Ali Suavî, geleneksel eğitim almasına ve ûlema sınıfı içinde yer bulmasına rağmen, dönemin “ilerici-modernist” gruplarıyla temasa geçmiş; ancak onlarla da uzlaşamamış. İslâmî kesimin gözünde İngiliz ajanı ve Batıcı, modernistlerin ve Avrupalıların gözünde de katı bir şeriatçı olarak damgalanmış. Sonuçta o, ölçü ve sınırlarını tamamen kendisinin çizdiği bir ideolojinin peşinde koşan, kendini ölçü alan, siyasal yalnızlığı tercih eden bir düşün ve eylem adamı olmuştu.
Geçen sene bir gün Kadıköy’de Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bulunduğu sokağa gitmiştim. Bu sokağın başında bilindiği gibi Ali Suavi’nin bir heykeli var. İki genç kadın yanımdan geçerken biri diğerine ‘Aaa bak Nazım Hikmet’in heykelini yapmışlar’ demişti. Heykel Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önünde olduğuna göre herhâlde Nazım’ın olmalıydı. Gerçi kafasında sarık vardı ama olsun. Çok seneler önce Livaneli de bir kitapçının önünde ‘Aaa Aşk-ı Memnu’nun kitabı da çıkmış’ cümlesine şahit olduğunu yazmıştı. Aklıma o gelmişti. Meğer heykel de bayağı meşhurmuş. “CHP darbeci heykeli dikti” diye haberler yapılmış. İslami basın ‘darbecinin heykelini istemiyoruz’ diye kampanyalar bile yapmış Dünyadan haberimiz yok.
Evet görüldüğü üzere Ali Suavî (1839-1878) Türk Siyasi tarihinin en çok tartışılan kişiliklerinden biri. Onun hakkındaki tartışmalar elbette tek bir kişinin yaşamsal tercihleri nedeniyle değil. Ali Suavî, birçok açıdan Osmanlı aydın tipinin alışık olunmayan aykırı bir tipini temsil ediyor. Her şeyden evvel herkesin mutlaka -siyasî, dini veya ekonomik- bir topluluğa ait olması gerektiği düşünülen, yani bireysel hareketin hoş görülmediği Osmanlı toplumunda daima kendi bireysel tercihleri doğrultusunda hareket etmiş ve bu nedenle de hemen her toplumsal gruptan dışlanmış birinden söz ediyoruz. Eskilerin deyimiyle “umumî’den”, “müşterekten”, “topyekûndan” hoşlanmayan bir yapısı vardır. Siyasi tavrı bir bakıma çağdaşı olan ve “Asosyal Sosyalist” olarak bilinen ünlü İngiliz yazar Oscar Wilde’ın tavrını andırmakta. Hayatı incelendiğinde kendisinin de bu dışlanmadan rahatsız olmadığı bilâkis bu tavrının onun kişiliğinin temel yapılarından biri olduğu anlaşılıyor. Geleneksel eğitim almasına ve ûlema sınıfı içinde yer bulmasına rağmen, dönemin “ilerici-modernist” gruplarıyla temasa geçmiş; ancak onlarla da uzlaşamamış. İslâmî kesimin gözünde İngiliz ajanı ve Batıcı, modernistlerin ve Avrupalıların gözünde de katı bir şeriatçı (fundamentalist)(1) olarak damgalanmış. Sonuçta o, ölçü ve sınırlarını tamamen kendisinin çizdiği bir ideolojinin peşinde koşan Batı’nın çokça alışık olduğu (Sartre, Foucault veya Russell gibi) ancak Osmanlı dünyasının yabancısı olduğu kendini ölçü alan, siyasal yalnızlığı tercih eden bir düşün ve eylem adamı olmuştu.(2)
GENÇLİK YILLARI
Ali Suavî anlamlı bir yılda, 1839’da, Orta Anadolulu göçmen bir ailenin oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Babası orta halli ve eğitimsiz bir adamdı. Annesi ise dönemin şartlarının aksine okuma yazma biliyordu ve oğluna temel eğitimi o verdi. Daha ilk sahneden Ali Suavî’nin yaşam öyküsünün Tanzimat aydınları ve Genç Osmanlılardan oldukça farklı olduğu görülmekte. Genç Osmanlılar denilen grubun hemen hepsi güçlü ailelerin yüksek eğitimli çocuklarıydılar. Muhalif düşüncelere kapılmasalardı hepsinin yüksek bürokraside yeri hazırdı. Nitekim bir kısmı sonradan affedilip paşalık, mutasarrıflık, valilik gibi yüksek mevkilere de getirildi. Ali Suavî ise ne zengin ne de eğitimliydi. Ancak rüşdiye (ortaokul) okumuştu. Bu kendi zamanında ne geleneksel ne de modern bir aydın tipi için yeterli bir eğitim değildi. Buna karşın kendisini olağanüstü derecede iyi yetiştirmiş biriydi. 17 yaşında Hacca giderek bir sene kadar Hicaz’da kalarak Arapçasını ilerletti, 7000 hadis ezberleyerek kendini bu alanda yetiştirdi. Girdiği muallimlik sınavını birincilikle kazanarak Bursa Rüşdiyesi’ne Muallim-i Evvel (başöğretmen) olarak atandı.
