Üniversiteden bir arkadaşım, küçükken, bir sır yaratıp bunu kendisine söylemiş ve yarattığı sırla bir süre mutlu mesut yaşamış. “Düşünsene” demişti “bir sır var ortada ve onu yalnızca sen biliyorsun!” Sırrını kimseyle paylaşmayarak, yetişkinler için olanaksız bir şeyi başarmış. Ne yazık ki, bir sabah uyandığında, artık sırrının ne olduğunu hatırlayamadığını fark etmiş ve çok ağlamış. “Keşke anneme söyleseymişim!” demişti. Çünkü, sırrını ebediyyen kaybetmiş. Kuzucuk.
Maddi dünyada gösterimi olmayan bir şeyin yokluğunun derin bir hüzün yaratması yukarıda anlatılan olayın bir kademe daha soyutlaştırılması gibi bir şey. Bu duygunun takibi, Kadim Mısır’dan başlanarak, Antik Yunan üzerinden, dinler, psikoloji, felsefe bağlamında ele alınıp bir olgu halinde günümüze kadar getirilebilir. Bunu yapasım yok bugün. Bu hüznü seviyorum. Lokalize değil bu sefer, toplumsal boyuta çıkıyor, oradan üzerime çiğ gibi yoğuşuyor: Memleketimde, köklü bir entelijansiya eksikliği var; nedendir bilmem, bu durum bir süredir ruhumu acıtıyor. Geçen hafta, bu eksikliğin köşe yazarlığına yansımalarını konu etmiştim.
Tarık Çelenk’in “Türk Sağının Düşünce Atlası” isimli kitabını okuyorum. Bazı düşünürlerle söyleşiler var kitapta. Ne sağda ne de solda köklü bir entelektüel birikimin olmaması kitapta izlenen ana kaygılardan. Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (Dev-Genç) kurucularından olan Bülent Uluer ile yapılan söyleşide, Uluer entelektüellikle ilgili problemimiz hakkında önemli bir tespitte bulunuyor:
“…Bir kere çalışkan bir ulus değiliz, kitap okumak demek çalışkan insan demektir. Kendinizi sıkacaksınız, masaya çökeceksiniz, yahut nereye oturuyorsanız, okuyacaksınız, not alacaksınız. Böyle sıkıntılara gelmeyip ağızdan dolma, kulaktan dolma bilgiyle idare edebiliyoruz. En âlimini televizyonda seyrediyorum, bilim üzerine konuştukları zaman, bilmiyorlar; dini bilmiyorlar…”
Aynı kitapta Ahmet Davutoğlu ile de bir söyleşi yapılmış. Sayın Davutoğlu, değerli fikirleri olan, üretken bir entelektüel. Lâkin, siyasal İslamcılık sevdasında olanlarda ortak olduğunu saptadığım bir eksik anlayıştan muzdarip: İslâm’ın eksik anlaşılmasından. Ereğin tevhid olarak konulduğu analizlerin, tevhidden düşülerek yapıldığını görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz. Yeni bir tanım arayışı, yerinde bir arayış olsa da İlim/İrfan üzerinden bu hamleyi yapan odakların, ortak paydasının dışlayıcılık olduğu üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Tarihsel süreç, şimdiden, bu türde bir özeleştiriyi zorunlu kılıyor. Sayın Davutoğlu, bu özeleştiriyi hem yatay (toplum) hem de dikey (şahsi) tarih boyutunda yapmaktan imtina etmemeli. Sözünü ettiğim söyleşide yaptığı gibi, bir iki kifayetsiz kelimeye sığınarak değil. Halihazırda sürümde olan entelektüel tanımı ile yetinmemesini; yöneldiği ufku (irfan), kendiminkine yakın bulsam da her türlü çabaya (maddi manevi) rağmen bir türlü olgusallaşamayan projelerini, bir kez de severek okuduğu Hegel’in anahtar niteliğindeki vargısı eşliğinde düşünmesi naçizane önerim: “Ussal olan edimseldir, edimsel olan Ussaldır” Tarihsel olguları bize uymadığı için dışlamak duygusal bir tutumdur. Hakkını vermeliyiz, Sayın Davutoğlu ülkemizde, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” isimli kitabına yanıt olmaya lâyık bir çalışmayı yapan ilk kişi. Bir köşe yazısının “yürümesi” kılıfı ile dolaşıma sokulan bu projenin arkasında hangi güçlerin olduğu, artık bir sır değil. Söz konusu kitapta art niyetle Kemalizm olarak indirgenen tutuma, “Stratejik Derinlik”te bir yanıtın olmamasını şu yazımda eleştirmiştim. İdeoloji barındırmaları bakımından -izm’lere karşıyım. Ön yargısız bir tutumla, Huntington’un Atatürk’ü ele alışını lütfen bizzat kendiniz okuyarak öğreniniz.
