın tahakkümü, sağduyulu bir insanın akıl yürütme
gerekmeksizin yapması gereken en basit çıkarıma, insan hayatını
kurtarmasına engel oldu. Nasıl bir güçtür ki, iktidar sahibinin
korkusuyla bir mahşer yerinde insanın elini, kolunu, vicdanını
bağlar?
EKONOMİK ENKAZ
Depremlerden önce ülke gündeminin en önemli konusu ekonomik
krizdi. Yüksek enflasyon oranı, asgari ücrete, memur ve emekli
maaşlarına yapılan artışların enflasyonun yükünü karşılayacak
düzeyde olmaması, Türk lirasının değer kaybı bu krizin temel
tartışma noktalarıydı. Ülkenin seçim sürecine girmiş olmasıyla
birlikte tartışılan bir başka konu da iktidarın inşaata dayalı
ekonomik büyüme anlayışının sakıncaları, emlak piyasasındaki yüksek
değerleme ve insanların yüksek kira bedelleri ve yüksek satış
fiyatları nedeniyle bir barınma kriziyle karşı karşıya kalmış
olmalarıydı.
Deprem, ekonomik krizi derinleştirecek. Bunu söylemek için
müneccim olmaya gerek yok, on ilin karşı karşıya kaldığı altyapı,
barınma ve yeniden yapılanma ihtiyacı ortada. 13 milyonluk bir
nüfusun hayatlarını yeniden kurabilmek için muhtaç olduğu destek de
ortada. Depremzedelere 10-15 bin lira vererek sus payı dağıtmayı
planlayanlar henüz durumun vahametiyle yüzleşmeye hazır değil.
Gazete Duvar’dan Süleyman Karan’ın analizine ve
referans verdiği TÜRKONFED 2023 Kahramanmaraş Depremi Ön
Değerlendirme Durum Raporu’na göre 17 Ağustos depreminin ekonomik
maliyeti yaklaşık 17 milyar dolar olarak hesaplanırken ekonomideki
etkisi yüzde 3,3 kadar bir daralma olmuştu. Kahramanmaraş
depremlerinde ise on ilde 13 milyon kişinin etkilendiği ve bu
illerin milli gelirdeki payının yüzde 9,3 seviyesinde olduğu göz
önüne alınınca depremin ekonomik etkisinin en az 84 milyar doları
bulacağı öngörülüyor. Depremin ekonomik etkisi yalnızca üretim
faaliyetlerinin aksaması değil, milyonlarca insanın uzunca bir süre
sosyal korumaya ihtiyaç duyması, kamu sektöründe afet yönetimi ve
takip eden süreçlerin neden olacağı maliyetler, bölgede gereken
altyapı ve restorasyon faaliyetleri de bu maliyetlerin artmasına
neden olacak. Sonuç olarak deprem sürecinin ekonomik boyutu orta ve
uzun vadede yeni maliyetler ve yeni sorunları da beraberinde
getirecek. Halihazırda iyi yönetilmeyen bir ekonominin bu yükle
nasıl başa çıkacağı belirsiz.
AKADEMİK ENKAZ
Depremle ortaya çıkan bir başka enkaz da akademik enkaz olarak
niteleyebileceğimiz, mevcut iktidarın bilime, bilim insanlarına,
bilimsel eğitime ve ülkenin geleceğinden sorumlu olacak gençlerin
eğitimine ne kadar uzak olduğunu gösteren durum oldu. Prof. Dr.
Naci Görür’ün depremin gelişini raporlarla gösterdiklerini,
kimsenin seslerini duymadığını söylemesi, Prof. Dr. Cenk
Yaltırak’ın gözyaşları ve daha sonra Türkiye deprem haritasındaki
yanlışlarla ilgili açıklamaları aslında konunun araştırıldığını,
bilimsel gerçeklerin ulaşılabilir olduğunu, ancak siyasi otoritenin
kendi hırsları ve inşaat sektörüyle yakın bağları nedeniyle bunları
görmezden geldiğini, bilimi reddettiğini ortaya çıkarıyor.