Alî Suavi, çağdaşı birçok reformcunun aksine modern değil geleneksel bir eğitim almıştı ve Avrupaî hayat biçimi yerine İslâmî kaidelere dayalı bir hayat biçimini savunuyordu. Avrupaî giyinen reformcu kuşağın aksine o sarıklı ve cübbeli gezmeyi tercih ediyordu. Bu o dönem için çelişkili bir tavırdı. Zira o dönemde fesliler “Batıcı-modernist”; sarıklılar ise “tutucu gelenekçi” olarak kabul edilmekteydiler. Ancak onun bu farklı (marjinal) özellikleri, reformcuların Ali Suavî’ye özel bir ilgi ve sevgi duymalarına yol açacaktı. Zira Batılı kültürle yetiştirilmiş aydınların reformcu olması zaten eşyanın tabiatına uygundu. Hâlbuki sıradan Anadolulu bir aileden gelen sarıklı bir vaizin reformcular arasında sivrilmesi daha dikkat çekici bir olaydı. Ali Suavî’nin tavrı, Namık Kemal, Ziya Bey (Paşa) gibi önde gelen Genç Osmanlıların kurgularına tam olarak uymaktaydı. Genç Osmanlılara göre kendilerinden önceki Tanzimat kuşağı “ilerlemeyi her yönüyle batıyı taklit etmek olarak anlamıştı”. Hâlbuki Genç Osmanlılar reformları halka benimsetmek istiyorlar ve modernizm ile İslâm arasında bir orta yol arıyorlardı. Anadolu insanının, hatta sarıklı medreselilerin de reformların yanında yer alması onların hedefleri içindeydi. Bu nedenle Ali Suavî, demokratik fikirlerin savunulması için illâki Avrupalı gibi görünmek ve yaşamak gerektiği gibi özellikle Tanzimatçılarda yaygın olan ama Genç Osmanlıların tepki duydukları bir kanaatin aleyhinde bir kanıttı. O, Genç Osmanlıların hayalindeki “İslâm ile Batı demokrasini, özgürlüklerini kaynaştırma eğiliminin” somut bir örneği gibi görülmekteydi.
Kariyerinin başında Ali Suavî’nin ihtilâlcı-muhalif biri olacağına dair hiçbir belirti bulunmamaktaydı. Rüşdiye öğretmenliği yanı sıra camilerde vaazlar vermekteydi. Bu vaazların halk tarafından heyecanlı bir ilgiyle dinlendiği ve etrafında bir kitlenin toplanmaya başlandığı görüldü. Genç yaşına rağmen bürokrasideki yükselişi ona ilk düşmanlarını da kazandırdı. Çeşitli gerekçelerle Bursa, Simav, Filibe gibi vilâyetlere sürülüp durdu. Düşmanlarına göre bu sürgünlerin nedeni cami vaazlarında idarecilere karşı halkı kışkırtmasıydı. Kendisi ise sürgünlerin asıl sebebinin, şahit olduğu usulsüzlük, rüşvet, adam kayırma gibi bazı olayları açık biçimde dile getirmesi olduğunu belirtmekteydi. Ali Suavî gençlik döneminde bürokrasi içindeki yozlaşmanın Anadolu halkında yarattığı maddi ve manevi tahribat üzerine eğilmiş ve genellikle İslâmî kaideler içinde bu adaletsizliklerin ve yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılabileceği üzerine düşünmeye başladı. Kendi çağdaşları içinde Anadolu’daki yoksul köylülüğün durumu ile en fazla ilgilenen O olmuştur. Bilindiği üzere Genç Osmanlılar genellikle üst yapısal bazı kurumların yenilenmesi fikrine odaklanmışlar mesela Rusya’daki çağdaşları Narodniklerin aksine, toprak reformu, köylerde eğitim ve yaşam koşullarının düzeltilmesi gibi bazı temel sosyal sorunlar üzerine yoğunlaşmamışlardı.