Ülkemizde entelektüel azlığı, bir sorun; az sayıdaki entelektüellerin, bir “çevre” oluşturabilecek olgunluk seviyesinde olup olmadıkları ise ayrı bir sorun. İslâm’ın Altın Çağı olarak adlandırılan dönemin en belirgin özelliklerinden birisi, sayesinde bir araya gelebilen farklı unsurların zenginliği. Batı’da, kıyasıya eleştirilerin yaşandığı dönemlerde/çevrelerde ilişkileri soğutan ana etmenin, alınganlıklardan daha çok, derin fikir ayrılıkları olduğunu okuyorum. Alman İdealistleri, Frankfurt Çevresi, Viyana Çevresi bize, farklı fikirler söz konusu olduğunda küsmenin bir zorunluluk olmadığı yönünde bir ışık olabilir mi? “Ernst Bloch’la Söyleşiler” isimli kitaba başladım geçen hafta. Bloch’un temas ettiği, derinden etkilendiği sonra yollarını ayırdığı ünlüler geçidine özenmemek elde değil. Her ne kadar gündelik tepkilerinde “Akdenizli” bir tat bıraksalar da, Fransızların da olgun tutumları hatırlanmalı. Foucault ile Sartre’ın anlaşmazlıklarının, sert atışmalarının aldığı boyutu düşününce: Edward Said’in, Foucault, Sartre ve Beauvoir ile tanışmasını anlattığı toplantının, Foucault’nun evinde yapıldığına şaşırıyor insan.
Bizde ise, her düşünürün, “öğrenci” kimliğini kaybetmemesi koşuluyla temas ettikleri ile sınırlanmış bir alan oluşmuş. “O yazarsa, ben yazmam!” “O gelirse ben gelmem!” İncir çekirdeğini doldurmayacak olaylar nedeni ile küsülerek bir kenara atılan entelektüel ilişkilerin barındırdığı potansiyeli düşünmek çok üzücü. “Keşke derin fikir anlaşmazlıkları nedeniyle küsselerdi” demekten geri duramıyor insan.
Hayran bırakan bir donanıma sahip; kibrin kendilerine yakıştığı, bu çalışkan, çok değerli insanların küsmek gibi çocuksu bir tutum içinde olmaları önemsiz bir ayrıntı olsaydı keşke. İnsanın regrese olduğu alan, “varlığını” oluşturduğu alan olduğu için; kibir patlamalarının, örtük ya da açık ama illa ki nicel yatırım alanlarında olduğunu akıldan çıkarmamak gerek.
İngilizce ve Fransızca dillerinde, küsmek sözcüğünün tam bir karşılığı yoktur: Alınmak, gücenmek vardır ama küsmek yoktur. Almanca’da var mıdır bilmem. Aristoteles, Poeticasında Megaralıların, komedyanın demokrasi altında doğduğunu söylediklerine işaret eder. Düşüncelerimiz ne denli gelişse de bir olumsuz saptama ile paramparça olan ruhumuzun, çocuksu kalma eğilimi; henüz, demokrasiyi lâyıkıyla uygulayamıyor olmamızla ilişkili olabilir mi?