Akademik enkazın tek boyutu bu değil. Siyasi otoritenin deprem
bölgelerinden tahliye edilen depremzedelerin barınma sorununu
çözmek için üniversiteleri uzaktan eğitime geçirmesi ve yurtları
depremzedelere tahsis etmesi de acil durumlarda ilk gözden
çıkarılanların yine gençler olduğunu düşündürdü. Gerek
akademisyenlerden gelen tepkiler gerekse öğrencilerin talepleri
hiçe sayıldı, iktidar yine bildiğini okudu. Üstelik KYK yurtlarının
ne sayısal kapasiteleri ne de yaşam şartları depremzedeleri
barındırmaya uygun. İhtiyaçları karşılamaya yönelik sayısız yerel
yönetim ve sivil toplum inisiyatifi olmasına, kamu kurumlarının
misafirhaneleri, lojmanları bulunmasına ve hatta devletin rayiç
bedeli üzerinden kiralayarak depremzedelere tahsis edebileceği
konut fazlası olmasına rağmen siyasi otorite öğrencilerin barınma
hakkına çökmeyi tercih etti. Şimdi hangi yüzle sekiz milyon
üniversite öğrencisinin oyuna talip olacakları ise merak
konusu.
Türkiye bilimden uzaklaşıyor. Tıpkı pandemide olduğu gibi, tıpkı
ekonomik krizde olduğu gibi, bilim insanlarına kulak vermediği için
büyük hasarlarla, toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Şimdi
de zaten pandemi sürecinde bir buçuk yıl boyunca uzaktan eğitime
maruz kalan öğrencileri bir kere daha aynı zorluklarla karşı
karşıya bırakarak ülkedeki bilimsel gelişmenin geleceğini de riske
atıyor.
RUHLARIN ENKAZI
Bütün bu yaşananların en büyük maliyeti en başta depreme maruz
kalan, depremden kurtulan ama yakınlarını kaybeden, evinden
barkından olan, ait olduğu şehrini yıkıntılar içinde bulan
milyonlara, sonra bütün bunları çaresizce izleyen bizlere olacak.
Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanırken böyle bir
felaketle karşı karşıya kalmak hepimizin ruhunda yaralar açacak.
Yasla yüzleşmenin ötesinde bu yaraların uzun dönemli etkisini
yaşayacağız. Bu tür durumlarda sıkça karşılaşılan durumlardan biri
travma sonrası stres bozukluğu oluyor. Travma sonrası stres
bozukluğu savaş, çatışma, doğal afetler ya da kişisel kayıplar gibi
durumlardan sonra bireylerin depresyon, korku, kaygı, uyku
bozuklukları, gibi tepkiler biçiminde ortaya çıkıyor. Bu tür
olumsuzluklara maruz kalanlar olayın etkilerini tekrar tekrar
yaşıyor ve psikolojik desteğe ihtiyaç duyuyor.
Kolektif düzeyde baktığımızda ise deprem sahasında yaşanan
kuralsızlık hali, klasik sosyolojik ifadesiyle anomi, bireylerin
kendini toplumsal yapı ve ilişkiler içinde konumlandırmasına engel
oluyor. Artık içeriyi ve dışarıyı birbirinden ayıran, ev
diyebilecekleri güvenli alanlar yok, bireyi destekleyen ailevi
bağlar, sosyal çevre yok, uğruna emek harcanacak bir iş yok. Böyle
bir durumda insan kendini büyük bir boşluğun ortasında buluyor. Bu
durumda bir an önce depremzedelerin bir rutin oluşturabilecekleri,
basit de olsa gündelik hayatı yeniden kurabilecekleri bir yaşam
alanına ihtiyaç var. Bundan sonraki yardımlar maddi ihtiyaçların
yanı sıra depremzedelerin duygu durumunu da güçlendirecek
etkinlikler içermeli.
Belki son olarak kolektif travmanın toplumlardaki birleştirici
rolüne değinmeli ve bu yazının sonuna bir umut ışığı bırakmalı.
Kolektif travma, ortak mücadele ve dayanışma böyle durumlarda
yalnızca hayatta kalmak ya da fiziksel koşulları güçlendirmek
anlamına gelmez. Kolektif travma birlik duygusunun oluşması için de
birleştirici olur. Deprem sonrası toplumun farklı kesimlerinden
akan yardımlar, dayanışma ve birlik duygusu farklılıkları bir
kenara bırakarak birlikte hareket etmenin önemini gösterdi.
Ermenistan’dan, Yunanistan’dan, İsrail’den gelen yardımlar dış
politikada uzlaşıya ve işbirliğine duyulan ihtiyacın bir kanıtı. İç
siyasette kutuplaştırıcı dilin, dış politikada çatışmacı siyasetin
Türkiye’yi getirdiği yer ortada. Bundan sonra yaralarımızı sararken
içeride ve dışarıda işbirliği ve dayanışmayla hareket etmenin,
birlik duygusu inşa etmenin zamanı.