Öte yandan saray çevresinde Ali Suavî’yi destekleyen kişiler de vardı. Bunlardan -Edinburgh’da okumuş modernist- biri olan Said Paşa’nın (İngiliz Said) desteği ile Ali Suavî gazeteciliğe soyundu ve 1866’da İstanbul’da yayınlanan Muhbir adlı gazetede yazılar kaleme almaya başladı. Ali Suavî’nin eleştirdiği konular Tanzimat Dönemi’nin etkin idarecileri olan Âli Paşa (1815-1871) ve Fuad Paşa’nın (1814-1868) eleştiri kabul etmeyen otoriter yönetimleri, dönemin İngiliz ve Fransız yanlısı dış politikası ve Tanzimat elitlerinin savrulduğu lüks ve bürokratik yozlaşma gibi konulardı. Ancak Ali Suavî bu yozlaşmayı sadece Batı etkisindeki bürokrasiyle sınırlı olmadığını düşünmekteydi. Tam aksine kadıların, müderrislerin yani doğrudan İslâmî kurumları temsil eden ulemânın içine girdiği rüşvet ve kayırmacılık eğilimleri üzerine de yazmaktaydı. Neticede düşünceleri berrak olmasa da Ali Suavî Avrupa’daki düşünce ve basın özgürlüğünü (serbestiyet) öven yazılar kalem aldı. Ona göre serbestiyet içindeki toplumlarda halk gazeteler vasıtasıyla tüm gelişmelerden haberdar oluyordu, örneğin aşırı harcamaları öğrenir öğrenmez tepkisini dile getiriyor ve halkın tepkisinden çekinen hükümetler böylece tek bir kuruşu bile ziya edemiyorlardı, rüşvet ve kayırmacılığa yeltenemiyorlardı.(3)
Muhbir dönemin sansür uygulamalarını delerek duyulması istenmeyen Belgrad’ın Sırplara teslimi gibi birçok haberi yayınlayarak o döneme göre etkin bir kitleye ulaştı. Bu haber üzerine Muhbir bir ay süreliğine kapatıldı. Bu durum aslında oldukça ironikti zira Muhbir Belgrad kalesinin teslimini aslında İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan Gazette du Levant’dan aldığı bir habere dayandırmıştı. Aynı haberi basan Fransızca gazete kapatılmazken Muhbir’in kapatılması kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açmış ve bu olay zaten Fransızlara sempati duymakla suçlanan Sadrazam Âli Paşa’yı zor durumda bırakmıştı.
Kapatılan Muhbir gazetesinin Türk basın tarihi için en önemli özelliklerinden biri dilinin halkın anlayacağı şekilde sade olmasıydı. Bu tavır o dönem için önemli bir adımdı zira gazetelerde ekseriyetle halkın anlamadığı ağdalı bir dille yazı yayınlanırdı. Ali Suavî ise Arapçası çağdaşlarının çoğundan daha iyi olmasına karşın yazılarını halk Türkçesiyle kaleme almaktaydı. Vaizliğiyle tanınan birinin Arapça terimler yerine Türkçe yazması telkih yerine aşı demesi o dönemde alışık olunmayan bir durumdu. Muhbir gazetesi aynı zamanda imlâ konusunda da konuşulan dil ile yazım dili arasında bir yakınlık kurmaya çalışmaktaydı. Örneğin halk akşam dediği halde yazım dilinde akhşam (( آخشام yazılmaktaydı. Muhbir gazetesindeki yazım kuralları halk arasında kullanılan tarza uygun olarak seçilmekteydi. Bunlar Ali Suavî’nin ileriki dönemlerde daha da belirginleşen Türkçülük eğiliminin habercisi olarak görülebilir.*
*Devam edecek
NOTLAR:
(1) Örneğin Erik Jan Zürcher onu böyle tanımlamaktadır. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.110
(2) Öte yandan onun bir siyasal grup içinde yer almaması veya kendi dönenimdeki hiçbir fikir akımının doğrudan temsilcisi olamaması, halkla bağı olmayan içe kapanık bir entelektüel olduğu anlamına gelmemektedir. Tam aksine vaizlik döneminden itibaren doğrudan halka temas edebilen ve kendi çevresine halktan kişiler toplayabilen yegâne “Genç Osmanlı” Ali Suavî olmuştur. Başarısız da olsa kitleleri harekete geçirmeye yönelik tek eylem de ona aitti. Ali Suavî’nin yalnızlığı bu anlamda halktan kopukluktan ziyâde içinde bulunduğu, -muhalif olsun olmasın- aydın tabakayla yaşadığı uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır.